İdarecilik bir maharet ve san'at işidir - 3 -
edine Sözleşmesi ile bir anayasal yönetimden, dolayısıyla, rahatlıkla kuvvetler ayrılığı ve kanun hâkimiyetinden söz edebiliriz.
Bu tahlil sonunda, Asr-ı Saadet’teki yönetime bir isim bulmak gerekecekse hürriyetçi, meşruti, demokrat anlayışı ifade eden bir ismi, yani demokrasiyi kullanmak mümkündür. Zaten Üstadımız o dönemdeki uygulamayı şöyle tarif etmiyor mu?
“Hulefâ-i Raşidîn; hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”41
Üstadımızın 1935’te Eskişehir Mahkemesinde yaptığı müdafaada kullandığı bu ölçü, 1911’de Münâzarât adlı eserinde şu soru dolayısı ile bakın nasıl ifade edilmiştir:
“Sual: Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekâtı nerede? Hilâfet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musafaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?”
“Cevap: Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tabi edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icra etmiş, meşrûtiyet mağlûp olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta galib-i mutlak hayır olduğundan, pek çok enva ve şuubât-ı heyet-i ictimaîyede meşrûtiyet hükümferma olmuştur. Cidal berdevam, harp ise seccaldir.”42
Soruda, Üstadımızın, hürriyet anlayışı kavranamadığından, Asr-ı Saadet ve sonrası kastedilerek, hürriyet ve istibdat mücadelesinde geçen asırlar ve değişen zamanlar dolayısı ile değişen isimlere takılı kalındığından Asr-ı Saadet ve Meşrûtiyet’teki hürriyet anlayışının müsemmaları bağdaştırılmakta zorlanılmıştır. Üstadımız cevabında, Meşrûtiyeti kanun kuvveti, istibdadı şahıs tahakkümü olarak tarif etmiştir. Kâinatta hayır, mutlak anlamda üstün olduğundan hürriyetçi anlayış, sosyal hayatın pek çok kısmında ve pek çok türde hükmünü, istibdadın galip zannedildiği dönemlerde bile sürdürmüştür. Dolayısıyla zeminini bulduğunda, sahip çıkan, ya da “ona lâyık olanlar” bulunduğunda yine görünür bir galibiyete kavuşmuştur. Tıpkı Asr-ı Saadet’te olduğu gibi…
Bu açıklamalar dikkate alındığında, Üstadımızın, anayasal parlamenter rejimin veya diğer bir ifadeyle demokratik yönetim şeklinin Kur’ân’a uygun olduğu iddiası yerli yerine oturmaktadır.
Ayrıca Üstadımız, mânâ ve muhtevayı öne çıkaran bu yaklaşımını veciz bir şekilde şöyle ifade etmiştir:
“Ruh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır.”43
Yönetim kusurları, ya da
“demokrasinin günahları”
Üstadımız, bununla birlikte, zamanın hükmü olan “ilca-yı zaruret,” yani zaruretin zorlaması sonucu, teferruâtta, dine muhalif uygulamaların olabileceğini kabul ederek bu durumun “geçici” olacağını söylemiştir.
“Fakat ilca-i zaruretle teferruât olabilir, muvakkaten muhalif düşsün.”44
Böyle demokratik bir yönetim esnasında bütün yapılanların demokrasinin gereği olarak addedilmemesi lâzım geldiğine şu sözleri ile açıklık kazandırmıştır:
“Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir! Meşrûtiyetten neşet etmesi lâzım gelmez.”45
Zira demokratik bir yönetimde meydana gelen birtakım bozukluk ve aksaklıkların demokrasiden kaynaklandığı iddiâ edilerek demokrasi veya onun muhtevası olan “meşrûtiyet-i meşrua”nın mahkûm edilmesi elbette adaletli değildir. “Hak ve maslahat ise, şeriatta esastır. Fakat ‘Zaruretler haramları mubah kılar’ kaide-i şer’iyesince, bazen haram bildiğimiz şey, ilca-i zaruretle vacip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; tâ el kesilmesin. Selâmet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse, vermekten tevakkuf edilmez; nasıl ki, edilmedi. Dünyada en acib, en garibi, ruhunu iftiharla selâmet-i millete feda edenlerden, bazen garazında menfaat-i cüz’iye-i gururiyesinde buhl eder, vermiyor.
“Demek, şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvazene ile zarureti nazara alarak, müdakkikâne meşrûtiyeti şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvazenesiz, zahirperestâne, çıkılmaz bir yola sapıyor.”46
Buradan hareketle denilebilir ki, demokrasi uygulamalarında dine uymayan, teferruâta ait hadiselerin gösterilmesi, demokrasinin İslâm dışı olduğunu ispat için yeterli değildir. Zira “Zaruretler haramları mubah kılar” kaidesince zaruretin gereğini uygulamak, dinen vaciptir. Elin kesilmemesi için kangren olan parmağın kesilmesi lâzımdır. Milletin selâmeti için, bazen insan ruhunu bile feda etmelidir.
Geçmişte bunun örnekleri yaşanmıştır. Ancak, bu beklentiyi boşa çıkaranlar da bulunabilir. Kişisel çıkarları yüzünden, cimrilik gösterirler ve gerekli fedakârlığı yapmazlar.
Bu pencereden bakınca Kur’ânî bir yönetim biçimini isteyen, ya da dine hizmet iddiasında bulunanların iki kısım olduğunu görmek mümkündür. İlk kısımda yer alanlar dengeli düşünebilen ve davrananlardır. Milletin selâmeti, yani tam bir hürriyet ortamına kavuşması, günümüzün ifadesiyle demokrasisin bütün kurum ve kurallarıyla yerleşmesi için gereken fedakârlıkları yapabilenlerdir.
Meselâ şahsî hayatlarında takvanın gereklerini sıkı sıkıya uygularlarken, halka yaklaşımlarında fetvayı tavsiye ile yetinebilmektedirler. Aşırı davranışlardan uzak durarak çoğunluğun dine sempatisini devam ettirmektedirler. Hâlbuki tersi tutum, siyaseten, sosyal açıdan ve daha birçok yönden kişiye üstünlük sağlayabilir. Hatta devlet imkânlarından yararlanma ve bazı toplum kesimlerinin teveccühünü kazanma, maddî imkân elde etme gibi avantajlara kavuşmak mümkün iken, böyleleri devlet ve toplum yapısını dikkate alarak aksülamel meydana getirmeyecek tavır ve düşüncelerle hürriyet zemininin sürekliliğini sağlamada üzerlerine düşen görevleri fedakârca yapabilmektedirler. Bunları “dindar demokratlar” olarak isimlendirmek yanlış olmaz.
İkinci kısım ise dengesiz davranış ve düşüncesiz faaliyetlerle çıkılmaz bir yola sapanlardır. Görünüşte “Şeriat” istemektedirler. Ancak ne istediklerinin farkında olmadıkları gibi, zaman, mekân, devlet mekanizmasının durumu, toplumun yapısı gibi zorlayıcı şartları dikkate almadıklarından davranışları, tutum ve düşünceleri her teşebbüslerinde çıkmaz bir sokakta kalakalmaktadır.
Bu kişilik, mümkün hükümet şekillerinden hiçbirine razı olmayacak, İslâm memleketinde Müslümanların oluşturduğu devlet mekanizmalarını ve demokratik yönetim sistemlerini reddedecek kadar bağnazdır. Olmayacak istek ve taleplerde bulunmanın meydana getireceği tahribatı fark edemeyecek kadar muhakemesizdir.47
Ayrıca Cumhuriyet dönemindeki tecrübelerde görüldüğü gibi, attıkları her adım, takiyeciliği makbul bir alışkanlık saydıklarından dine de ters durumlar ortaya çıkarmakla kalmamakta, ilk kısımda yer alan insanların, yani “dindar demokratlar”ın akılcı faaliyetleri ile kazanılanların elden çıkmasına sebep olmaktadırlar. Fatura ödemek gerektiğinde “dindar demokratlar” ödemekte, ikinci kısmı oluşturan meczup, sofi meşrep, dinde hassas muhakeme-i akliyede noksan kişilerin oluşturduğu yapılar, siyaset üslûpları ve mizaçları gereği tutumlarının doğurduğu sonuçlarla yüzleşmekten kaçabilmektedirler.
Aynı zamanda, her şeyin, her kişinin veya bir hükümetin bütün icraatlarının Kur’ân’a uygun olmasını beklemek hayalden ibarettir:
“Hem de, hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvafık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvali şeriata mutabık olsun? Öyle ise şahs-ı manevî olan hükümet dahi masum olamaz; ancak Eflatun-i İlâhînin medine-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin meşrûtiyet ile sû-i istimalatın ekser yolları münsedd olur; istibdatta ise açıktır.”48
Demokratik, açık, şeffaf rejimlerde suiistimallerin önünü kesmek çok daha kolaydır. Zorba ve baskıcı yönetimlerde ise pek çok şey, pek fazla suiistimale uğrayabilir; istense de onlarla mücadele, açık rejimler kadar kolay olamaz.
Parlamentonun yetkileri
Eleştiri konusu yapılan bir diğer husus da hükümet ve parlamentonun işleyişi ile ilgilidir. Dinin zaruriyatı hükmünde olan değişmeyen hükümler, parlamentonun teşri, yani yasama yetkisi dâhilinde değildir. Meclis, siyasî maslahatlar ve iktisadî politikaların gerekleri üzerine çalışacak ve yürütmeyle ilgili kanunları yapacaktır.
“Evvelâ, meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslüman’dır, altmıştan fazla ulemadır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hâkim İslâm’dır.
“Saniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkâr bir Haço ve Berham’ın reyi muteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusândaki mesalih-i siyasîye ve menafi-i iktisâdiye dahi ekseri bu kabilden olduğundan, reddetmemek lâzım gelir. Amma ahkâm ve hukuk ise zaten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukuku su-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı kanunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olmaz; gidilse, intihardır.”49
Kaldı ki, meclisin veya hükümetin ilca-i zaruret ile yaptıklarının dine uygun olmaması halinde, yine endişeye gerek yoktur. Zira dinin çok küçük bir kısmı, binde biri siyasetle ilgilidir. Onun ihmali, Kur’ânî hükümlerin ihmal edildiği anlamını taşımaz:
“Bence muhalif-i hakikat-i Şeriat olan şeyler, meşrûtiyete dahi muhaliftir, ya günahlarıdır veya ilca-i zarurettir. Farz ediniz, şu siyaset muhalif olsun, yine telâşa mahal yoktur. Zira Şeriat-ı Garra’nın bin kısmından bir kısmıdır ki, siyasete taallûk eder. O kısmın ihmali ile şeriat ihmal olunmaz.”50
Dine ters olan şeyler; ruhu, Kur’ânî esaslara dayalı olan demokrasiye de terstir.
Bu gibi durumlar, demokratik uygulamalarda, demokrasinin zaaflarından ya da boşluklarından faydalananların suiistimalinden kaynaklandığı gibi, zaman ve şartların getirdiği zorlayıcı sebepler dolayısıyla da ortaya çıkmış olabilir.
Yöneticilerin durumu
Yöneticilerin İslâmiyet’i yaşayıp yaşamamalarından doğan bir endişe de yersizdir. Çünkü hükümet hizmetkârdır; idare bir maharet ve san'at işidir; iş ve san'at konusunda kişinin mahareti göz önüne alınmalı, günlük yaşantısı ölçü olmamalıdır; çünkü “fasık bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık iken iyi saat yapabilir.”
“…hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalp ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fasık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mahareti, tabir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalp ve nur-u fikri cem edenler vezâife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salahattir. San'atta maharet ise müreccahtır.”51
Ayrıca devlet yönetme işi bir san'attır. Bu, “Siyaset, ‘yönetme san'atı’dır” ifadesi ile literatürde yer almıştır. İşi ehline vermek, aynı zamanda bir emirdir. Peygamberimizin (asm) hadisleri ile sabittir. Siyasette, devlet yönetmede ehil kişi yönetim san'atında mahir olan kişidir.
İşin aslı, salih ve mahir insanların iş başında olmasıdır. Ancak görevler çeşitlendiği ve sayısı arttığı için hem faziletli, hem de işinin ehli mahir insanların sayısı yetmediğinden, mahir insanları seçmek, tercih etmek dinin ve mantığın gereğidir.
Anayasal parlamenter rejimin Kur’ân’a uygun olmadığını iddiâ edenler, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, ancak kâfirlerdir”52 âyetini delil gösterdiklerinde Bediüzzaman, “hükmetmeme”nin “tasdik etmeme” olarak anlaşılması gerektiğini ifade eder:
“Ehl-i ifratın bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvamı olan Etrakı tadlîl ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasîyi ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi, ‘Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse (ilâ âhir)’53 hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki, ‘Kim hükmetmezse’ bimânâ ‘Kim tasdik etmezse’dir.”54
Söz konusu iddiaya göre anayasa ve parlamentonun yaptığı kanunlar çerçevesinde icraat yapan hükümet, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmediği için dine uymayan bir durum ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki bu âyetlerin Yahudileri muhatap alarak onların o zamandaki bazı tavırlarını kastettiğini bilen, hükümlerin bazısının sınırlı olduğunu, yani zaman ve şartlara göre yorumlanıp anlaşılması gerektiğini ve Kur’ân’ın ıstılâhınca “hükm”ün “tasdik” anlamına geldiğini bilen bütün müfessirler gibi Üstadımız da, “hükmetmeme”yi, “tasdik etmeme” anlamında ele almıştır. “Evet, imtisâl etmemek, inkâr etmek demek değildir”55 düsturuyla, Allah’ın emirlerine uymamanın, onları yerine getirmemenin, onları reddetmekle, inkâr etmekle aynı şey olmadığına dikkat çekmiştir.
Gayr-i Müslimlerle birlikte yaşamak
Demokratik bir rejimde diğer dinlere ve inançlara mensup olanlarla birlikte yaşamanın da İslâm’a muhalif olmadığını izah eden Bediüzzaman, “Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmayınız” âyetiyle yasaklanan dostluğun “onların Yahudilik ve Nasraniyet cihetlerine ait” olduğunu vurgulayarak diğer dinlerin mensuplarıyla yapılan ticaretler, anlaşmalar ve kurulan paktların onların san'at, ticaret ve diğer sıfatları ile ilgili olduğunu ifade eder.
Kanunlar çerçevesinde onlarla bir arada, aynı toplum içinde yaşamak, sözü edilen âyetin hükmüne dâhil değildir. Kurulan dostluklar ve münasebetler dinleri ve zatları için değil, san'atları ve sıfatları içindir.
(Devam edecek)
Dipnotlar: 41- Şuâlar, s. 317. 42- Münâzarât, s. 38. 43- Münâzarât, s. 38. 44- Münâzarât, s. 38. 45- Münâzarât, s. 38. 46- Münâzarât, s. 40-41. 47- Münâzarât, s. 51. 48- A.g.e., s. 39. 49- A.g.e., s. 41-42. 50- A.g.e., s. 53. 51- A.g.e., s. 56. 52- Maide Sûresi: 44. 53- Maide Sûresi: 44, 45, 47. 54- Münâzarât, s. 124. 55- Münâzarât, s. 53.
|