|
|
Cevher İLHAN |
“AKP yüzde kaç alır?” |
|
Türkiye birbirinden beslenen siyasî polemiklerle, bir yıl içinde milyonlarca seçmen sayısının artmasının ardından “TC kimlik numarası” sürprizi tartışmalarıyla ilginç bir yerel seçime gidiyor.
Siyasî yasaklar başlamadan Başbakan, TOKİ evlerinden bir kısmı eski raylı yeni “hızlı tren”e, birkaç kilometrelik metrodan birbuçuk kilometrelik tünellere kadar resmî törenlerinin tamamını medyatik şovlarla icra etti.
Ekonomik krize karşı etkisiz “önlem paketleri”nin ardından demokratikleşmede de gözboyama oyalayıcı paketlerle geçiştirilmekte. Büyük iddialarla ortaya atılan ve demokratikleşmenin temelini teşkil eden “yeni anayasa” paketinden “dört maddelik” sığ değişikliklerle iktifa edilmekte. Gerçek şu ki AKP siyasî iktidarı özellikle “kapatma dâvâsı”yla alınan “kapatmama kararı”yla demokrasi ve özgürlüklere âdeta kendini kapattı. Daha baştan Başbakan, “mevcut durum içinde hareket edecekleri”ni söyleyip “siyasî teslimiyet belgesi”ni imzaladı.
Her fırsatta 28 Şubat “postmodern darbe süreci”ndeki antidemokratik dayatmaları ve özellikle “irtica tehdidi” uydurmasıyla başta dinî özgürlükler olmak üzere hak ve hürriyetlerin önüne konulan engelleri öne çıkaran şartları kullanan iktidar partisi yönetimi, geçmişini reddetmekle yetinmedi. Yalnız “gömlek değiştirdikleri” söylemleriyle siyasî mazilerini toptan silmekle kalmadı. Önce “değişimi” reddiyeye dönüştürdü; sonra 28 Şubat konjonktürünü kullanıp yine 28 Şubat’la simgelenen demokrasi dışılığa teslim oldu…
Daha kuruluş safhasında “Başörtüsü Türkiye’de kadınların meselesi değil”le başlayan, kimi mahfillere şirin gözükme adına “Kocatepe Camii ile Anıtkabir’i yanyana” koyup değişim siyasetlerinin simgesi olarak lanse eden demeçler bunun ifâdesi.
Keza bugünün Adalet Bakanı’nın Başbakan Yardımcısı iken “Başörtüsü Türkiye’nin ancak yüzde birbuçuğun problemi” demesi, parti yöneticilerinin “yasal yasak var” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’nin Anayasasa’ya aykırı yasadışı yasağa sığınarak seçimlerde başörtülü aday kabul edilmemesi, seçilen başörtülü belediye meclis üyelerinin bizzat iktidar partisine mensup başkanlar tarafından kapı dışarı edilmesi, “teslimiyet” örneklerinden birkaçı.
3 Kasım 2002 seçimlerinde 28 Şubat siyasî aktörleriyle beraber Meclis’teki diğer partileri, 28 Şubat’ın en baş mağduru DYP’yi cezalandıran halk, “hiçbir partinin devamı olmamakla ve sıfır kilometre” olmakla ortaya atılan AKP’yi, yüzde 35 oyla Meclis’in üçte ikisini dolduracak ve Anayasayı değiştirecek –yüzde 65’e tekabül eden- güçte iktidara getirdi. Ardından 22 Temmuz 2007 seçimlerinde başta ihtilâl Anayasası olmak üzere 12 Eylül ve 28 Şubat’tan kalma darbelerin izini silmek, darbe yasalarını ve yasaklarını ortadan kaldırmak için daha da güç verip yüzde 47 ile yeniden iktidar yaptı. AKP’nin en çok şikâyet ettiği ve her defasında mâzeret olarak gösterilen Cumhurbaşkanlığını verdi.
Bu sürede, başta “dindar Cumhurbaşkanı” propagandası olmak üzere başörtüsü ve diğer demokratikleşme ve özgürlükleri mâlum medyanın asimetrik yayınlarıyla alabildiğine seçim propagandasında malzeme yapan AKP, ne yazık ki sâyesinde iktidara geldiği, getirildiği olumsuzluklara karşı kayıtsız kaldı.
Başbakan’ın önerdiği “anayasa değişiklği”nde sâdece “siyasî parti kapatılmasının zorlaştırılması” ve “Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı” var. “Fikirlerin kapatılması”ndan, kişilerin inanç ve kanaatlerini ifâde etmesini “suç” sayan yasaları düzeltmek, Anayasa Mahkemesi’nin Anayasayı aşarak yasadışı başörtüsü yasağının dayatılmasını önüne geçmek için hiçbir tedbir ve çalışma yok.
Görünen o ki “Ergenekon soruşturması” çerçevesinde bir gazetecinin notlarında geçen ve dönemin bir kuvvet komutanına atfedilen, “Şimdi 28 Şubat benzeri durum da zor. Artık tecrübe kazandılar, ama yapılacak şu, korkutup yerlerinde tutmak, kendi hedefleri bakımından bir şey yapamayacakları bir yerde tutmak. Biz bunu yapmaya çalışacağız” taktiği adım adım işliyor. “Kapatmama davası”ndan sonra AKP siyasî iktidarının etrafına çember çekip bir nev'î kuşatılmışlık içinde kendi kendini kelepçelemesi bunu açıkça ele veriyor.
Oysa demokrasinin katledildiği ve hukukun askıya alındığı 12 Eylül ihtilâl konseyi”nece çıkarılan ve 28 Şubat ara rejiminde dayatılan bütün yasalar ve uygulamalar duruyor.
Geçen süre içinde çeşitli iktidarlar döneminde ceza yasasını değiştirilmesine, özellikle inanç ve ifâde özgürlüğüne dair Meclis’te çıkarılan onca düzenlemeye, TBMM tarafından çıkarılan yaklaşık üçbin beşyüz yasa ve Anayasa değişikliğine rağmen, hâlâ düşünceyi ifâdeyi “suç” sayan, inanç ve ibadet hürriyetini kısıtlayan uygulamalar sürüyor. Göz göre göre Anayasa’ya ve yasalara aykırı olarak yasadışı başörtüsü yasağı dayatılıyor,
Darbeleri kollayan, darbecileri her türlü kara ve tasarruflarından haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiasının ileri sürülemeyeceği ve herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı Anayasa’nın “geçici 15. maddesi” 29 yıldır yürürlükte. 27. Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbelerinde “Türkiye Cumhuriyetini korumak” perdesinde gerekçe gösterilen TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddesi kaldırılmış değil.
12 Eylül darbesi lideri Kenan Evren ve “Konsey üyesi arkadaşları” hakkında iddianâme hazırladığı için garip bir biçimde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca mesleğinden atılan, ancak AİHM’in haklı bulduğu savcı Sacit Kayasu’nun tesbitiyle, darbeye teşebbüs edenlerin bile yargılandığı bir ülkede, darbecilerin yargılanmaması, dahası bunun engellenmesi büyük bir hukuk ayıbı olarak hâlâ duruyor.
Ne var ki AKP bundan böyle yüzde 70 oy da alsa yapacağı bir şey olmadığını âdeta ikrarında. Şimdiye kadar yapmadığını, yapamadığını, yapamayacağını deklâre ediyor.
Bundandır ki yüzde kaç oy aldığının hiçbir önemi kalmıyor…
21.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İnternet çağında e-devlet kuyrukları |
|
Bu defaki seçimlere, ‘TC kimlik numarası’ tartışmalarıyla giriyoruz. Daha önce alınan karar gereği, seçmenlerin sadece “TC kimlik numarası yazılı olan nüfus cüzdanıyla oy kullanabileceği” karara bağlanmış.
Yıllar önce bu karar alınmış, ama kararın gereği yerine getirilmemiş. Kararın gereği, aylar önceden vatandaşın uyarılması ve herkesin “TC kimlik numaralı, yenilenmiş nüfus cüzdanı” alması gerekirdi. Bu yapılamadığı için şimdi herkes ‘numara alma kuyruğuna’ girmiş durumda.
Nüfus memurlukları zaten rutin işleri yapmakta ve yetiştirmekte zorluk çekiyordu. Şimdi, ilâve olarak, hesapta olmayan bir yoğunlukla karşı karşıyalar. “Gece geç saatlere kadar çalışılacak” denilse de, ihtiyacı karşılamakta yine de zorlanacakları görülüyor.
Vatandaşın, bugüne kadar ‘TC kimlik numarası yazılı nüfus cüzdanı’ olmamış olması elbette bir eksikliktir. Fakat kabahatin tamamını vatandaşa yüklemek de doğru olmaz. Uygulanan ‘engele dayalı bürokrasi’ yüzünden vatandaş zaten çok zorda kalmadıktan sonra ‘devlet dairesi’ne işinin düşmesini istemez. Dolayısı ile, ‘Geçerken şöyle bir nüfus müdürlüğüne uğrayayım da yeni cüzdan alayım’ demesi kolay değil. Çünkü biliyor ki, gitse de alması anlatıldığı gibi kolay değil. Mutlaka bir eksiklik bulunur ve ‘Bugün git, yarın gel’ denilir. Böyle olduğu için de vatandaş, son çareye kadar bürokrasiyle muhatap olmak istemez.
Geride bıraktığımız hafta içerisinde, bilhassa büyük şehirlerde ‘TC kimlik numarası kuyruğu’ ile birlikte başka bir kuyruk da uzamış gidiyordu. İlköğretimden, orta öğretime geçiş hazırlığı maksadıyla yapılan ‘Seviye Belirleme Sınavı’ için belirlenen bankalar aracılığıyla ‘10 TL’ harç yatırılması gerekiyordu. Bu harcı yatırmak için bankalara akın eden öğrenci ya da veliler, uzun kuyruklar oluşturdu. Yarım günde bu işlemi halleden kendini şanslı saydı.
Bir yandan ‘e-Devlet’e geçtiğimiz şeklinde propaganda yapılıyor, öte yandan da en basit işler için kuyruklar uzuyor. Meselâ bankalar aracılığıyla yatırılan bu parayı, hiç değilse imkânı olanlar ‘internet bankacılığı’ yoluyla yatıramaz mıydı? İnsanların ofislerinden dünyanın öbür ucuna para gönderme imkânı varken, bu konuda niçin gereksiz bürokratik işlemler yaptırılır? Bankalara gitmeden, kuyrukları uzatmadan; belirlenen bir hesaba para havale edilse ne mahzuru olur?
Aslında bütün bu problemleri çözmenin yolu bellidir: Uygulamayı düşünmeden karar alan bürokratları, bu kuyruklara sokmak gerek. Hayatlarında bir defa dahi ‘kuyruğa’ girmeyen bürokratların aldığı kararlarla ancak bu kadar iş görülür.
“TC kimlik numaralı nüfus cüzdanı” kararı en çok seçimi ‘kaybeden’ partilerin işine yarayacak. “Bize oy vermek isteyenlerin kimlik numarası yoktu, onun için kaybettim” diyerek kendilerini kandıracaklar.
Henüz yapılmayan seçimde kaybedecek olanların bahanesi şimdiden hazır sayılır: “TC kimlik numarası mecburiyeti olmasaydı seçimi kazanacaktık” diyeceklerini duyar gibiyiz.
İnternet çağında “e-devlet” kuyrukları Türkiye’ye yakışmıyor, vesselâm.
21.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AKP'ye bakışımız |
|
AKP’yi eleştirirken, bu partinin teşkilât kadrolarında ve hükümetinde görev yapan ya da oy tercihini bu partiden yana kullanan insanların büyük çoğunluğunun iyiniyet ve samimiyetinden en küçük bir kuşku duymadığımızı özellikle belirtmek istiyoruz.
Tam tersine, bu insanlardan parti veya hükümet kadrolarında bulunanların yine büyük ekseriyet itibarıyla hizmet için çırpınan hamiyet ve gayret sahibi kişiler olduklarına, dahası, bunların içinde ahlâk ve faziletiyle temayüz etmiş çok değerli insanların bulunduğuna inanıyoruz.
Aynı şekilde AKP seçmenlerinin, ağırlıklı şekilde, Türkiye’nin mâlûm şartlarında senelerdir çile çeken, mağdur olan, birikmiş sorunlarının çözümünü bekleyen sessiz çoğunluğun mensupları olduklarını düşünüyor ve de görüyoruz.
AKP’ye yönelik eleştirilerimizde onları incitmek gibi bir niyetimiz asla ve kesinlikle söz konusu değil ve olamaz. Tersine, bu eleştirilerimizle AKP’ye şu mesajı vermeye çalışmaktayız:
“Büyük ümit ve beklentilerle size bu oy desteğini veren ve üç seçimdir desteğini arttırarak sürdüren mazlûm ve mağdur insanların beklentilerini boşa çıkarmayın; bu oylarla size tevdî edilen Meclis, hükümet ve Çankaya emanetlerinin hakkını verin; kolay kolay ele geçmeyecek bu eşsiz ve tarihî fırsatları boşa harcamayın...”
Başından beri AKP’ye tavrımız bu eksende oldu. Bu sebeple, daha kuruluş aşamasından itibaren partiyle ilgili ciddî soru işaretlerimiz, istifhamlarımız ve rezervlerimiz bulunduğu halde, 3 Kasım 2002 seçiminde halkın teveccühüyle iktidar olmasını demokrasi ve millî iradenin üstünlüğüne olan inancımızın gereği, saygıyla karşıladık. Bu tavrı sonraki seçimlerde de sürdürdük.
Yapılan her seçim öncesinde endişe ve uyarılarımızı dile getirdik, ama halk tercihini yaptıktan sonra, endişe ve uyarılarımızın haklı çıkmaması temennîsiyle, yapıcı ikazlara devam ettik.
Bu yaklaşım içinde, geride kalan yaklaşık altı buçuk yıllık iktidarı boyunca, AKP’yi ülkemiz için özellikle kritik bir önem arz eden temel ve yapısal demokratikleşme reformları için teşvik etmeye çalıştık. Reform paketlerini destekledik.
Eksik ve yetersiz bulduğumuz adımların tamamlanmasını ve reform sürecinin hiç ara verilmeden kesintisiz şekilde devamını talep ettik.
Kronik sıkıntıların aşılmasında parçalı ve mevziî adımların yeterli olmayacağını, darbe ürünü sistemden kaynaklanan yapısal sorunların çözümü için mutlaka öncelikle anayasa reformunun yapılması gerektiğini ısrarla vurguladık.
Demokrasiye ve millî iradenin üstünlüğüne olan inancımızın gereği olarak, bu sistemden alınan güç ve yetkilerle AKP’ye çıkarılan hukuk dışı ve antidemokratik engellere karşı koyduk.
27 Nisan sürecinde Meclisin cumhurbaşkanı seçmesinin, askerin e-muhtırası ve AYM’nin 367 kararı ile engellenmesine tepki gösterdik.
AKP’ye açılan kapatma dâvâsına karşı çıktık.
Gerek, engellenen cumhurbaşkanı seçiminde, gerekse 22 Temmuz’un ardından, bundan sonraki Köşk seçimlerinin halk tarafından yapılmasını öngören düzenlemede ve bunun için yapılan referandumda, demokrasiden yana olduk.
2007 güzünde gündeme getirilir gibi olan yeni anayasa girişimini destekledik; bu girişimin engellenmesine, askıya alınmasına karşı çıktık.
Ergenekon operasyonunda da, perde gerisine ilişkin istifhamlarımız olduğu halde, sonuna kadar gidilmesi talebiyle desteğimizi ortaya koyduk; operasyonun gidişatında yeni soru işaretlerine yol açan gelişmelere dikkat çekerek, sürecin fiyaskoyla bitmemesi uyarısında bulunduk.
Diyeceğimiz o ki; AKP’ye karşı peşinen bir aleyhte şartlanmışlık ve fanatik karşıtlık içinde olmadık ve değiliz. Evet, ihtirazî kayıtlarımız, rezervlerimiz, istifhamlarımız var. Ama madem halk oy vermiş; bize düşen, bu tercihe saygılı olup, bu oyların gereğinin yapılmasını beklemek.
Ve görünen o ki, maalesef gereği yapılamıyor.
21.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Ah, Tolon Tolon! |
|
Tolon Paşa’yı hatırlarsınız. I. Ordu komutanlığından emekli general. Orgeneral Hurşit Tolon. Epey zamandır sesi duyulmuyordu. Sonunda o da konuştu. Fethiye’de Skal ve Rotary Kulüplerinin Hillside Beach Clüpte ortaklaşa organize ettikleri “Cumhuriyet Balosu”na konuşmacı olarak katılmış. “Cumhuriyet, Atatürkçülük ve Türkiye’nin 21.Yüzyıldaki Yeri” konulu bir konferans veren Paşa, ”Avrupa Birliği dayatmaları yüzünden Türkiye’nin bağımsız devlet olma özelliği tehlikeye düşmüştür” şeklindeki ana mesajından yola çıkarak AB’ye verip veriştirdikten sonra sözü malûm ve bitmeyen şikâyet ve sızlanma senfonisi olan ‘irtica’ya getirmiş. Paşa’ya göre durum vahim. Çünkü dediğine göre “Şu anda Türkiye’de 1000 şirket, 600 vakıf, 300 okul, 150 internet sitesi, 100 televizyon, 100 radyo irticaî faaliyet yapıyor.”
Rakamların düz olması, küsûrata yer verilmemesi envanter hakkında abartı şüphesi uyandırıyor. Ama ne olursa olsun irticaî tehlike (!) meydanda. Paşa bu şikâyetlerini bir zamanlar emekli olmazdan önce de söylüyordu. AB karşıtı olduğu da biliniyordu. Paşa, bu konuşmayı Atatürk’ün bir zamanlar yasakladığı ve kapattığı mason kuruluşlarının bu günkü legal versiyonu olan Rotary Kulübünün düzenlediği platformda yapıyor. ”Ah Tolon, Tolon!” dedim içimden. Ama birden aklıma tarihî ibretlik bir olay geldi ve “Ah Solon Solon” dedim kendi kendime. Tolon ile Solon kafiyeli diye mi acaba gayri ihtiyarî bu hayıflanmayı yaptım bilemiyorum. Bildiğim bu ibretli olayı tekrar hatırlamama vesile oldu. Sayın Tolon Paşa’ya vesile olduğu için teşekkürler.
Hatırlatma babında yazıyorum, Lidya Kralı Krezüsün kıssasıdır. Ne kadar doğru bilinmiyor, ama üzerinde düşünmeye değer bir hadise yaşamış. Karun veya Karun’un Batı versiyonu olan Krezüs’ün altın, elmas, servet, cariye, köle açısından zenginliği dillere destanmış. Kral mutluluğun bu servetle olacağına inanıyormuş. Bir gün çağdaşı Atina’lı filozof Solon’un Lidya devletinin şimdiki Salihli ilçemizin yakınlarındaki başşehri Sardes’e yolu düşmüş. Solon, bilge bir şahsiyet. Bizim Asya’nın, Doğu’nun bilgeleri, dervişleri gibi bir zat.
Krezüs, Solon’u huzuruna çağırmış ve “En mutlu kişi kimdir?” diye sormuş. Beklediği cevap tabiî ki bu kadar servete sahip olduğu için “Sizsiniz kral hazretleri”ymiş. Ne var ki Solon beklenmedik bir cevap vermiş: "Atinalı yaşlı bir kadın..” Krezüs şaşkın.. Niçin, diye sormuş. Çünkü demiş Solon, bu kadın savaşa gönderdiği iki evlâdını merak ediyordu, son nefesini verirken evlâtları savaştan muzaffer döndüler ve onları sevinç içinde kucakladıktan sonra can verdi. Krezüs, atılırcasına tekrar sormuş: Sonra kim en mutlu kişi? Solon yine beklenmedik cevap vermiş: “Tapınağa gitmek isteyen annelerini, arabanın öküzleri olmadığı için kendilerini öküzlerin yerine koşan iki delikanlı. Annelerini bu şekilde tapınağa götürdükleri için herkes tarafından takdir gördüler ve heykelleri dikildi. İşte onlar mutludur.”
Krezüs, ‘Peki ben, ben mutlu değil miyim?’ diye sorunca Solon, “Önemli olan sonuçtur Kralım” cevabını vermiş. Bu cevabı beğenmeyen Krezüs Solon’u kovmuş huzurundan. Bir zaman sonra Krezüs, Pers Kralıyla yaptığı savaşta yenik düşmüş. Bütün malları düşman eline geçmiş. Pers kralı, Krezüs’ü bir direğe bağlatıp yakılmasını emretmiş. Alevler yükselirken Krezüs bu hazin sonunu düşünüp Solon’u hatırlamış. ”Ah. Solon, Solon!” diye bağırmış.
Hikâyede verilen örnekler ilginç. Birisi evlâdını vatan savunmasına gönderen ve onları muzaffer olarak yanıbaşında görüp son nefesini veren anne. Diğeri, inançlı bir anneyi sevgi ve saygılarından dolayı taşıyan iki evlât.
Bazılarının gözünde gericilik de sayılsa bu din ki, “Ölürsem şehit, kalırsam gaziyim” düşüncesiyle inananları vatan savunmasına gönderen bir dindir. Bu din ki "Haydi oğlum haydi git, ya gazi ol, ya şehit” diyerek vatan ve millet için evlâdını cepheye gönderen anneleri bu yüce duyguyla donatmıştır.
Ve yine bu din ki, “Anne babaya ‘üf’ bile demeyiniz” emrini vermiş, büyüklere sevgi, saygı ve itaati farz kılmış olduğundan dolayı her dindar insana, her inanan kişiye anne babasına karşı böylesine bir mahviyet ve tevazu, itaat ve hizmet duygusunu Allah’a itaatin bir gereği olarak severek yaptırmıştır. Bu dine inanan kişilere mürteci de dense, gerici de dense böylesi bir erdemi gösteren kişiler insanlığın baş tacıdır ve başımız üzerinde yerleri vardır.
Sayın Paşaya sormak lâzım, bu kadar şirket, bu kadar okul, bu kadar tv, radyo kurmuş insanların hepsini gerçekten vatana muzır ve tehlikeli potansiyel vatan haini olarak görmek, acaba nasıl bir insaf ve vicdan konusudur? Nasıl bir medenî yaklaşım, adaletli bir değerlendirme ölçüsüdür? Allah gecinden versin, ama yarın vadeniz dolduğunda bu dünyadan ayrılırken, son nefesinizi verirken huzur içinde hayata gözlerinizi yumabilecek misiniz? Paşam sizin için temennim, son nefesinizde “Ah Solon, Solon!”diye gitmemenizdir..
NOT: Bu yazı 03 Kasım 2006 tarihinde yazılmıştır. Paşanın Yeni Asya gazetesi, H. Hüseyin Kemal ve Av. Kadir Akbaş ile ilgili ses kayıtlarının yayınlanması üzerine nostaljik takılmak amacıyla yeniden yayınlanmasını uygun gördüm.
21.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Nur hareketi ve demokratlar |
|
Bazı kardeşlerimiz şu mesajı gönderiyor: Biz demokratlara destek oluyoruz. Onlar Yeni Asya’yı bile almıyor!
Bu beklenti ve düşünce Risâle-i Nur ölçüleriyle çelişir. Zira, biz demokratları bize destek olsunlar veya onlardan milletvekilimiz olsun diye desteklemiyoruz. Risâle-i Nur “Demokratlara maddi-mânevî destek” olun dediği için destekliyoruz. Peki bu destek nasıl olacaktır?
Kur’ân ve Sünnet’in ictimaî, siyasî ölçülerini verip, stratejilerini çizen Risâle-i Nur’u anlamak, yaşamak ve anlatmak tarzındadır. Yoksa, fiilen siyasete girerek iktidarı ele geçirmek, makam, mevkî ve güç elde etmek, yönetime talip olmak değildir. Zira, Nur mesleğinin esası ihlâs sırrına dayandığından1 hedef dünyayı değil, ahireti kazanmaktır.2 Bu dünya fanidir. En büyük dâvâ, bakî olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, bu dâvâyı kaybedebilir. Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli ve asıl vazifelerinden ister istemez geri kalır. Hem de siyaset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini kaybeder.3 Dolayısıyla Nur Talebeleri ve dindarlar iktidar ve güç peşinde olamazlar, olmamalıdırlar. Risâle-i Nur’a göre gerçek güç, zenginlik, para-pul, iktidar ve sayı çokluğunda değil ihlâstadır. Takip edelim:
Bu dünyada, özellikle ahirete yönelik hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin/sağlam bir istinat noktası, en kısa hakikat yolu, en makbul manevî bir duâ, maksatlara ulaşmada en kerâmetli (harika) vesile, en yüksek bir haslet, en safi kulluk ihlâstır.4 Bediüzzaman, “Kur’ân bizi siyasetten şiddetle menetmiş; îman ve Kur’ân hizmeti, maddî ve mânevî hiçbir makama basamak yapılamaz”5 der ve şöyle devam eder: “Risâle-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı îmânî olan hakîkatlerle, gayet kat'î en mütemerrid zındık feylesofları dahi îmâna getiren kuvvetli bürhanlarla Kur’ân’a hizmet etmektir.”6
Kaldı ki, siyasetle meşguliyet, enerjinin, gücün, imkânların heba edilmesi demektir. Zira, Müslümanlar, iman esaslarını bilmiyor, İslâm şartlarını, ibadetleri yerine getirmiyor. Kur’ân’ı yüzünden bile okuyamıyor. Nerede kaldı Kur’ân siyasetini bilip uygulamak!
Öte yandan, şeriatın yüzde doksan dokuzu, ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete bakar; onu da ulü’l-emirler, yani idârecilikle ilgilenenler düşünmeli.7
Elbette hiçbir insan, ülkesine ve ülkesinde cereyan eden hâdiselere bîgâne kalamaz. Ancak, her şeyde olduğu gibi, burada da Risâle-i Nur’un ortaya koyduğu Kur’ânî ölçülere uymak gerekir:
Vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır.8 Demokratlara mânen ve maddeten yardımcı,9 müttefik,10 ve bir dayanak noktası olmaktır.11 Hürriyetçilere, demokratlara sahip çıkmak, yardımcı ve destekçi olmak. Dine ve insanlığa hizmet, ancak hürriyet zemininde mümkün.12 Nur Talebeleri ve dindarlar siyasette de müsbet hareket etmek mecburiyetinde. “Şiddete, kuvvete ve siyasal anlayışa” dayanan hiçbir hareketin başarılı olamayacağının, olamadığının şuurundadırlar. Hakikat-i İslâmiye bütün siyasetlerin üstündedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin. Bu stratejiye aykırı hareket eden, ya Risâle-i Nur’larla ilgisi yok veya meselenin bu cihetini anlayamamış, özümseyememiş, benimseyememiş demektir.
Dipnotlar:
1- Hutbe-i Şâmiye, s. 99. 2- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 28. 3- Emirdağ Lâhikası, s. 15. 4- Lem’alar, s. 163. 5- Lem’âlar, s. 165-166. 6- Tarihçe-i Nayat, s. 481. 7- Tarihçe-i Hayatı, s. 131. 8- Beyanat ve Tenvirler, s. 198. 9- Age, s. 200. 10- Age, s. 201. 11- Age, s. 202. 12- Emirdağ Lâhikası, s. 271.
21.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Hak yücedir, üstünde hiçbir şey yoktur”1 |
|
Başlıktaki bu ifade dayanağı hadis-i şerif olan İslâmî bir kural. Evet, hak her zaman yüce, üstün ve büyüktür.
Ancak hak, büyüklüğü, yüceliği ölçüsünde cesur ve gözünü budaktan esirgemeyen kahramanlar da istemektedir.
İşte ömrü hak ve hakikatle yoğrulmuş, onun için yaşamış, onun yükselmesi, yücelmesi için çırpınmış örnek bir hakikat kahramanlarından biri de Bediüzzaman Said Nursî’dir.
Mehmed Âkif’in, “Kanayan bir yara gördün mü yanar, tâ ciğerim / Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim / Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım / Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar, kaldırırım”, “Zalimin hasmıyım, amma severim mazlûmu” mısralarında ifade ettiği gibi, her şeye rağmen hakkı tutup kaldıran, daima mazlûmun yanında olan bir İslâm kahramanı Bediüzzaman…
1876’da Bitlis’in Hizan kazasının Isparit nahiyesinin Nurs Köyünde dünyaya gelen bu büyük insanın hayatı, öylesine harikulâde ve orijinalliklerle doludur ki, hak ve hakikat için çırpınan her insanın onun bu cansiperâne mücadelelerinden öğrenecekleri çok şeyler vardır.
Kâinatın Efendisi (asm) sadece hak için yaşar, hakkın yücelmesi, yükselmesi için didinir, öfkelenecekse o çiğnendiğinde öfkelenir, o yerini bulduğunda da sevinirdi.
Halife olur olmaz hakkın mücadelesinde tavizsiz olduğunu belirten Hz. Ebû Bekir, hakkı çiğnenen zayıfın hakkı alınıncaya kadar yanında en güçlü insan olduğunu söylemişti.
Hakkın yerleşmesi için kendini yiyip bitirircesine çırpınan Hz. Ömer, en küçük bir haksızlığa, zulme fırsat vermezdi. İlhamını doğrudan Asr-ı Saadetten alan Bediüzzaman da hakkı ikàmede Resûl-i Ekrem (asm) ve onun sadık arkadaşlarını takip etmiş, “Hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra fedâ edilmez” demiş ve onu daima başlar üstünde tutmaya çalışmıştır.
Sözlükte hakkın birçok anlamı olduğunu görüyoruz. Doğru, gerçek; adalet; bir kimseye ait olan yetki ve iktidar gibi.
Hak, var olan, sabit olup inkârı mümkün olmayan mânâsında Cenâb-ı Hakk’ın bir ismidir aynı zamanda. Bunun içindir ki hakka sahip çıkma, onu ayakta tutma büyük bir önem taşır.
İslâma, Kur’ân’a da hak dendiğini biliyoruz. Nitekim yukarıda bahsi geçen İslâmî kuralın Buharî’deki ifadesinde “Hak yücedir” yerine “İslâm yücedir” ifadesi yer almakta, âdetâ İslâmla hak özdeşleştirilmektedir. İslâmdan daha yüce hangi “hak” vardır?
Hakikat denilince de bir şeyin aslını, esasını, mahiyetini anlıyoruz. Hak gibi gerçek, doğru, sabittir hakikat.
İşte hayatı hak ve hakikat üzerine, onun başlar üstünde tutulmasıyla geçen büyük bir kahramandır Bediüzzaman.
Dipnot:
1- Buharî, Cenâiz: 79.
21.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Ölümü sevmek |
|
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber”
N. Fazıl
Ölüm kelimesi, insanların fazla duymak istemedikleri, mümkün olduğu kadar uzak durdukları, söz ve sohbet konusu yapmaktan çekindikleri bir kelimedir. Bir sohbet sırasında ölümden söz açıldığında, insanların suratı asılır, neşesi kaçar, huzuru bozulur. Çünkü nefisler bundan rahatsız olur. Ölümün mânâsını ve mahiyetini bilmeyenler, onu anmak ve adını duymak istemezler. Ölümün adı bile onları rahatsız etmeye, huzurunu kaçırmaya yeter. Onun için ölümün adı anıldığında “Ağzından yel alsın” derler. Yani bu kelimeyi bir daha ağzına alma, ondan bahsetme diye temennide bulunulur.
Ama insan her ne kadar ölümü ağzına almasa ve onu unutsa da, ölüm insanı unutmaz ve kendisini de unutturmaz. Her gün cami avlularındaki tabutlarla, omuzlarda taşınan cenazelerle, hastalık veya kaza sonucu vefat eden insanlarla, kendisini bize hatırlatır. Biz ne kadar ondan uzak durmak istesek de, o bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu gösterir.
Bu kadar yakınımızda olan ölümü görmezlikten gelmek ve onun adını bile anmamak, deve kuşu pozisyonu almaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde hangi insan ecelin elinden kurtulmuş ki? Gerçek kurtuluş ve selâmet, ölüme yakın olmak, onunla dost olmak değil midir? Gafletin, husûmetin ve korkunun ecele faydası olmadığına göre, ölümün yüzüne gülmek, ona dostluk eli uzatmak, onunla barışık olmak daha iyi değil midir?
İnsan bilmediği şeyden çekinir, korkar, telâşa kapılır. Gecenin karanlığında uzaktan bir karartı görsek, ürpeririz. Bize bir zararı dokunmasından endişe ederiz. Ama yanına varsak, mahiyetini görsek, mânâsını anlasak, endişemiz ve korkumuz ortadan kalkar. Bizim korktuğumuz karartı, belki bir dostumuz, ahbabımız olarak karşımıza çıkar.
Aslında ölümden bahsedilmesinden rahatsız olan, onun adı anıldığında huzuru kaçan, nefsimizdir. Yoksa kalbin, ruhun ve diğer duyguların ölümden bir endişesi olmaz. Cenâb-ı Hak, “Her nefis ölümü tadıcıdır” diyor. “Her ruh ölümü tadıcıdır” demiyor. Yani ruhun ölmesi söz konusu değildir. Hatta ölüm, ruhumuz için daha güzel bir hayata geçiştir. Ölüm sonucu ruh, beden denen ağırlıklardan ve ayak bağından kurtulur, serbest kalır, daha özgür bir ortama kavuşur. Özgürlükten korkanlar ise, istibdat altında yaşamaya alışmış zavallılardır.
Böyle düşünüp ölüme bu gözle baktığımız zaman ondan korkmak için hiçbir sebep kalmaz. Ama ölümü sevmek için pek çok sebep vardır. En birinci sebep, bizi Rabbimize, Hâlıkımıza, Malikimize kavuşturacak olan bir vasıtadır. Sevdiklerimizden ayrı kaldığımız zaman, onları özleriz, hasretlik çekeriz. Bir an önce kavuşmak için çareler ararız. Vuslat zamanını iple çekeriz. Ruhun en sevgili varlığı da, onun Maliki olan Cenâb-ı Hak olduğuna göre, insanı Rabbine götürecek olan ölüm sen derece sevimlidir, güzeldir.
Ölümün mânâsını ve mahiyetini en güzel şekilde anlatan Bediüzzaman Hazretleri, bize onun sevimli yüzünü gösteriyor. Ecel vasıtasıyla insanın nereye sevk edildiğini ve ölümün kollarında nasıl güzel bir mekâna taşındığını şöyle izah ediyor:
‘’Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.’’
İnsanı, Cennet ve Cemalullah gibi iki büyük nimete götürecek olan ölüm, ne kadar sevilse, az değil midir?
Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere, Allah’ın en sevgili kulları ölüm vasıtasıyla ahiret diyarına göçmüşler, Mahbub-u Hakîki’ye kavuşmuşlardır. Onun için Allah dostları olan kâmil insanlar ölümü sevmişler, ölmeden önce ölmek istemişler.
Mevlânâ Hazretleri ölümü hasretle beklemiş, ölüm gününü düğün günü olarak ilân edip “Şeb-i Aruz” diye adlandırmıştır. “Canı sen aldıktan sonra ölüm şeker gibidir. Seninle olduktan sonra ölmek, tatlı candan da tatlıdır bize” diyen Mevlânâ, “Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” diyerek ölümün bir ayrılık değil, kavuşma olduğunu ifade etmiştir.
Yunus Emre ise, ölümü şöyle vasıflandırır: “Kogıl (bırak) ölüm endişesin / Âşıklar ölmez bâkidir” diyerek Hak’ka âşık olanların ölmeyeceklerini, bâki kalacaklarını belirtiyor.
Aslında kâfirler ve fâsıklar da ölmez çünkü onların da vermesi gereken bir hesap vardır. Ama onlar için ölüm cehennem hayatına geçiş olacağından, ölümden korkarlar, onu düşünmek ve hatırlamak istemezler. Mü’min için ise ölüm, Cenâb-ı Hak’kın cennet ve cemaline kavuşmasına bir vesile olduğu için hasretle beklenir, sevinçle karşılanır.
Herkese huzurlu bir ömür, hayırlı bir ölüm diliyorum.
21.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Siyasette şahıs ve misyon faktörü |
|
Siyasette misyon kadar, şüphesiz şahıs faktörü de büyük önem taşır. Bunların her biri ayrı faktör ve ayrı değerlerdir. Ancak, bunları birbirinden ayrı tutarak siyaseti anlatmak, hiç de kolay bir iş değil.
Meselâ, Sultan II. Abdülhamid'in şahsiyeti ile siyasetini birbirinden ayrı tutmak icap ettiği, meseleyi bu zaviyeden bakarak anlamaya çalışmak gerektiği hususu, doksan–yüz senedir mümkün olamadı.
Bırakın toplumun avam kesimini, entelektüel kesim dahi bu ayrımı bir türlü yapamadı gitti. Çoğu aydın, yazar kimseler, Sultan'ın şahsî hayatı ile siyasî hayatını birbirine karman–çorman ederek anlatmaya devam ediyor.
Oysa, bunlar—özellikle halkın nazarında—birbirini yakından etkileyen faktörler olmakla birlikte, esasında şahsın kendisi ile takip ettiği tarz–ı siyasetini ayrı başlıklar altında analiz etmek gerekiyor.
Zira, siyasette bazan olur ki, doğru adam yanlış yerde ve yanlış adam doğru yerde bulunabiliyor. Aynı şekilde, bazan olur ki, iyi ve kabiliyetli adam, bir takım talihsizlikler sebebiyle, yahut zaman ve zeminin şartlarının merhametsizliği yüzünden muvaffak olamıyor, zayıf veya başarısız bir duruma düşebiliyor.
Tersine, bazan da olur ki, silik ve sünepe bir şahsiyetin şansı yaver gider, mevcut şartlar onun lehinde gelişir ve bir bakarsınız ki o şahıs parlama göstermiş, önemli bir kitlenin de takdirini, hayranlığını kazanmış.
Siyasette ideal olanı ise şudur: Misyonun doğruluğu ve sağlamlığı gibi, lider ve yönetim kadrosunun da temiz, dürüst, ehil ve kabiliyetli kişilerden oluşması...
Aksi halde, galibiyet, muvaffakiyet bir hayli müşkilleşiyor.
Bu genel ifadelerden sonra, şimdi de müşahhas bazı misallere geçelim.
Kim şahıs, kim misyon peşinde?
Genelde Nur Talebelerine, özelde ise hasseten Yeni Asya camiasına yöneltilen ithamlardan biri de şudur: Siz hep şahıs peşinden gidiyorsunuz. Siz hep Demirelci, Çillerci oldunuz. Bundan bir türlü vazgeçmiyorsunuz...
Acizane, bu konuyu enine–boyuna ve derinlemesine araştırdık. Neticede, en ufak bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde gördük ki, Nur Talebeleri hiçbir zaman şahıs peşinden gitmemiş ve şahısçı hareket etmemişlerdir. Daima "Ahrar–Demokrat misyon"a sahip çıkmışlar ve hatta kongrelerde hiç desteklemedikleri başkan adayı seçildikten sonra da, bu tavırlarını değiştirmemişlerdir.
Emin olun, bu acib gerçek, 1946'dan bugüne, yani DP liderliğini yapan Celal Bayar'dan tâ Süleyman Soylu'ya kadar da hiç değişmemiş.
İşte size bu hikmetli realitenin kesin delillerle bir ispatı...
Bediüzzaman Hazretleri, "Selaniklilerin mutlak istibdatlarının kırılması" için (Emirdağ Lâhikası, s. 134) ve "nokta–i istinat" olmak mânâsında (Age, s.140, 271) desteklemiş olduğu Demokratların ilk reisi Celal Bayar'ı kalben sevmemiş ve onu "mükemmel reis" sıfatına lâyık görmemiştir.
Bunu da, Üstad'ın 1947'de CHP Genel Sekreterliğine seçilen eski Dahiliye ve Adliye Bakanlarından Hilmi Uran'a yazmış olduğu mektubundan anlıyoruz. (Uran, kongreye katılan 646 delegeden 328'inin oyunu alarak, rakibi Recep Peker'e üstünlük sağladı.)
Emirdağ Lâhikası, sayfa 191'de yer alan bu mektubun bir yerinde, muhalefetteki Demokrat Partiyi kast ederek, Hilmi Uran'a eğer o muarız (rakip) parti "mükemmel bir reis" bularak sizin karşınıza çıksaydı, birden sizi mağlup ederdi diyor.
Demek ki, Üstad Bediüzzaman, sonradan (Reisicumhur olunca) tebrik ettiği bu zatı ciddî anlamda sevmediği halde, onun başında bulunduğu partiye destek vermiştir. Destek vermiştir ki, DP 1946 seçimlerinde Afyon'da birinci parti olmuş ve istisnaî bir seçim bölgesi olarak milletvekillerinin tamamını almıştır. Esasen, bu tarihten sonra hükümet (CHP) tarafından Afyon'daki bütün bürokrat ve memur kadrosunun değiştirilmesinin ve Bediüzzaman ile Nur Talebelerinin Afyon Mahkemesine sevk edilmesinin bir sebebi de, iktidar partisinin bölgedeki seçim hezimetidir.
1950 seçimlerinin ardından, Bayar Cumhurbaşkanı seçilince, ikinci adam konumundaki Menderes DP'nin başına geçti. Dolayısyla, burada bir rakiplik durumu söz konusu değil. Buna benzer istisnaî bir durum da, darbeden sonra kurulan AP kongresinde yaşandı. Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala, o dehşet günlerinde yine rakipsiz olarak AP'nin başına getirildi.
1965'te ise, DP'nin devamı olan AP'de ortaya iki başkan adayı çıktı: Süleyman Demirel ve Saadettin Bilgiç. Üstelik, ikisi de Isparta'lı.
Mehmet Kutlular'ın yeni çıkan "İşte Hayatım" isimli kitaptaki hatıratından anlıyoruz ki, AP kongresine delege sıfatıyla katılan Nur Talebelerinin tercihi, Saadettin Bilgiç olmuş. Ancak, neticede Demirel kazanmış ve Nur Talebeleri şahıs faktörüne takılmadan "Ahrar–Demokrat" çizgide gördükleri AP'yi desteklemeye devam etmişler.
O halde, bu iş nasıl oluyor da şahısçılık veya Demirelcilik olmuş oluyor? El–insaf yâhû!
Bakınız ve emin olunuz, aynı durum Demirel'den sonra 1993'te yapılan DYP kongresinde, keza 2002'deki kongrede ve hatta 2007'deki DP kongresinde dahi aynen tekrarlanageldi. Yani, her defasında desteklenen değil de, diğer aday kongreyi kazanarak parti başkanlığına seçilmiştir.
Ama buna rağmen, yine de parti desteği değişmemiş, misyon tercihi değişmemiş ve siyasette aynı istikametteki çizgiden bir inhiraf söz konusu olmamıştır.
O halde, nasıl olur da, bize ısrarla "Şahıs peşinde gidiyorsunuz" deniliyor? Bir kez daha el–insaf demek durumundayız.
Esasında, bizi şahıs peşinden gitmekle itham edenlerin bizzat kendileri o durumdalar. Bir bakıyorsunuz, hangi siyasî liderin yıldızı parlıyorsa, hooop onun tarafına geçiyorlar. Onun yıldızı söndüğünde ise, hiç durmayıp hemen dönüyorlar ve yıldızı parlayan, yahut balonu şişirilmiş bulunan bir başka şahsın partisine takılıveriyorlar.
Bu hususun detaylarına da girebilir ve hatta müşahhas misâller de verebiliriz; ancak, buna şimdilik gerek duymuyoruz. Ayrıca, sizler bunu ekseriyetle zaten biliyorsunuz.
21.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|