Avrupa’yı yakînen tanımak için orada yaşamış olmak yetmiyor. Öyle olsaydı, on sekiz seneden fazla bir zamandır Avusturya okullarında eğitim görevinde bulunan biri olarak, “Avrupa şöyledir, böyledir” diye kesin çizgilerle fikir yürütmemiz mümkün olurdu. Gerçi toptancı bir hüküm, her mesele ve her ülke için zordur. İslâm ülkeleri dahil, hangi bir ülke vardır ki, kanun ve yönetmelikleriyle, yaşayışıyla, “İşte insanlığın saadet ve kurtuluşuna örnek teşkil edecek ülke” diyebilelim.
Avusturya devleti, 1912’den beri İslâm dinini resmen tanıyor. Bu tanımanın gereklerini devlet olarak yerine getirmeye çalışıyor. Bu ülkede yaşayan farklı milletlere mensup 400 binden fazla Müslüman, büyük zorluklarla karşılaşmadan, imanın ve İslâmın esaslarına uygun yaşama tercihi adına uygulama alanı bulabiliyor. Ama kiliseye ve Hristiyanlara tanınan kolaylıkların bir kısmından Müslüman kitlenin kısmen mahrum olmasının hallini de zamana bırakmak gerekir herhalde. Yükselen muhteşem kiliselere nisbeten, az da olsa minareli cami talebi; kilise çanlarına bakarak, ezan sesinin dışarıya verilmesi arzusu, Cuma’ya izin ve dinî tatiller gibi meseleler, Müslüman kitlenin zamana bıraktığı sessiz talepleridir.
«««
Avrupa’da zaman zaman nükseden; İslâma ve Peygamber Efendimize hakaret hastalığına gelince; bugüne kadar, bunların politik olduğu ve medyada meşhur olmak isteyen ruh hastalarının işi olduğu ortaya çıkmıştır. Ve bunların ahiretteki hesapları bâki kalmakla beraber, dünyada bile cezalarını çekmişlerdir. Danimarka’daki hakaretçinin akibetini biliyorsunuz. Avusturya’daki da hem kamuoyunda, hem de kanun karşısında cezasını buldu. Yaratan, bilmez mi hiç, yarattığı mahlûkun ne “mal” olduğunu? Elbette ki mahlûkunun mahiyetini ve bütün inceliklerini en iyi bilen Odur. Evet, Odur ki, insanı “ahsen-i takvim” tabiriyle en güzel surette yaratmak ve ona en mükemmel duygu ve cihazları vermekle beraber, onu en şiddetli imtihana tâbi tutmuş, en ağır mes’uliyeti omuzuna yüklemiştir.
Hakikat birdir, değişmez. Dinin özü de, Rabbül-âlemîni tanımak ve Ona hakikî kul olmaktır. Bütün Peygamberler buna çalışmış ve her alanda insanlığa rehber olmuşlardır. Herşeyi gören ve bilen; geçmiş, hal ve gelecek zamanları bir anda nazar-ı kudsîsinde bulunduran Allah, hiç hak ve hakikatte kopukluğa müsaade eder mi? Bütün Peygamberlere gönderilenlerin biribirini tasdik etmesi ve tamamlamasının ötesinde bir alelâdeliğe-hâşâ-müsaade eder mi?
İki bin yıl önce Hazreti İsa’yı, bütün mucizelerine rağmen inkâr edip çarmıha germeye kalkışanlar, dünya ve insanlık nazarında ne elde ettiler ki, bugün Hazreti Peygamberimizi inkâra kalkışanlar da onu elde etsinler... Acaba Hazreti Muhammed’i (asm) hak Peygamber olarak tanımanın ötesinde başka bir çıkar yolları var mı?
Din bizatihî mukaddestir. Dinin mukaddesleri, mukaddes kaynakları vardır. Bâtıl inanışlar, tarihte “din” gibi algılanan arzî yönelişler ve dogmalar bahsimizden hariçtir. Zaten dinin, bizzat Allah tarafından vahiy tarikiyle, nebi ve resul aracılığıyla insanlara ulaştırılmış olması, dini kudsîleştiren husustur. Âdem Aleyhisselam’dan, ta Peygamber silsilesinin son halkası olan Hz. Muhammed’e (asm) kadar nebiler ve resuller aracılığıyla gelen bütün İlâhî emirler, neticede İslâmiyet olarak tamamlanmış ve vahiy kapıları da kapanmıştır.
İnsanlıkla beraber var olan ve asırlara, kavimlere, coğrafyalara göre değişen bütün şeriatlerin hakikî tarifleri Kur’ân’da mevcuttur. Başka açıdan, başka zaviyeden bakanlar hakikatı bulamazlar. Büyük Üstad ne güzel diyor:
“Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i baki varken,/ Başka bürhan aramak, aklıma zait görünür./ Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken,/ Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|