Bundan üç yıl önce, 2006 yılının ilk günlerinde Türkiye gündemine taşınan bir “Müslüman Kalvinistler” tartışması vardı. Bu benzetme, Soros’un finanse ettiği Avrupa İstikrar İnisiyatifi adlı kuruluşun raporunda Anadolu girişimcileri için yapılıyor; kapitalizmin doğuşunda Protestan Kalvinistlerin oynadığı role atıfta bulunulurken, benzer bir rol Anadolu işadamlarının inanç ve fikir dünyasında çok etkin olan Nurculara izafe ediliyordu.
Bu çerçevede, sayıları 5-6 milyon olarak verilen Nurcuları “Müslüman Kalvinistler,” Said Nursî’yi “İslâm Kalvinizminin fikir öncüsü” olarak niteleyip, sonra bu “liderliğin” Fethullah Gülen’e geçtiğini iddia eden yazılar dahi yazıldı.
(Örnek: Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 26.1.06)
Son dönemde Gülen hareketine keskin eleştiriler yönelten Prof. Dr. Hakan Yavuz’un, daha öncesinde “İslâm Kalvinizmi”nin evvelâ Anadolu’daki sufilik akımına ve bilâhare Nurculuk hareketine dayalı olarak geliştiğini öne süren tezler hazırladığı ve Anadolu girişimciliğine yaslanan AKP’nin dayandığı toplumsal tabanın da bu adresler olduğunu iddia ettiği biliniyor. Ki, yukarıda bahsi geçen raporun belli başlı mehazlarından biri de yine Yavuz’un yazdığı etüdler.
Buradan gelmek istediğimiz nokta şu:
“Siyasal İslâm”ın toplumsal tabanı, yakın zamanlara kadar tarikat menşeli cemaat yapılanmalarıydı. Erbakan, rahmetli Zahid Kotku’nun müridiydi. (Esad Hoca döneminde ilişkileri bozuldu.) Özal da dergâhla irtibatı olan bir kişiydi.
Erbakan ve Özal’ın başında bulunduğu partiler, Nurculardan destek alamadı. Gerekçeler, millî görüş partisinin “din adına siyaset” iddiasıyla ortaya çıkması ve ANAP’ın 12 Eylül ürünü bir parti olarak ihtilâlin sivil uzantısı olmasıydı.
Buna karşılık, diğer cemaatlerin çoğu, 80’lerde ANAP’a, 90’larda yeni bir açılım sürecine giren RP’ye yöneldi. Verilen bu desteğin karşılığı bazı cemaatlere devlet imkânlarının cömertçe kullandırılması ve holdingleşme yolunun açılması şeklinde tezahür etti. Ama sonra bunun bedel ve faturası da çok ağır bir şekilde ödendi.
Geçenlerdeki Adana ziyaretimizde tanıştığımız, hizmetini Kur’ân eğitiminde yoğunlaştıran bir cemaat mensubunun, “RP’yi desteklememizin bedelini, 28 Şubat’ta sadece bir şehirde 30 kursumuzun kapatılmasıyla ödedik” sözü, bunun düşündürücü örneklerinden yalnızca biri.
Öncesindeki mütevazi yayıncılık hizmetlerini Özal desteğiyle, TV kanalları, finans kurumları ve her alanda ticarî şirketlerle holdingleştiren bir başka cemaatin başına gelenler diğer bir örnek.
Siyasetin, Erbakan’ın bağlı olduğu dergâh üzerinde, bilhassa Esad Hocanın vefatı sonrasında gözlenen yıpratıcı tesirleri de aynı şekilde.
Bu örnekler, “din adına siyaset” iddiasının, dine hizmet için var olan cemaatlere, dolayısıyla dine ne kadar büyük zarar verdiğini gösteriyor.
2000’lerde bu tezgâhın, AKP ile daha geniş ve kapsamlı bir çerçevede, üstelik bu defa, evvelki denemelerde tuzağa düşmeyen Nurcuları da içine çekmeyi hedefleyerek sürdüğü görülüyor.
Ve bu noktada, Özal’dan itibaren farklı bir tavır sergilemiş olan “Gülen hareketi”nin özel bir konumda bulunduğu gözleniyor. Görünüşte 12 Eylül’ün ve 28 Şubat’ın hedefe koyduğu bu hareket, fiiliyatta iktidar ve devlet desteğiyle pek çok alanda “güçlü” bir profil çiziyor: yurt dışı ve içi okullar, kurs ve dershaneler, medya, finans,...
Bu desteğin ABD boyutu, işin ayrı bir ciheti.
Gülen’ın hükümeti ehven-i şer değil, hayr-ı kesîr-hayr-ı kalîl ekseninde değerlendirmek gerektiğini savunan (A. Taşgetiren, Bugün, 5.3.09) ve şu anda Türkiye’ye dönmeme gerekçelerinden en önemlisini “hükümeti zora sokmamak” olarak ifade eden (Mahmut Övür, Sabah, 6.3.09) son beyanları, AKP’ye bakışını açıkça gösteriyor.
Ama bu bakış Nurcuları bağlamaz. Zira hem Gülen kendisine Nurculuk izafesini reddediyor; hem de siyasete bakışlarındaki ölçüler, Nurcuları bir partiye eklemlenmekten alıkoyuyor...
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|