Devam eden Ergenekon dâvâsı, yakın tarihle ilgili tartışmaları da bereberinde getirdi. Çünkü dâvâ sadece bu günü ilgilendirmiyor, ortaya çıkan ‘delil ve iddialar’ sebebiyle hiç değilse 20 ya da 30 yıl gerilere uzanıyor.
Bu noktadan hareketle, Ergenekon benzeri yapılanmaların ‘istisna’ değil, ‘kural’ olduğu dahi söyleniyor. Nitekim, ‘Özgür Üniversite’nin başkanlığını da yapan Fikret Başkaya, bu kanaatini beyan etti. (Bakınız: H. Hüseyin Kemal’in, Başkaya ile yaptığı röportaj, Yeni Asya, 16 Mart 2009)
‘Doğru’ları tekrarlamak adına Başkaya’nın bazı tesbitlerini hatırlamak lâzım. Cumhuriyet yönetiminin ilân edilmesini değerlendiren Başkaya, yabancısı olmadığımız bir tesbiti de dile getiriyor: “Cumhuriyet peşpeşe darbelerin ve politik manipülasyonların sonucunda ilân ediliyor. Cumhuriyet ilân ediliyordu, ama adından başka cumhuriyete benzeyen bir tarafı yoktu. Eğer bu dünyada her kavramın bir içeriği olması gerekiyorsa…”
“Devrim”lerin yapılma safhasını da değerlendiren Başkaya’nın bu konudaki yorumu da dikkat çekici: “Durum böyleydi, ama devleti takviye amacıyla yapılan bürokratik düzenlemeler ‘müstesna şeyler’ olarak sunuldu. Böyle yaygın bir yanılsamanın ortaya çıkmasının nedeni, bu düzenlemeleri yapanların aynı zamanda yaptıklarının ne olduğuna da kendilerinin karar vermelerinden kaynaklanıyordu. Adını kendileri koyuyorlardı.”
“Ben yaptım, oldu” anlayışının millete dayattığı ‘resmî tarih’ yorumunun geldiği noktayı ise Başkaya şöyle tesbit etmiş: “Devlet, tarih yazma işini kendi memuruna havale etti. Onun dışında hiçbir girişime izin verilmedi. Ve ortaya işte böyle bir ‘resmî tarih’ çıktı… Biliyorsunuz resmî tarih, ‘egemen sınıfın [sınıfların] ihtiyacı olan bir tarih versiyonudur’… Resmî tarihçinin misyonu tarihi tahrif etmek, yalan, tevatür, tahrifat, yok sayma üzerine bir tarih versiyonu üretmektir… Bu da boşuna yapılan birşey değildir elbette… Zira toplumun bu gününe egemen olmak istiyorsan, dününe, geçmişine egemen olman gerekir. Bunun yollarından biri de kolektif hafızayı yok etmektir. Bu yüzden ben resmî tarihin teşhir edilmesini çok önemsiyorum.”
“Resmî tarihin ‘en büyük yalanlar neler?” sorusunun cevabı da şöyle: “Ulusal kurtuluş savaşı tanımı, Cezayir için, Endonezya için, vb. uygundur ama adı TC’ye dönüşen devlete uygun değildir. İnkılâpların yüceltilmesi, (...) bu bağlamda zikredilebilir.”
Peki, bu durum ilelebed devam edebilir mi? Cevap, Başkaya’dan: “Zamanı geldiğinde ‘gerçek’ bir Mustafa Kemal biyografisi yazılacak ve her şey olabildiğince yerli yerine oturacak. Zira kişi kültünü ve kişiye ait yalanları ilelebet sürdürmek mümkün değildir.”
Başkaya’nın Ergenekon yorumu da vak’aya uygun: “Bana göre ‘Ergenekon’ bir istisna değil, kuraldır. Adı değişse de benzer yapılar ve örgütlenmeler her zaman var oldu. (...) Bizdeki, devletin yapısı ve mantığına içerilmiş, Türkiye’deki rejime özgü birşey ve süreklilik arz ediyor.”
Yalnız, soruşturmadan netice alınma konusunda iyimser olamıyor: “Aslında Ergenekon’un ‘açığa çıkarılması’ konusuna biraz farklı yaklaşmak gerekiyor. Çetenin şimdilik bu kadarının deşifre edilmesi, demokrasi güçlerinin dayatması sonucu ortaya çıkmış birşey değil. Daha çok devlet içi hesaplaşma ve ‘temizlik’ hareketi gibi görünüyor. Buradan giderek kötülüğün kaynağına inileceğini umut etmek iyimserlik olur. Yine de iyi bir başlangıç, dolayısıyla bu kadarının ortaya çıkması bile son derecede önemli. (...) Bir zaman geliyor mızrak çuvala sığmaz oluyor. Ruhları çağıranlar onu geri gönderemiyor… (...) Her şeye rağmen önümüzdeki dönemde hak, haysiyet, sosyal eşitlik, özgürlük ve demokrasi bilincinin güçleneceğini umut edebiliriz…”
Evet, ümitvarız. Ümitsizlik başkalarına yakışır!
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|