‘Siyasetteki muktesit meslek’ -1-
1. DURUM TESPİTİ
29 Mart 2009 Pazar günü, belediye başkanları ve il genel meclisi üyelerini seçmek üzere sandık başına gideceğiz.
Biz Nur talebeleri, dinimizin ölçülerini daima ön planda tutarız. Her şeyi ahirete vesile yapan bir düşüncenin temsilcileriyiz.
“Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz.”1
Bu bakımdan Risâle-i Nur bize daima rehber olmuştur.
Her hareketimizde olduğu gibi, bu seçim dolayısıyla seçme hakkımızı kullanırken de nasıl davranacağımızı, yine şaşmaz ölçümüz Risâle-i Nur’a bakarak tespit etmeliyiz.
Önce içinde bulunduğumuz siyasî ortamı, kısaca değerlendirelim:
Ülkeyi, 2002 seçimlerinden bu yana tek parti iktidarı yönetmektedir. Bu parti, Milli Görüş çizgisinden gelen, fakat bizzat Erbakan’ın “Milli Görüş gömleğini çıkardılar” ithamını “Referansımız din değildir” şeklinde onaylayarak, kendini muhafazakâr-demokrat olarak tarif eden AKP’dir.
AKP, 2007 Kasım Genel Seçimlerini kazanarak 4 sene daha iktidarda kalma imkânı elde etmiştir. Dolayısı ile bu mahallî seçimlere, iktidar olma avantajını kullanarak girmektedir.
Muhalefette ise CHP ve MHP bulunmaktadır. Bu partilerden MHP 1995, CHP 1999 seçimlerinde %10’luk ülke barajı altında kalarak milletvekili çıkaramamışlardır. DSP de, 2002 seçimlerinde aynı akıbete uğramıştır.
Son iki seçimdir (2002-2007 genel seçimleri), mecliste, demokrat misyonu temsil eden bir parti, ne yazık ki bulunmamaktadır.
Gelinen noktada, ümit ederiz ki, her feraset sahibi, hürriyetçi, demokrat, maharetli, devlet-millet kaynaşmasının değerini ve bunu sağlamanın yollarını bilen, devlet kurumlarının uyum içinde çalışmasını gözeten demokrat misyonun mecliste temsil edilmesinin önemini anlamıştır.
Zira ne ırkçı-milliyetçi, ne din istismarcısı, ne sonradan olma demokrat-muhafazakâr, ya da zoraki demokrat, ne de “devlet partisi” unvanlı siyasi oluşumlar (MHP, SP, AKP, CHP) Türkiye’nin yönetimine sağlıklı bir katkı sunabilmekte, ayağındaki prangalardan kurtulmasını temin edecek açılımlara imza atabilmektedir.
Seçimlerin mahalli olması, biz Nur talebelerinin “siyasî değerlendirmelerinde” bir rol oynamamalıdır. Zira Üstadımızın serd ettiği görüşler arasında böyle bir kıstas yoktur. Dolayısıyla, “bu seçimlerde mahallî etkiler dikkate alınmalı” gibi bir düşünce, Nur talebelerinin seçimlerdeki tutumuna bir etki yapmamalıdır.
Ana konuya geçmeden bir hususu okuyucularımıza hatırlatmalıyız:
Her grubun, fikir akımının, tarikat ve cemaatin, siyasi teşekkülün kendine has içtimaî, siyasî görüş ve istikamete sahip olması ve onları yaymak için gayret etmeleri ne kadar normal ise; Nur talebelerinin de, Risale-i Nur ölçüleri ve Bediüzzaman Hazretlerinin meslek-meşrep esasları çerçevesinde onun içtimaî ve siyasî görüşlerine sahip çıkmaları, bunları neşretmeleri o kadar normaldir.
2. ÜSTADIMIZIN SİYASETTEKİ MESLEĞİ
Üstadımız, siyaset noktasındaki mesleğini en veciz şekliyle yine kendisi, “siyasette muktesit meslek” tabiri ile tanımlamıştır.
“İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşat eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemal’in ‘Rüya’sıyla2 uyandım. Lâkin maatteessüf, sû-i tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arap’tan sonra İslâmiyet’in kıvamı olan Etrak’ı tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasîyi ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi, “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse (ilâ âhir)”3’i hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki, “Kim hükmetmezse” bîmânâ “Kim tasdik etmezse”dir. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan hükümete itiraz ederlerdi; lâkin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte, şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır.
“İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüt edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zail oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mutekit Müslümanlardır.
“Elhâsıl: Hükümete hücum edenler, bazıları ‘Haydo, Haydo’ derlerdi, bazıları ‘Haydar Ağa, Haydar Ağa’ derlerdi; ben ‘Haydar’ derdim, şimdi de ‘Haydar’ diyorum, vesselâm.”4
Metinden de anlaşılacağı üzere, daima olması gerektiği gibi, siyaset yaparken de takınılacak tavır hakperest tutum olmalıdır. Ne yıkıcı tahrip edici bir muhalefet, ne de en küçük bir tenkide tahammülsüzlük gösteren iktidar…
Bu tutumun devlet yönetimi ve siyaset sahnesine yansımasını sağlayan cereyanın, Cumhuriyetten önce “Ahrarlar,” sonrasında da “Demokratlar” olduğu hatırlanmalıdır.
Bediüzzaman’ın, siyaseten demokrat misyonu tercihi, cumhuriyetten önceye dayanır. Meşrutiyeti din namına alkışlamasından tutun, İttihat ve Terakki’yi hürriyet ve meşrutiyet mücadelesinde desteklemesine, 1957 seçimlerinde hasta olmasına rağmen oyunu, açıktan Demokrat Parti için kullanmasına kadar uzanan, yaklaşık yarım asırlık bir süre boyunca Bediüzzaman, hep demokrat misyonu tercih etmiştir.
Hürriyetçilikleri, politika anlayışlarının itidalli oluşu, iç ve dış politikada maharetleri bu seçiminde etken olmuştur. Her dönemde baskıcı yönetimlere karşı, ancak böyle bir anlayışın iktidarda bulunmasıyla, din ve dindarlar lehine gelişmeler olacağını söylemiş ve demokratların iktidarda kalmalarının temin edilmesini vatan, millet ve Kur’ân hesabına, talebelerinden ve dindarlardan istemiştir.5 Aslında Üstadımızın tutumunda dikkat çekici önemli bir nokta, “hürriyet” kavramına verdiği değerdir. İmanın hassası olarak tarif ettiği “hürriyet” kavramını, siyasetteki tutumunu belirlerken de mihenk olarak kullanmıştır. Osmanlıdan itibaren, “sözde değil, özde hürriyetçi anlayış” olarak, önce Ahrarları, Cumhuriyetten sonra da, Demokrat Parti’yi hürriyetçi, demokrat misyon olarak görmüş ve desteklemiştir:
“Hususan oradaki eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok dua ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.”6
Üstadımız bu ifadesinde demokrat, ahrar ve hürriyetperver kelimelerini peş peşe kullanıyor. Ahrarları “hürriyetçi” olarak tanımlıyor ve bu vasıflar için “Demokrat” ismini kullanıyor. Bu tutumu ile Demokrat Partinin Osmanlıdaki Ahrar Partisi ile ilişkisini kurduğu gibi “hürriyetçi” sıfatını her ikisi için de kullanmış oluyor. Böylece Demokrat Partinin siyaset geleneğini, Osmanlı döneminden başlayarak müfrit akımlardan ayrı tuttuğunu belirtiyor. İttihat ve Terakki’nin zorba, müstebit kısmından ortaya çıkan CHP’nin de tahribatını tamirle görevli olduğuna dikkat çekiyor. Nur ve Nurcuları takdirlerinden memnuniyetini ifade ile başarıları için dua ediyor.
Bu mektubun sonunda Üstadımız, çok dikkat çekici bir ifade kullanıyor. Ahrarlar olarak adlandırdığı demokratlardan, CHP ve “tek adam yönetimi”ni kastederek, mutlak istibdadı kaldırıp Kur’ân’ın tarif ettiği hürriyet anlayışının yerleşmesine sebep olmalarını beklediğini söylüyor.
Üstadımızın hürriyetçi Ahrar ve
Demokratlara desteğinin sebep ve delilleri
Önce hürriyet
“…Hem de, yirmi senelik İslâmiyet’in bir fedaisi de demiştir: ‘Hürriyet, Rahman’ın ihsanıdır, zira o imanın bir hassasıdır.’
“Sual: Nasıl hürriyet imanın hassasıdır?
“Cevap: Zira rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...”7
İman, cüz’i iradenin sarfıyla ilgilidir. Hürriyetsiz cüz’i irade söz konusu olamayacağına göre hürriyet imanın da esasıdır.
Cüz’î iradesini sarf ederek imanı elde eden insan, artık Kâinat Sultanına bağlanmıştır. Başkasına boyun eğmez ve başkasının tahakkümünü kabul etmez. İmanın bir gereği olan şefkat de başkasının hürriyet ve haklarına tecavüz etmesine mani olur. Bu durum, hürriyet ve şefkat duygularının bileşkesinden ortaya çıkan bir fazilet halidir.
Tam burada, demokrasi tariflerinden birini hatırlayalım:
“Demokrasi fazilet rejimidir.”
Yani hak ve hukuk noktasındaki hassasiyetlerini, sadece kendileri ile sınırlamamış insanların rejimidir.
İşte hürriyet ve fazilet arasındaki ilişki…
Bu ilişkinin temelinde, Kâinatın Sultanına bağlanma, yani iman yattığına göre, fazileti arayan demokrasi ile iman temelli bir hürriyeti tarif ve emreden Şeriat, yani Kur’ân ahkâmı arasında paralel bir ilişkiden söz etmek mümkün ve makuldür. Bu, daha sade bir anlatım ile İslâmın demokrasi ile bağdaşması demektir.
İşte böyle bir istikametli tutumu sağlayan hürriyet, Cenâb-ı Hakkın Rahman isminin bir lütfudur. Çünkü Rahman ismi, bilhassa canlılar âleminde, en çok Rezzak, yani “bütün varlıkların muhtaç oldukları maddi-manevi rızkı veren” anlamı ile yansır. Bu yüzden Üstadımız, “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam”8 demiştir. Yani hürriyet öyle bir rızıktır ki, insanın bedeni için lâzım olan ekmekten önce gelir. Zira köleleşmiş, istibdat altında maddi-manevî değerlerini, haysiyetini kaybetmiş bir insan, ne derece yaşıyor olabilir? Cesedinin ayakta durması, “insan”lığını izhar için yeterli midir?
Nasıl bir hürriyet?
“Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun. ‘Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim’9 nehyinin sırrına mazhar olsun.”10
Üstadımız, kişinin meşrû hareketlerini, adalet ölçüleri ile yapılmış ve hukukun üstünlüğüne dayalı kanunlar haricinde hiç kimsenin, zümrenin, grubun sınırlayamadığı bir hürriyet ortamını tarif etmektedir.
Ancak insan, bu “meşru hareketler”in sınırlarını önce kendi nefsinde çizmelidir. Bunun da yolu herkesin abdullah, yani Allah’ın kulu olduğu gerçeğini özümsemesi ile mümkündür:
“İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.”11
Hürriyet, meşrutiyet,
cumhuriyet, demokrasi çizgisi
Üstadımız, 1908’de ilan edilen Meşrutiyeti İslamiyet adına alkışlayarak, hürriyete verdiği önemi bir başka şekilde göstermiştir. Bu tutumu, vefatına kadar da devam etmiştir. O yüzden Meşrutiyeti, “cumhuriyet ve demokratlık” anlamında kullandığını, daha sonra şöyle belirtmiş ve her üç kavrama da, “hürriyetçilik” adına sahip çıkmıştır:
“Cumhuriyet ki, (o zaman Meşrutiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.”12
“Ey Mebusan! Uzunluğu ile beraber gayet muciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnâbında îcaz var. Şöyle ki: ‘Cumhuriyet ve demokrat manasındaki meşrutiyet ve kanun-u esasi denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet…’”13
Metinlerden de anlaşılacağı üzere Üstadımız, meşrutiyet, cumhuriyet ve demokratlık14 kelimelerini kendi tarif ettiği “hürriyetçi anlayış” çerçevesinde kullana gelmiştir. Günümüzde onun bu anlayışını ifade eden kelimeler demokrat, demokratlık, ya da teknik olarak doğru kullanım şekli ile demokrasidir. Bundan böyle, her üç kavramı ve temsil ettikleri “hürriyetçilik” anlayışını temsilen, biz de demokrasi kelimesini kullanacağız.
Kur’âni esaslar açısından demokrasi
Hürriyeti imanla bağlayan ve insanı, Allah’ın kulu olmaktan başka hiçbir kayıtla sınırlamayan bir bakış, elbette, temelini insan hak ve özgürlüklerine dayamış bir yönetim sistemini, din açısından olumlu bulacaktır. Hatta böyle bir yönetim modelini, alışkanlık halinde süregiden istibdat dönemlerinde ortaya çıkınca alkışlayacaktır.
“Şeriatı-hâşâ ve kellâ-istibdada müsait zannettiklerinden… Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade Şeriat namına alkışladım.”15
Üstadımızın bu tavrı doğru ve meşrudur. Zira “sarahaten, zımnen ve iznen” dört hak mezhepten çıkarılacak delilleri öne sürerek, aksini savunanlara meydan okumuştur.
“Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira hakaik-ı Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâvâ ettim.”16
“Demek Meşrutiyeti, delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilâf-ı şeriat telâkki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim.”17
Üstadımız bu tutumu ile meşrutiyeti, yani cumhuriyeti, yani demokratlık adı ile demokrasiyi Kur’ânî delillere dayandırmıştır. Çünkü anayasa, meclis, kanun üstünlüğü, adalet, eşitlik gibi demokratik esasların açık hükümler halinde veya işaret edilerek, ya da izinle dört mezhebin bünyesinde bulunduğunu beyan ve ispat etmiştir.
(Devam edecek)
Dipnotlar:
1- Hutbe-i Şamiye, s. 97.; 2- Namık Kemal’in 1908’de Mısır’da neşrolmuş “Rüya” adlı makalesi; 3- Maide Sûresi: 44, 45, 46; 4- Münazarat, s. 123-126; 5- Emirdağ Lahikası, s. 422-423; 6- A.g.e., s. 267; 7- Münazarat, s. 59. 8- Tarihçe-i Hayat, s. 408 9- Âl-i İmrân Suresi: 64. 10- Münazarat, s. 57. 11- Hutbe-i Şamiye, s. 93. 12- Divan-ı Harbi Örfi, s. 65. 13- A.g.e., 69. 14- Bu kelime, dil bilgisi açısından “demokrasi rejimini benimseme”nin isim hâlidir.
15- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 24. 16- A.g.e., 25. 17- A.g.e., 22.
|