|
|
Mikail YAPRAK |
Elde Kur’ân gibi... |
|
Avrupa’yı yakînen tanımak için orada yaşamış olmak yetmiyor. Öyle olsaydı, on sekiz seneden fazla bir zamandır Avusturya okullarında eğitim görevinde bulunan biri olarak, “Avrupa şöyledir, böyledir” diye kesin çizgilerle fikir yürütmemiz mümkün olurdu. Gerçi toptancı bir hüküm, her mesele ve her ülke için zordur. İslâm ülkeleri dahil, hangi bir ülke vardır ki, kanun ve yönetmelikleriyle, yaşayışıyla, “İşte insanlığın saadet ve kurtuluşuna örnek teşkil edecek ülke” diyebilelim.
Avusturya devleti, 1912’den beri İslâm dinini resmen tanıyor. Bu tanımanın gereklerini devlet olarak yerine getirmeye çalışıyor. Bu ülkede yaşayan farklı milletlere mensup 400 binden fazla Müslüman, büyük zorluklarla karşılaşmadan, imanın ve İslâmın esaslarına uygun yaşama tercihi adına uygulama alanı bulabiliyor. Ama kiliseye ve Hristiyanlara tanınan kolaylıkların bir kısmından Müslüman kitlenin kısmen mahrum olmasının hallini de zamana bırakmak gerekir herhalde. Yükselen muhteşem kiliselere nisbeten, az da olsa minareli cami talebi; kilise çanlarına bakarak, ezan sesinin dışarıya verilmesi arzusu, Cuma’ya izin ve dinî tatiller gibi meseleler, Müslüman kitlenin zamana bıraktığı sessiz talepleridir.
«««
Avrupa’da zaman zaman nükseden; İslâma ve Peygamber Efendimize hakaret hastalığına gelince; bugüne kadar, bunların politik olduğu ve medyada meşhur olmak isteyen ruh hastalarının işi olduğu ortaya çıkmıştır. Ve bunların ahiretteki hesapları bâki kalmakla beraber, dünyada bile cezalarını çekmişlerdir. Danimarka’daki hakaretçinin akibetini biliyorsunuz. Avusturya’daki da hem kamuoyunda, hem de kanun karşısında cezasını buldu. Yaratan, bilmez mi hiç, yarattığı mahlûkun ne “mal” olduğunu? Elbette ki mahlûkunun mahiyetini ve bütün inceliklerini en iyi bilen Odur. Evet, Odur ki, insanı “ahsen-i takvim” tabiriyle en güzel surette yaratmak ve ona en mükemmel duygu ve cihazları vermekle beraber, onu en şiddetli imtihana tâbi tutmuş, en ağır mes’uliyeti omuzuna yüklemiştir.
Hakikat birdir, değişmez. Dinin özü de, Rabbül-âlemîni tanımak ve Ona hakikî kul olmaktır. Bütün Peygamberler buna çalışmış ve her alanda insanlığa rehber olmuşlardır. Herşeyi gören ve bilen; geçmiş, hal ve gelecek zamanları bir anda nazar-ı kudsîsinde bulunduran Allah, hiç hak ve hakikatte kopukluğa müsaade eder mi? Bütün Peygamberlere gönderilenlerin biribirini tasdik etmesi ve tamamlamasının ötesinde bir alelâdeliğe-hâşâ-müsaade eder mi?
İki bin yıl önce Hazreti İsa’yı, bütün mucizelerine rağmen inkâr edip çarmıha germeye kalkışanlar, dünya ve insanlık nazarında ne elde ettiler ki, bugün Hazreti Peygamberimizi inkâra kalkışanlar da onu elde etsinler... Acaba Hazreti Muhammed’i (asm) hak Peygamber olarak tanımanın ötesinde başka bir çıkar yolları var mı?
Din bizatihî mukaddestir. Dinin mukaddesleri, mukaddes kaynakları vardır. Bâtıl inanışlar, tarihte “din” gibi algılanan arzî yönelişler ve dogmalar bahsimizden hariçtir. Zaten dinin, bizzat Allah tarafından vahiy tarikiyle, nebi ve resul aracılığıyla insanlara ulaştırılmış olması, dini kudsîleştiren husustur. Âdem Aleyhisselam’dan, ta Peygamber silsilesinin son halkası olan Hz. Muhammed’e (asm) kadar nebiler ve resuller aracılığıyla gelen bütün İlâhî emirler, neticede İslâmiyet olarak tamamlanmış ve vahiy kapıları da kapanmıştır.
İnsanlıkla beraber var olan ve asırlara, kavimlere, coğrafyalara göre değişen bütün şeriatlerin hakikî tarifleri Kur’ân’da mevcuttur. Başka açıdan, başka zaviyeden bakanlar hakikatı bulamazlar. Büyük Üstad ne güzel diyor:
“Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i baki varken,/ Başka bürhan aramak, aklıma zait görünür./ Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken,/ Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ender görülen kahramanlıklar |
|
Çanakkale Savaşlarının meydana geldiği yerleri ziyaret edenlerin duraklarından biri de Yahya Çavuş şehitliğidir. Burası destanlık kahramanların bulunduğu bir yer. 18 Mart Deniz Zaferinin yenilgisini içlerine sindiremeyen İngilizler, 24-25 Nisan 1915’te buradan, yani Ertuğrul Koyundan çıkarma yapmaya yelteniyorlar. 26. alay ve 3. tabura bağlı 67 kişilik bir takım kahraman asker, onca düşmana göğüs geriyor, öylesine cengâverlik gösteriyorlar ki, İngilizler burada bir tümen bulunduğunu sanıyorlar. Tabur komutanı Mahmut Beyle asteğmen Hüseyin burada şehit düşüyorlar.
Ömrünün önemli bir bölümü savaşlarda geçen Galiçya ve Balkan Savaşlarına katılan Ezineli Yahya Çavuş’un burada gösterdiği kahramanlık dillere destan. 28 yaşındaki bu cesur insan bacağı koptuğu halde silâhını bağlayıp savaşa devam ediyor, kanlarının son damlasına ve son ere varıncaya kadar arkadaşlarıyla birlikte çarpışıyor. 48 saat süren yoğun mermi yağmuruna göğüs gerip binlerce İngiliz askerini öldürdükten sonra 27 Nisan’da şehitliğe kavuşuyorlar. 3000 kişilik koca bir İngiliz tümeni burada çok büyük zâyiatlar veriyor.
Bir şâir Yahya Çavuş’un destanlaşan bu kahramanlığını âbideye nakşedilen mermerde şöyle kıtalaştırmış: “Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuştular / Tam üç alayla burada gönülden vuruştular. / Düşman tümen sandı bu şaheser erleri, / Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular.” Çanakkale daha nice olağanüstü olayların sergilendiği bir meydan. İngiliz Kraliyet Alayının bulunduğu Mestan tepesi hiç de unutulacak cinsten değil. Çanakkale’de Anzak Suvla Koyunda 267 kişilik İngiliz Kraliyet Norfolk Alayının komple, garip soluk renkte bir bulutla ortadan kaldırılıp âdetâ yutuluşu, uygun adım yürüyüşle içine girdikleri buluttan sonra çıkarma yapacakları 60. tepeye hiçbir askerin geçmediği, bizzat Yeni Zelandalı görgü şahitlerinin beyanlarıyla sabit. Bu alaydan ölü diri hiçbir ize rastlanmamış, onları alıp götüren bulutun Trakya tarafına doğru ilerlediği görülmüş. Bu da Allah’ın bu masum milleti tamamen bir inayeti.
Diğer bir can alıcı nokta da şu: İtilâf devletleri Gelibolu yarımadasına en kestirme ve kolay yoldan çıkarma yapmayı plânlamış, bunun için de şamandıranın bulunduğu Kabatepe’yi nirengi noktası olarak tayin etmişlerdi. Ne var ki bu kuvvetlerin çıkarma günü rüzgârla veya askerlerin gayretleri sonucu ilerdeki koylara doğru kaydırılması başka bir inayet. Sarp dik tepelerin bulunduğu, bizim için savunmaya daha elverişli tepelerden çıkarma yapmak zorunda kalan düşman tabiî ki ciddî ölçüde de zayiat vermiş, muradlarına erememişler.
Evet, Çanakkale hep böyle inayetlerle dolu bir zafer.
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İlm-i ledün üzerine |
|
Ceyhan Bey: “İlm-i ledün nedir? Önemi nedir? Delilleri var mıdır? Kimlere verilir?”
İlim sıfatı Allah’a ait bir sıfattır. Alîm olan, her şeyi kayıtsız şartsız bilen, ilmi gaybı ve şehadeti ile bütün kâinatı kuşatan ve ilmi sonsuz olan Allah’tır. Kur’ân bildiriyor ki: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa Allah bilir. Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında hiçbir dâne yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki,—apaçık bir kitapta bulunur—Allah onu bilmesin.”1
İnsanın bilgisi, Allah’ın sonsuz ilmi yanında hiç mesabesindedir. İnsanlar ancak Allah’ın bildirdiği kadar bilirler. Bu bağlamda insana, meleklerin dediği gibi “Allah’ım! Seni tesbih ederiz, Senin bize bildirdiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphe yok ki sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Sensin!”2 demekten başka bir şey yakışmaz.
İnsanın iki türlü bilgi edinme yolu vardır: 1-Kendi kesbi ile (Kendi gayret ve çabası ile) 2-Allah’ın vehbi ile (Allah’ın doğrudan kendisine ilim vermesi sûretiyle)
İnsan zahirî ilimleri, yani varlıkların bize bakan, sebeplerle izah edilen yönünü kendi aklı ile; yaşayarak, görerek, okuyarak, tecrübe ederek, bilgi edinerek öğrenir. Buna kendi çabamızla elde ettiğimiz bilgiler manasında kesbî ilimler diyoruz.
Vehbî ilimlere gelince… Bâtınî ilimler de denen, varlıkların içyüzünün bilgisini ise insan kesbiyle değil; Allah’ın vehbiyle, yani öğretmesiyle öğrenir. Nitekim Kur’ân, “Allah Âdem’e esmayı öğretti”3 buyurmuştur. Anlaşılıyor ki insanlık, Hz. Âdem’den beri Allah’ın güzel isimlerini, bu güzel isimlerin varlıklar üzerindeki tecellilerini, varlıkların fizik ötesi boyutları bulunduğunu ve bu boyutların ancak Allah’ın lütfu ile öğrenilebileceğini öğrenmiş bulunuyor.
İlm-i ledün kavramı, Kehf Sûresinin 65. âyetinde geçen bir kavram nedeniyle fikir dünyamıza girmiştir. Söz konusu âyette Allah (cc) buyuruyor ki: “Nihayet kullarımızdan bir kul (olan Hızır’ı) buldular ki, biz ona, katımızdan bir vahy vermiş ve katımızdan (gayblara dair özel) bir ilim öğretmiştik.”4 Bu âyette geçen “Allemnâhu min ledunna ilma” kelimesi “Ona katımızdan bir ilim öğrettik” demektir. Ki, ledün kelimesi bu âyetten alınmış ve gayba ait özel bir ilim alanı olarak zihinlerde yer etmiştir.
Asla bakarsanız; zahirî olsun, batınî olsun, kesbî olsun, vehbî olsun, bütün ilimler Allah’a aittir ve Allah katındandır. Ve yine kelimenin aslına bakarsanız, peygamberlere vahiy yoluyla gelen bütün ilimler ledünnî ilimden sayılır. Çünkü bütün vahiyler Allah katındandır. Fakat ledün kelimesi, İslâm düşünce tarihi boyunca, zahiri bilgilerle ulaşılamayan, eşya ve olayların perde arkası ve perde ötesi ile ilgilenen özel bir ilim dalının adı olarak kullanılagelmiş ve bu kullanışla da kavramlaşmıştır.
Ledünni alan, Allah’ın hususi kullarına öğrettiği hususi bir alandır. Meselâ Kehf suresinde Hz. Musa (as) ile bir gemiye binen Hz. Hızır’ın (as) macerası hikâye edilir. Hz. Hızır (as) durup dururken bindikleri gemiyi deliyor. Bunun sebebini de Hz. Musa’ya (as) daha sonra şöyle açıklıyor: “O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.”5 Hz. Hızır (as) ileride olacakları ledünni ilmiyle keşfederek gemiyi yaralıyor; böylece yoksulları zalim kralın hışmından koruyor.
Keza, Hz. Süleyman’a ve Hz. Davud’a (as) kuşların dilinin öğretilmesi6, Hz. Süleyman’a (as) rüzgârın, cinlerin ve şeytanların itaatkâr kılınması7, Hz. Davud’un (as) dağları, taşları ve kuşları zikirle konuşturması ve demiri yumuşatması8, Hz. Yusuf’a (as) verilen rüyaların yorumu ilmi9, Hz. Yakub’un (as) Hz. Yusuf’un (as) yaşadığını biliyor olması10, Peygamber Efendimiz’in (asm) Hendek savaşında kazı sırasında Kisra ve Bizans saraylarının yıkılacağını ve İslam topraklarının genişleyeceğini görmesi ve ümmetini müjdelemesi peygamberlerin mazhar oldukları ilm-i ledün örneklerinden sadece bir kaçıdır.
Ledün ilmine evliyadan da mazhar olanlar olmuştur.
İlm-i ledünnün sayılarla ilgili alanına Cifir ilmi denmiştir. İlm-i ledünne mazhar olan ve Cifir ilmine hâkim olan Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân ve imân esaslarının hakikatlerini kesin delillerle ümmete ders vermek hizmetinin, ilm-i cifir gibi gizli ilimlerin yüz derece daha üstünde bir meziyeti ve kıymeti olduğunu ifade ederek, bu kudsî vazifede Kur’ân ve imân esasları gibi kesin ve muhkem delillerle bildirilen hakikatlerin sû-i istimâle meydan vermediğini beyan ediyor ve Risâle-i Nur’da ilm-i cifrin ihtiyaca göre kullanıldığını bildirerek, bu ilmin herkesçe kullanılmasına izin vermiyor.11
Dipnotlar:
1- En’am Suresi: 59, 2- Bakara Suresi: 32, 3- Bakara Suresi: 31, 4- Kehf Suresi: 65, 5- Kehf Suresi: 79, 6- Neml Suresi: 16-17, 7- Enbiya Suresi: 81-82; Sebe Suresi: 12, 8- Sebe Suresi: 10-11, 9- Yusuf Suresi: 21, 10- Yusuf Suresi: 87, 11- Lem’alar
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Mahallî siyaset var mı? |
|
Bilhassa "mahallî seçim" zamanlarında okuyucularımız tarafından en çok yöneltilen sorulardan biri de şudur: "Bizim genel siyasî duruşumuz bellidir. Ahrar–Demokrat çizginin doğruluğundan bir şüphemiz yok. Ayrıca, 'Demokrat Nur Talebesi' olmakla da iftihar ediyoruz. Ancak, mahallimizdeki Demokrat Partinin belediye başkan adayı zayıf görünüyor. Kazanma şansı yok gibi. Bu durumda ne yapmamız lâzım? CHP'li adayın kazanmaması için, onun karşısındaki en güçlü aday hangi partiden olursa olsun, onu desteklemek gerekmez mi? Ne dersiniz?"
Benzeri mülâhazalar, genel seçim dönemlerinde de öne çıkıyor: "Aman oylar dağılmasın ki, Halkçılar kazanmasın. Aman oylarımızı en büyük partiye verelim ki, CHP iktidara gelmesin."
Şüphesiz ki, bu mülâhazanın dayandığı gerekçe önemlidir. Asla küçümsemiyoruz. Ayrıca, Lâhikalar'da da önemle nazara verilen bu gerekçe, Üstad Bediüzzaman tarafından şu mânâda ifade edilmiştir: "Komünistliği, dinsizliği ve ifsat komitelerini terviç eden Halk Partisine karşı, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Bunu da, Demokratlardan bir hayır beklemek değil, belki dehşetli cereyanlara siyasetlerince muarız oldukları için yapıyoruz." (Emirdağ Lâhikası, s. 424)
Demek ki neymiş? Demokratlar, siyasî meslekleri icabı muzır cereyanlara karşı oldukları için, onlara destek veriliyor.
Yirmi yedi sene müddetle tek başına iktidarda olan ve totaliter bir dikta rejimi ile ülkenin mukadderatına hükmeden Halk Partisini milletin hür iradesiyle iktidardan uzaklaştırmak, şüphesiz ki fevkalâde mühim bir hizmettir. Üstelik, bu hizmet Demokrat Parti marifetiyle yapılmış ve öyle de yapılması istenmiş; yani, böylesi bir hizmet, Risâleler'de bir başka partiden istenmemiş ve beklenmemiş. Bu işi Demokratlar yapar ve yapabilir denilmiş.
Ancak, buna rağmen, Üstad Bediüzzaman'ın siyaset âlemiyle yakından alâkadar oluşunun en öncelikli sebebi ve en mühim gerekçesi başkadır: Dini siyasete âlet etmemek ve ettirmemek...
Yanlış anlaşılmasın. "Halkçıları iktidara getirtmemek ve Demokratları iktidar mevkiinde muhafaza etmek", asla ve kat'a küçümsenecek hususlar değil.
Sadece diyoruz ki, bunlar ikinci ve üçüncü derecedeki gerekçeler olabilir.
Birinci ve en mühim gerekçe, umumun mal–ı mukaddesi olan din–i İslâmın siyasete âlet edilmemesine ve ettirilmemesine çalışmaktır. Zira, en büyük mefasit, en azim tehlike, en büyük vebâl, dinin dünyaya ve siyasete âlet edilmesidir.
İşte, Üstad Bediüzzaman'ın da "Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum var" diyerek hatırlatmış olduğu en büyük vazifesi, bu mefasidi def'etmek ve bu büyük tehlikeyi bertarar etmeye çalışmatır.
Nitekim, hem 1909'da, hem de 1949'da aynı endişe ile hareket geçmiş ve eski İttihad–ı Muhammedi ile şimdiki İttihad–ı İslâm'dan olan kardeşlerinin yanlış bir yola sapmaması için, siyasete bakmaya ve yakından alâkadar olmaya mecbur kalmıştır. (Bkz: 1909'la irtibatlı Divân–ı Harb–i Örfî'deki "Yedinci Cinayet" ile Tarihçe–i Hayat isimli eserin—1949'da vuku bulan—Afyon hapsiyle ilgili 490. sayfasına.)
Bu genel ölçüleri hülâsaten hatırlattıktan sonra, gelelim "mahallî siyaset" meselesine...
* * *
Hemen ifade edelim ki, Nur Külliyatının hiçbir yerinde "mahallî siyaset" adına ayrı ve farklı mânâda herhangi bir ölçü veya kritere rastlamış değiliz. Gördüğümüz ve anladığımız kadarıyla, ölçü ve prensiplerin tamamı "genel siyaset" çerçevesinde nazara verilmiştir.
Dolayısıyla, Nur Talebeleri için iki ayrı siyaset telâkkisi ve ölçüsü söz konusu değildir. Bu da demektir ki, genel siyaset için ihdas edilen ölçü ve prensipler, mahallî siyaset için de aynen geçerlidir.
Ayrıca, hükümetlerin veya belediyelerin ifâ etmiş oldukları yol, su, elektrik işleri, kaldırım işleri gibi hizmetler, Nur Talebeleri için birer tercih kriteri değildir. Bunlar halkın ve avamın tercihini etkileyen faktörlerdir.
Kaldı ki, hükümet ve belediyeler, bu gibi hizmetleri zaten yapmakla mükelleftir. Bunları yaparken de, kendi ceplerinden bir harcama yapmıyorlar, babalarının mirasından harcamıyorlar. Halk, bu gibi hizmetleri kim daha iyi yapıyorsa, onu destekler, onu tercih eder. Bizim tercih kriterlerimiz ise, bu gibi şeyler değil.
* * *
Öte yandan, Halkçıların tehlikesi karşısında "oyların bölünmesi endişesi"ni en ziyade yaşayanların başında Nur Talebeleri geliyor. Onların dışındaki siyasiler, cereyanlar, cemaatler ve grupların hemen hiçbiri, oyların bölünmesi endişesini yaşamış değil. Acı gerçeğin 60 senedir bu merkezde olduğunu yakinen müşahade ediyoruz.
1948'de kurulan ve 1950 seçimlerine vargücüyle asılan Millet Partisinin kadroları ve fikir babaları, bütün kuvvetiyle Demokratlara yüklenmişler. DP ile CHP'yi bir tutmuşlar, al birini vur ötekine demişler, hatta zaman zaman "DP, Halk Partisinden daha zararlıdır" demişlerdir. (Bkz: Haftalık Sebilürreşad mecmuasının 1948–1953 yıllarında çıkan 1–150. sayıları.)
Emin olun, aynı düşünce ve zihniyetin sahipleri Erbakan'lı siyasetin bütün zamanlarında aynısını yaptıkları gibi, aynı Millet Partisinin ana damarlarından beslenen MHP, ANAP ve AKP'deki siyasetçiler ve fikrî müdafileri de bugüne kadar hep aynısını yapageldiler. Elinsaf yahu! Ömrü billah bölünme endişesini taşımayanlar hakkında, böylesi bir endişeyi taşımak doğru olur mu? Buna hiç lâyık olurlar mı?
Halkçılar ise, Üstad Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, bu asil millet onları hiçbir zaman tek başına iktidara getirmez.
Kaldı ki, vaktiyle komünizm tehlikesini içinde barındıran bu partinin bel kemiği, 1977 ve '79 seçimlerinde kırıldı. Nur Talebeleri sayesinde o zulûmat dağtıldı. Bir daha eski kuvvetini kazanması imkânsız hale geldi. Oy nisbeti yüzde 40'ların üzerinden yüzde 20'lerin altına indi.
Esasen, bu realiteyi fark eden derin odaklar, 1980 darbesini yaptıktan sonra, Kemalizmi CHP'nin omuzlarından alarak dinde hassas, muhakemesi zayıf dindar siyasetçilerin sırtına yükledi.
Özde ve misyonda Ahrar–Demokrat olmayan bu dindar siyasetçiler, el'an CHP'den daha fazla Atatürkçü olduklarını hemen her vesileyle, üstelik en yüksek perdeden ilân edip duruyorlar. Başbakan dahil, yardımcılarından Başmüzakereci Egemen Bağış ile yakın zamanda CHP'den AKP'ye geçen Adana milletvekili Atilla Başoğlu da, en Atartürkçü partinin kendi partileri olduğunu kamuoyuna deklare ettiler de, buna içeriden olsun bir tek itiraz vuku bulmadı.
Hasılı: İsteriz ki, herkes kendisi olsun, kendine yakışanı yapsın; siyaset sanatı da, takiyyelerle değil, temelde var olan ölçü, kıstas, misyon ve temayüllere dayalı cenahlarda icra edilsin. Yani, hatlar değişmesin, yollar başkalaşmasın; misyon ile vizyonlar karıştırılmak sûretiyle, sâfi zihinler bulandırılmasın...
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yıllar yılları kovalamıştı.
Osmanlı teknolojiyi yakalayamayınca, beklenen akıbet yavaş yavaş kendisini gösteriyordu.
Çanakkale, bir sonun başlangıcı olmuştu.
Osmanlı aydınlarının kimlik bunalımı neticeyi değiştirmemişti.
Vatan toprakları bir bir elden çıkıyordu.
Düşman son darbesini Çanakkale’de vurup Osmanlı’yı tarih sahnesinden silmek istiyordu.
Ve neticenin çok kolay olacağından emindiler.
Fakat onların hesap edememediği bir şey vardı.
Bu milletin azmini,
Bu milletin kararlılığını,
Bu milletin kahramanlığını,
Bu milletin imanını...
Düşman, bütün birikimini Çanakkale’ye getirmişti.
Ordumuz bir destan yazmıştı Çanakkale’de.
Gövdesi siper,
İradesi kalkan olmuştu.
Kahraman kumandanları,
Genç fidanları,
Kimi evli,
Kimi nişanlı...
Nice vatan evlâdı işte bu anlamda Çanakkale’yi yaşadılar.
Çanakkale sadece Çanakkale’de yaşanmadı.
Doğuda, batıda, güneyde, kuzeydeki Müslümanlar, bu harbe, gönülleri ve kalpleri ile, hâlis duâları ile iştirak ediyorlardı.
Çanakkale yorgun ve de bitkin bir milletin yeniden şahlanışı idi.
Ölüme koşarcasına giden bir çağlayandı onlar.
Ölüm, onlar için en büyük makam olan şehitliği, hayatta kalanlara ise gazilik makamını kazandırdı.
Conk Bayırı, Seddülbahir sırtları, Anafartalar meydanı şehit kanları ile sulandı.
Çanakkale’yi iyi okumak gerekiyor.
Çanakkale’yi maddeten geçemeyen düşman, bu milleti ruh ve mânâ yönünden yıkmayı denedi. Lozan’da yapılan gizli pazarlıklar neticesinde en dehşetli planlar hazırlanmış, ülkedeki taşeronlar aracılığı ile istiklâliyetimiz pazarlık konusu yapılmıştı.
Bu millet, bu planın ezici baskıları ile hâlâ sancılar çekmektedir.
İnsanların, inancı sebebiyle horlandığını,
Başörtülü oldukları için okullara alınmadığını,
On beş yaşına kadar olanların Kur’ân öğrenmesinin yasak olduğunu...
Çanakkale gazi ve şehitlerinin bilmesi ne kadar acı verir, onu siz kıyas ediniz.
Her şeye rağmen Çanakkale yine geçilemiştir.
Bu millet yine maneviyâtına sahip çıkmıştır ve çıkacaktır.
Sen rahat ol ecdadım,
Senin mânevî mirasına sahip çıkıyoruz.
Ruhunuz şâd olsun.
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Nurcular ve AKP (3) |
|
Bundan üç yıl önce, 2006 yılının ilk günlerinde Türkiye gündemine taşınan bir “Müslüman Kalvinistler” tartışması vardı. Bu benzetme, Soros’un finanse ettiği Avrupa İstikrar İnisiyatifi adlı kuruluşun raporunda Anadolu girişimcileri için yapılıyor; kapitalizmin doğuşunda Protestan Kalvinistlerin oynadığı role atıfta bulunulurken, benzer bir rol Anadolu işadamlarının inanç ve fikir dünyasında çok etkin olan Nurculara izafe ediliyordu.
Bu çerçevede, sayıları 5-6 milyon olarak verilen Nurcuları “Müslüman Kalvinistler,” Said Nursî’yi “İslâm Kalvinizminin fikir öncüsü” olarak niteleyip, sonra bu “liderliğin” Fethullah Gülen’e geçtiğini iddia eden yazılar dahi yazıldı.
(Örnek: Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 26.1.06)
Son dönemde Gülen hareketine keskin eleştiriler yönelten Prof. Dr. Hakan Yavuz’un, daha öncesinde “İslâm Kalvinizmi”nin evvelâ Anadolu’daki sufilik akımına ve bilâhare Nurculuk hareketine dayalı olarak geliştiğini öne süren tezler hazırladığı ve Anadolu girişimciliğine yaslanan AKP’nin dayandığı toplumsal tabanın da bu adresler olduğunu iddia ettiği biliniyor. Ki, yukarıda bahsi geçen raporun belli başlı mehazlarından biri de yine Yavuz’un yazdığı etüdler.
Buradan gelmek istediğimiz nokta şu:
“Siyasal İslâm”ın toplumsal tabanı, yakın zamanlara kadar tarikat menşeli cemaat yapılanmalarıydı. Erbakan, rahmetli Zahid Kotku’nun müridiydi. (Esad Hoca döneminde ilişkileri bozuldu.) Özal da dergâhla irtibatı olan bir kişiydi.
Erbakan ve Özal’ın başında bulunduğu partiler, Nurculardan destek alamadı. Gerekçeler, millî görüş partisinin “din adına siyaset” iddiasıyla ortaya çıkması ve ANAP’ın 12 Eylül ürünü bir parti olarak ihtilâlin sivil uzantısı olmasıydı.
Buna karşılık, diğer cemaatlerin çoğu, 80’lerde ANAP’a, 90’larda yeni bir açılım sürecine giren RP’ye yöneldi. Verilen bu desteğin karşılığı bazı cemaatlere devlet imkânlarının cömertçe kullandırılması ve holdingleşme yolunun açılması şeklinde tezahür etti. Ama sonra bunun bedel ve faturası da çok ağır bir şekilde ödendi.
Geçenlerdeki Adana ziyaretimizde tanıştığımız, hizmetini Kur’ân eğitiminde yoğunlaştıran bir cemaat mensubunun, “RP’yi desteklememizin bedelini, 28 Şubat’ta sadece bir şehirde 30 kursumuzun kapatılmasıyla ödedik” sözü, bunun düşündürücü örneklerinden yalnızca biri.
Öncesindeki mütevazi yayıncılık hizmetlerini Özal desteğiyle, TV kanalları, finans kurumları ve her alanda ticarî şirketlerle holdingleştiren bir başka cemaatin başına gelenler diğer bir örnek.
Siyasetin, Erbakan’ın bağlı olduğu dergâh üzerinde, bilhassa Esad Hocanın vefatı sonrasında gözlenen yıpratıcı tesirleri de aynı şekilde.
Bu örnekler, “din adına siyaset” iddiasının, dine hizmet için var olan cemaatlere, dolayısıyla dine ne kadar büyük zarar verdiğini gösteriyor.
2000’lerde bu tezgâhın, AKP ile daha geniş ve kapsamlı bir çerçevede, üstelik bu defa, evvelki denemelerde tuzağa düşmeyen Nurcuları da içine çekmeyi hedefleyerek sürdüğü görülüyor.
Ve bu noktada, Özal’dan itibaren farklı bir tavır sergilemiş olan “Gülen hareketi”nin özel bir konumda bulunduğu gözleniyor. Görünüşte 12 Eylül’ün ve 28 Şubat’ın hedefe koyduğu bu hareket, fiiliyatta iktidar ve devlet desteğiyle pek çok alanda “güçlü” bir profil çiziyor: yurt dışı ve içi okullar, kurs ve dershaneler, medya, finans,...
Bu desteğin ABD boyutu, işin ayrı bir ciheti.
Gülen’ın hükümeti ehven-i şer değil, hayr-ı kesîr-hayr-ı kalîl ekseninde değerlendirmek gerektiğini savunan (A. Taşgetiren, Bugün, 5.3.09) ve şu anda Türkiye’ye dönmeme gerekçelerinden en önemlisini “hükümeti zora sokmamak” olarak ifade eden (Mahmut Övür, Sabah, 6.3.09) son beyanları, AKP’ye bakışını açıkça gösteriyor.
Ama bu bakış Nurcuları bağlamaz. Zira hem Gülen kendisine Nurculuk izafesini reddediyor; hem de siyasete bakışlarındaki ölçüler, Nurcuları bir partiye eklemlenmekten alıkoyuyor...
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Faruk ÇAKIR |
Ümit bize, ümitsizlik başkalarına |
|
Devam eden Ergenekon dâvâsı, yakın tarihle ilgili tartışmaları da bereberinde getirdi. Çünkü dâvâ sadece bu günü ilgilendirmiyor, ortaya çıkan ‘delil ve iddialar’ sebebiyle hiç değilse 20 ya da 30 yıl gerilere uzanıyor.
Bu noktadan hareketle, Ergenekon benzeri yapılanmaların ‘istisna’ değil, ‘kural’ olduğu dahi söyleniyor. Nitekim, ‘Özgür Üniversite’nin başkanlığını da yapan Fikret Başkaya, bu kanaatini beyan etti. (Bakınız: H. Hüseyin Kemal’in, Başkaya ile yaptığı röportaj, Yeni Asya, 16 Mart 2009)
‘Doğru’ları tekrarlamak adına Başkaya’nın bazı tesbitlerini hatırlamak lâzım. Cumhuriyet yönetiminin ilân edilmesini değerlendiren Başkaya, yabancısı olmadığımız bir tesbiti de dile getiriyor: “Cumhuriyet peşpeşe darbelerin ve politik manipülasyonların sonucunda ilân ediliyor. Cumhuriyet ilân ediliyordu, ama adından başka cumhuriyete benzeyen bir tarafı yoktu. Eğer bu dünyada her kavramın bir içeriği olması gerekiyorsa…”
“Devrim”lerin yapılma safhasını da değerlendiren Başkaya’nın bu konudaki yorumu da dikkat çekici: “Durum böyleydi, ama devleti takviye amacıyla yapılan bürokratik düzenlemeler ‘müstesna şeyler’ olarak sunuldu. Böyle yaygın bir yanılsamanın ortaya çıkmasının nedeni, bu düzenlemeleri yapanların aynı zamanda yaptıklarının ne olduğuna da kendilerinin karar vermelerinden kaynaklanıyordu. Adını kendileri koyuyorlardı.”
“Ben yaptım, oldu” anlayışının millete dayattığı ‘resmî tarih’ yorumunun geldiği noktayı ise Başkaya şöyle tesbit etmiş: “Devlet, tarih yazma işini kendi memuruna havale etti. Onun dışında hiçbir girişime izin verilmedi. Ve ortaya işte böyle bir ‘resmî tarih’ çıktı… Biliyorsunuz resmî tarih, ‘egemen sınıfın [sınıfların] ihtiyacı olan bir tarih versiyonudur’… Resmî tarihçinin misyonu tarihi tahrif etmek, yalan, tevatür, tahrifat, yok sayma üzerine bir tarih versiyonu üretmektir… Bu da boşuna yapılan birşey değildir elbette… Zira toplumun bu gününe egemen olmak istiyorsan, dününe, geçmişine egemen olman gerekir. Bunun yollarından biri de kolektif hafızayı yok etmektir. Bu yüzden ben resmî tarihin teşhir edilmesini çok önemsiyorum.”
“Resmî tarihin ‘en büyük yalanlar neler?” sorusunun cevabı da şöyle: “Ulusal kurtuluş savaşı tanımı, Cezayir için, Endonezya için, vb. uygundur ama adı TC’ye dönüşen devlete uygun değildir. İnkılâpların yüceltilmesi, (...) bu bağlamda zikredilebilir.”
Peki, bu durum ilelebed devam edebilir mi? Cevap, Başkaya’dan: “Zamanı geldiğinde ‘gerçek’ bir Mustafa Kemal biyografisi yazılacak ve her şey olabildiğince yerli yerine oturacak. Zira kişi kültünü ve kişiye ait yalanları ilelebet sürdürmek mümkün değildir.”
Başkaya’nın Ergenekon yorumu da vak’aya uygun: “Bana göre ‘Ergenekon’ bir istisna değil, kuraldır. Adı değişse de benzer yapılar ve örgütlenmeler her zaman var oldu. (...) Bizdeki, devletin yapısı ve mantığına içerilmiş, Türkiye’deki rejime özgü birşey ve süreklilik arz ediyor.”
Yalnız, soruşturmadan netice alınma konusunda iyimser olamıyor: “Aslında Ergenekon’un ‘açığa çıkarılması’ konusuna biraz farklı yaklaşmak gerekiyor. Çetenin şimdilik bu kadarının deşifre edilmesi, demokrasi güçlerinin dayatması sonucu ortaya çıkmış birşey değil. Daha çok devlet içi hesaplaşma ve ‘temizlik’ hareketi gibi görünüyor. Buradan giderek kötülüğün kaynağına inileceğini umut etmek iyimserlik olur. Yine de iyi bir başlangıç, dolayısıyla bu kadarının ortaya çıkması bile son derecede önemli. (...) Bir zaman geliyor mızrak çuvala sığmaz oluyor. Ruhları çağıranlar onu geri gönderemiyor… (...) Her şeye rağmen önümüzdeki dönemde hak, haysiyet, sosyal eşitlik, özgürlük ve demokrasi bilincinin güçleneceğini umut edebiliriz…”
Evet, ümitvarız. Ümitsizlik başkalarına yakışır!
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Yargı reformu… |
|
AB “Türkiye raporu”nda yalnız “yeni anayasa”ya değil, “hukukun üstünlüğüne dayalı, insan haklarına ve temel özgürlüklere bağlı, istikrarlı, demokratik, çoğulcu ve müreffeh bir toplum hedefine yönelik reformlara da dikkat çekiliyor.
Bu açıdan demokratikleşme sürecinin temelini oluşturan ve hukuk devleti niteliklerinin başında gelen “yargı reformu” Ankara’nın kırıklarının en başında yer alıyor. Ne var ki Ankara, yargı reformu bir yana, yargının işlevini ve verimliliğini arttıracak en basit fizikî altyapıyı ve Türkiye’de ifâde özgürlüğünün AB müktesebatıyla uyumunu esas alan yasaları ve uygulamaları bile başarmış değil. Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in, yargının sorunlarını ve iş yükünü nazara vermek için “Yargıda yangın var” sözü bunun itirafı.
Bunun mâzeret olmadığını ve vatandaşın adaleti aradığını belirten Yargıtay Başkanı’nın, “kuvvetler ilkesi” ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) doğrudan Yargıtay tarafından seçilmesi, yargının bağımsızlığı için hâkim ve savcıların Adalet Bakanlığı’nın, yani yürütmenin vesayetinden kurtarılması ve etkisinden çıkarılması öteden beri dile getirilen taleplerden. Keza Adalet Akademisi ile Adlî Tıp müessesinin özerkleştirilmesi, Teftiş Kurulu’nun HSYK’na, adlî kolluk kuvvetlerinin savcılara bağlanması benzeri öneriler, yargının bağımsızlığı açısından önemli adımlar…
Lâkin Başkan Gerçeker’in sadece Yargıtay’ın üç ayrı binasının yetersiz kaldığı, arşivlerin dosyalara sığmadığı, 2009 yılına 700 bin küsur dosya devredildiği ve bunların bu gidişle 10 yılda bitirilemeyeceği yakınması, yargının içler acısı halini ortaya koyuyor. Bu yüzden sosyo-ekonomik bunalım suçları arttırıyor; hırsızlıklardan soygunlara, kavgadan kargaşaya asâyiş bozuluyor, toplumun huzuru kaçıyor. Bunu için yargının pratikleşmesi ve saygınlığının sağlanmasını isteniyor.
Yargıtay Başkanı’nın her adlî yıl açılışında tekrarlanan sözkonusu “yargının sorunları”yla ilgili tespitleri doğru. Dosya yükünün kartopu gibi büyüdüğü ve hükûmetin buna âcil çözüm bulması çağrısı da yerinde. Lakin başta düşünce ve ifâde özgürlüğü olmak üzere, yargının bahsedilen demokratikleşme ve özgürlüklerde üzerine düşeni yaptığı tartışmalı. Gerçeker’in dikkat çektiği gibi yargının yargıya güveni bile temin edilmiş değil…
Zira yargıda demokratik ülkelerle yeknesâklığın sağlanması, Türkiye’yi en çok mahkûm eden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM içtihadı ile AB hukuku alanlarında yargı mensuplarıyla kolluk kuvvetleri başta olmak üzere kamu görevlilerinin insan hakları sahasında eğitim programlarıyla, hukuk bilinciyle donatılması şart.
Ancak başta yüksek yargı olmak üzere yargının bu şartı yerine getirmediği ortada. Bunun da ötesinde yargının temel hakları ve hukuku çiğneyip katleden darbelere, demokrasi ve hukuk dışı ara dönemlere destek verdiği görülüyor.
Aradan geçen 29 yıla rağmen hâlâ demokrasiyi askıya alan, Meclis’in kapısına kilit vuran, meşru hükûmeti alaşağı eden 12 Eylül ihtilâli Hâlâ 12 Eylül ihtilâl rejiminin oluşturduğu yargısız yargı düzeni devam ediyor.
28 Şubat postmodern darbesini destekleyen bürokratlar, iş adamları, gazeteciler ve yazarlarla birlikte yüksek yargı mensuplarının “irtica tehlikesi” nutuklarını can kulağıyla dinledikleri darbecileri dakikalarca ayakta alkışmaları lekesi temizlenmiş değil…
12 Eylül gibi 28 Şubat sürecinin antidemokratik ve hukuk dışı dayatmaları, yasaları hâlâ işbaşında. Kur’ân kurslarında Kur’ân öğreniminin yaşla yasaklanması gibi bilhassa din eğitimi ve öğretimine dair uygulamaları yürürlükte. “İrticaî karakter taşıyor” isnadıyla subay ve astsubaylar yargısız - sorgusuz sualsiz mesleklerinden atılıyor.
12 Eylül darbesini dayatan “Evren ve Konsey üyesi arkadaşları” hakkında iddianâme hazırlayıp darbecilerin yargılanmasını isteyen Adana eski Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu’nun icraya karşı adalet isteyen HSYK’ca mesleğinden ihrâcı, yargıdaki kırılganlığın en açık bir örneği…
Bizzat Yargıtay Başkanı’nın itirafıyla yargıçların masalarındaki yüzbinlerce davaya boğulduğu, dosyaların arşivlere, arşivlerin dosyalara sığmadığı Türkiye’de yargının işlevini ve verimini arttıran “yargı reformu”nun zarûretini ortaya koyuyor. Demokratikleşme sürecinin önemli ayaklarından biri olan, insan hakları, temel özgürlükler; düşünce, vicdan, din ve inanç özgürlüklerinin AİHS, AİHM ve AB hukuku ile uyumlu yaşatılması icâb ediyor.
Her yıl Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine üç bin başvurunun yapıldığı Türkiye’nin hâlen AİHM’in önündeki çoğu insan hakları ihlâlleriyle ilgili onbir bin dava ile Türkiye’nin iki katı 150 milyon nüfusa sahip Rusya’dan sonra ikinci sırada yer alması, Türkiye’de yargı reformunun önemini ortaya koyuyor.
Her fırsatta - fizikî altyapı yetersizliğinden yakınan ve yargı bağımsızlığını nazara veren yüksek yargı, öncelikle demokrasiyi rafa kaldıran hukuk dışı darbelerin anaforundan kurtulup bunu tâdil etmeli. Evvela anayasasında darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan ayrıkların ayıklanması, düşünce, ifâde ve inanç özgürlüğündeki Türkiye’nin ayıbını silmeli…
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KAPLAN |
Kırk yıl... |
|
Merhum Barış Manço:
“Süper Babaanne” isimli şarkısının bir bölümünde, o kadife sesiyle, sözü uzatarak öyle güzel bir:
“Kırk yıl” derdi ki; etkilenmemek mümkün değildi:
“Kırk yııııı………ıııııllll....”
“Kırk yııııı………ıııııllll....”
“Babaannem dedemi ilk gördüğü gün tam yüreğinden vurulmuş…” şeklinde başlayan bu tatlı melodi şu şekilde devam eder:
“O zamanın erkeği pek bir ağırmış….”
Yeni Asya ile bağlarımız; gazetemiz ile irti-batımız, biraz böyle mertlik dolu yıllar gibi bir şeylere benzer oldu galiba!
Kırk yıl evvel başlayan çileli bir sevda!
Bir çok açıdan çileli!
***
O zamanların;
Türkiye’si ve o günkü demokrasisi…
Ve dahi:
Amerika’sı…
Rusya’sı bile pek bir farklı; her şeyin pek bir ağır olduğu bir dünya!
O zaman dünya daha mı iyiydi?
Hayır; bunu söylemek değil maksadım.
Maksadım şu:
Ne kadar da çile çekmişiz ve dünya ne kadar da değişmiş.
Meğer dünya gerçekten de:
“Gaddar ve mekkar”mış…
Gerçekten!
***
Rahmetli Manço’nun;
“Gözleri hâlâ dolu dolu oluyor dedemin adını andıkça…
Anlat babaanne…
Ufacık bir yuva nohut oda bakla sofa, ama sapasağlam ayakta” dediği; her şeyin iğdiş edilmediği, her kutsal değerin hafife alınmadığı ‘sapasağlam ayakta’ olabilmenin değeri; o yıllara duyulan özlemdi biraz da!
***
Önceleri:
“İttihad” isimli bir gazeteden şiir okurdum.
İlk Kur’an-ı Kerim hocam Molla Nurettin; memleketimiz Erzurum’un kalın duvarlı taş evlerinin iç pencere pervazına ilkokula gittiğim o senelerde küçücük bedenimi bir hamlede çıkarır “oku” derdi!
“Gür sesle oku…”
Sonrasında şiirlerini okuduğum gazetenin adı idi:
Yeni Asya….
Hep tanıdığım ve ilk tanıştığım günü ve bu davanın ehemmiyetini içinde doğarak öğrenmeye başladığım seneler!
Ve geçen:
40 yıl!
Dile kolay.
Tamı tamına:
40 sene!
Nasıl geçti, ne zaman bu yaşlara gelip olgun demlere de erdik anlamak kolay değil.
Allah(CC); bizleri imandan, gazetemizi de dâvâmızın hakikatlerinden geri koymasın.
Şer odaklarına fırsat vermesin.
Bir Kâbe duasıdır:
“Rabbimiz, bizi; inkârcıların baskı ve şiddetine maruz bırakma.
Bizi Salihlere lider eyle…
Bize dünyada iyilik ver, ahiret de iyilik ver…
Bizi, Peygamberine (asm); sence en makbul olan Adn veya Firdevs Cennetinde komşu eyle!
Rüyet-i Cemâlinden mahrum eyleme….!
Amin… Yüce Allah’ım; yarattığın ve yaratacağın bütün zerrecikler adedince:
Amiiiiiiiiiiin!”
19.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
|