Harvard Üniversitesinde “İslâmîleşen kapitalizm veya kapitalistleşen İslâm” konulu doktora çalışmasını sürdürdüğü belirtilen Özlem Madi, geçen ay Akşam gazetesinin Pazar ekinde yayınlanan mülâkatında hayli dikkate değer ve ilginç değerlendirmeler yapmış.
Gülay Altan’ın yaptığı mülâkatta Madi, evvelce farklı alanlara el atan ve kendi aralarında rekabetler de yaşayan cemaat ve İslâmî grupların, iktidara yaklaştıkça farklılıklarını kaybetmeye başladıklarını ifade ederken şu örneği veriyor:
“Önceden Nur cemaati, İslâmî siyasî partilerin en büyük rakiplerindenken, şimdi AKP’nin en büyük destekçisi oldu meselâ...” (8.2.09)
Burada önce Madi’nin kullandığı terminolojideki “İslâmî parti” ve “Nur cemaatinin rakipliği” gibi tabirlerdeki ifade sorununa temas edelim.
Bize göre, “din adına” çıktığını söyleyen parti olabilir, ama “İslâmî parti” olmaz ve Nur cemaatinin bu partiye karşı çıkması rekabetten değil, dinin siyasete alet edilmemesi gerektiği prensibine dayanan ilkesel bir tavır alıştan ileri gelir.
Bunu ifade ettikten sonra, Madi’nin sözündeki ana mesaja geçecek olursak; çok önemle ve dikkatle üzerinde durulup irdelenmesi ve tahlili gereken ciddî bir konuyla karşı karşıya geliriz.
Gerçek şu ki, Türkiye’de öteden beri devam edegelen “dini siyasallaştırma, ticarîleştirme ve dünyevîleştirme” çabalarının önündeki en büyük engel, kitlelere mal olan Risale-i Nur hareketiydi.
Toplumdaki İslâmî şuurlanmanın en önemli ve temel dinamiklerinden birini oluşturan bu hareketin hedef ve gündemi, hep imanları kurtarıp insanları ebedî saadete kavuşturmak oldu.
Bu hedefe asla dünyevî hesapların ve özellikle iktidarı amaçlayan siyasî çabaların gölgesi düşürülmedi. Hareketin ve mensuplarının siyasetle ilişkisi, seçim zamanı oy kullanıp, sonrasında yine kendi hizmetinde yoğunlaşmak ve bu hizmeti engelleyip zorlaştıran baskılara karşı hak, özgürlük ve demokrasi talebinde bulunup, gerektiğinde bunun mücadelesini vermekle sınırlı kaldı. Yani, Nurcular hiçbir zaman parti kurmadılar ve iktidarı ele geçirmeye çalışmadılar.
Ancak bu hareketi siyasete çekme çabaları da hiç eksik olmadı. Millî Nizam Partisi yola çıkarken Nurcuları da yanına almaya çalıştı. Bazı münferit isimleri kadrosuna almayı da başardı.
Ama bilhassa Zübeyir Gündüzalp’in gösterdiği duyarlılık ve cemaatin ekseriyetinin koyduğu tavır, millî görüşün Risale-i Nur hareketi içerisinde mâkes ve taban bulmasına izin vermedi.
Başlangıçta şahsî tercihiyle partiye giren, kurucu kadroda gözüken, milletvekili/senatör seçilerek vitrinde yer verilen Nurcular da 70’li yılların ortalarında tasfiye edilip partiden dışlandı.
90’lı yılların başlarından itibaren kitleye açılma arayışlarına giren millî görüş, bu çerçevede yıllarca “Bize değil, mason uşaklarına destek veriyorlar” diye suçladığı ve yerden yere vurduğu Nurcularla arasını düzeltmeye ve onların desteğini almak için bir kez daha çalışmaya başladı.
Bunu yaparken, önde gelen kadrolar “Din adına siyaset yapmak ve parti kurmak hataymış” sözünü sık sık tekrarladılar. Ayrıca, siyasî çalışmalarında Nurcuların metodunu kullanarak, ev ev, kapı kapı dolaşıp insanların gönlünü kazanmaya çalıştılar ve büyük ölçüde başarılı oldular.
Ama 1994’te yerel, 1996’da merkezî iktidara ulaşmalarından sonra yaşananlar her bakımdan çok pahalıya mal oldu. Özellikle manevî hizmetlerde yılların çabalarıyla, adeta tırnaklarla kazıyarak elde edilen kazanımlar çok kısa bir sürede uçuverdi ve fersah fersah gerilere gittik.
Millî görüşün söylem düzeyinde “din adına siyaset” iddiasından vazgeçtiğini deklare etmesi, Nurcuların haklılığının onlar tarafından da kabul ve ikrarıydı, ancak bu yeni tavrın zihniyet olarak da içselleştirilmesi gerekiyordu ve o noktadaki soru işaretleri hâlâ devam etmekteydi.
Bu soru işaretlerinin refakatinde yaşanan sonraki gelişmeleri bir sonraki yazıda ele alalım.
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|