|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Nurcular ve AKP (1) |
|
Harvard Üniversitesinde “İslâmîleşen kapitalizm veya kapitalistleşen İslâm” konulu doktora çalışmasını sürdürdüğü belirtilen Özlem Madi, geçen ay Akşam gazetesinin Pazar ekinde yayınlanan mülâkatında hayli dikkate değer ve ilginç değerlendirmeler yapmış.
Gülay Altan’ın yaptığı mülâkatta Madi, evvelce farklı alanlara el atan ve kendi aralarında rekabetler de yaşayan cemaat ve İslâmî grupların, iktidara yaklaştıkça farklılıklarını kaybetmeye başladıklarını ifade ederken şu örneği veriyor:
“Önceden Nur cemaati, İslâmî siyasî partilerin en büyük rakiplerindenken, şimdi AKP’nin en büyük destekçisi oldu meselâ...” (8.2.09)
Burada önce Madi’nin kullandığı terminolojideki “İslâmî parti” ve “Nur cemaatinin rakipliği” gibi tabirlerdeki ifade sorununa temas edelim.
Bize göre, “din adına” çıktığını söyleyen parti olabilir, ama “İslâmî parti” olmaz ve Nur cemaatinin bu partiye karşı çıkması rekabetten değil, dinin siyasete alet edilmemesi gerektiği prensibine dayanan ilkesel bir tavır alıştan ileri gelir.
Bunu ifade ettikten sonra, Madi’nin sözündeki ana mesaja geçecek olursak; çok önemle ve dikkatle üzerinde durulup irdelenmesi ve tahlili gereken ciddî bir konuyla karşı karşıya geliriz.
Gerçek şu ki, Türkiye’de öteden beri devam edegelen “dini siyasallaştırma, ticarîleştirme ve dünyevîleştirme” çabalarının önündeki en büyük engel, kitlelere mal olan Risale-i Nur hareketiydi.
Toplumdaki İslâmî şuurlanmanın en önemli ve temel dinamiklerinden birini oluşturan bu hareketin hedef ve gündemi, hep imanları kurtarıp insanları ebedî saadete kavuşturmak oldu.
Bu hedefe asla dünyevî hesapların ve özellikle iktidarı amaçlayan siyasî çabaların gölgesi düşürülmedi. Hareketin ve mensuplarının siyasetle ilişkisi, seçim zamanı oy kullanıp, sonrasında yine kendi hizmetinde yoğunlaşmak ve bu hizmeti engelleyip zorlaştıran baskılara karşı hak, özgürlük ve demokrasi talebinde bulunup, gerektiğinde bunun mücadelesini vermekle sınırlı kaldı. Yani, Nurcular hiçbir zaman parti kurmadılar ve iktidarı ele geçirmeye çalışmadılar.
Ancak bu hareketi siyasete çekme çabaları da hiç eksik olmadı. Millî Nizam Partisi yola çıkarken Nurcuları da yanına almaya çalıştı. Bazı münferit isimleri kadrosuna almayı da başardı.
Ama bilhassa Zübeyir Gündüzalp’in gösterdiği duyarlılık ve cemaatin ekseriyetinin koyduğu tavır, millî görüşün Risale-i Nur hareketi içerisinde mâkes ve taban bulmasına izin vermedi.
Başlangıçta şahsî tercihiyle partiye giren, kurucu kadroda gözüken, milletvekili/senatör seçilerek vitrinde yer verilen Nurcular da 70’li yılların ortalarında tasfiye edilip partiden dışlandı.
90’lı yılların başlarından itibaren kitleye açılma arayışlarına giren millî görüş, bu çerçevede yıllarca “Bize değil, mason uşaklarına destek veriyorlar” diye suçladığı ve yerden yere vurduğu Nurcularla arasını düzeltmeye ve onların desteğini almak için bir kez daha çalışmaya başladı.
Bunu yaparken, önde gelen kadrolar “Din adına siyaset yapmak ve parti kurmak hataymış” sözünü sık sık tekrarladılar. Ayrıca, siyasî çalışmalarında Nurcuların metodunu kullanarak, ev ev, kapı kapı dolaşıp insanların gönlünü kazanmaya çalıştılar ve büyük ölçüde başarılı oldular.
Ama 1994’te yerel, 1996’da merkezî iktidara ulaşmalarından sonra yaşananlar her bakımdan çok pahalıya mal oldu. Özellikle manevî hizmetlerde yılların çabalarıyla, adeta tırnaklarla kazıyarak elde edilen kazanımlar çok kısa bir sürede uçuverdi ve fersah fersah gerilere gittik.
Millî görüşün söylem düzeyinde “din adına siyaset” iddiasından vazgeçtiğini deklare etmesi, Nurcuların haklılığının onlar tarafından da kabul ve ikrarıydı, ancak bu yeni tavrın zihniyet olarak da içselleştirilmesi gerekiyordu ve o noktadaki soru işaretleri hâlâ devam etmekteydi.
Bu soru işaretlerinin refakatinde yaşanan sonraki gelişmeleri bir sonraki yazıda ele alalım.
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
Amerika’da bir Medresetüzzehra |
|
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur eserlerinde, doğru İslamiyeti ve İslamiyet’e layık doğruluğu yaşantımızda gösterdiğimiz takdirde insanların bu dine fevc fevc akın edeceğini belirtmektedir. Bediüzzaman’ın bu tesbitinin örnekleri bugün hemen her yerde yaşanmaya devam etmektedir. Aynı şekilde İslamiyet özgür toplumlarda ve özgür düşüncenin boy verdiği ortamlarda fıtri bir gerçeklik olarak kabul edilmekte ve yayılmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri buna en güzel örneklerden biridir. Amerika öyle bir toplum yapısına sahiptir ki, orada insaniyetin bütün hallerini görmek mümkün. Her renk ve biçimde insan, her türlü düşünce ve inanç sistemi bu özgür ortamda varlıklarını sürdürebiliyor. Böylesi bir ortam İslamiyetin hakikatlerinin yayılması ve insanlar tarafından benimsenmesi için en verimli ve en münbit ortamdır. Evet İslamiyet istibdad ile değil, bilakis hürriyet ile yayılan bir dindir.
İşte “özgürlükler ülkesi” diye tabir edilen Amerika Birleşik Devletleri’nin California eyaletinin merkezindeki Sacramento’da böylesi bir filiz yeşermiş. Sacramento’nun yerel gazetesi Sacramento Bee’de bölgede bulunan İslami okul ile alakalı çok geniş bir haber yayınlanmış. Böylesi bir haberi ilginç kılan şey, bugün bir zamanlar İslamiyetin en birinci bayraktarlığını yapmış olan Türkiyemizde dahi hayal edemeyeceğimiz şekilde, bu İslami okulda tam özgürlükçü bir eğitim modelinin uygulanıyor olması. Evet Sacramento’da bulunan bu okulun ismi El Erkam İslam Okulu (Al Arqam Islamic School). Bu okulda öğrenciler İslami hassasiyetler göz önüne alınarak eğitiliyor ve en önemlisi de hem fen ilimlerini hem de dini ilimleri aynı çatı altında özgürce öğrenebiliyorlar. Üstelik bu okul Amerika’daki Western Association of Schools and Colleges (WASC) (ABD Batı Eyaletleri Üniversite ve Yüksek Okullar Birliği) tarafından akredite edilmiş. Bu birlik Amerika Birleşik Devletleri’nin 6 bölgesel akreditasyon kurumlarından biri. Hiçbir okul bu akreditasyona sahip olmadan eğitim faaliyetlerini yürütemiyor. Yani bir nevi ABD milli eğitimi İslami tarz eğitimi onaylamış ve akredite etmiş denilebilir.
11 yıl önce kurulan El Erkam İslam Okulu ayrıca “International Baccalaureate” yani Uluslararası Bakalorya sertifikasına sahip bir okul. Ve daha önemlisi Sacramento bölgesinde başka hiç bir okulun sahip olmadığı bu belgeye İslam okulu layık görülmüş. Bu da İslami eğitimin uluslararası organizasyonlar tarafından da onaylanması anlamına geliyor. Şu anda bu üst düzey okulda 300’den fazla öğrenci eğitim görüyor. Bu öğrenciler çok farklı etnik köken, ülke ve kültüre mensup. Ancak hepsi bu okulda okuyor olmaktan dolayı kendilerini oldukça şanslı hissediyor.
Okulda kız öğrenciler serbestçe başörtülerini takıyor. Derslerin çoğunluğu kız erkek ayrı sınıflarda veriliyor ve bunun performansı ve başarıyı arttırdığı tesbit edilmiş.
Öğrenciler eğitim süreçleri boyunca hem bütün akademik donanımlarını en iyi şekilde alıyor hem de İslamiyet konusunda dört dörtlük bilgi sahibi oluyorlar. Okulda Arapçayı tam olarak öğrenen öğrenciler Almanca, Fransızca, İspanyolca gibi bir başka yabancı dili de ekstradan öğrenme fırsatı yakalıyor. Okulda özel Kur’ân okuma ve hafızlık programları da düzenleniyor. Eğitim müfredatı da din ve fen ilimlerini eşit dengede tutacak ölçüde şekillendirilmiş.
Her gün öğlen saat 13:15’i gösterdiğinde eğitime ara veriliyor ve bütün öğrenciler okulun içinde bulunan mescitte toplanıp topluca ibadetlerini gerçekleştiriyorlar. Daha sonra ise eğitime kalınan yerden devam ediliyor. Sacramento’nun yerel gazetesinde yer alan habere göre merak edip okulu gezen ve öğrencilerle tanışan gayri Müslim Amerikalılar gördüklerine hayran kalarak ve şaşırarak geri dönüyor. Ziyarete gelenlerden biri olan Angelique Bradley adlı Amerikan vatandaşı “Öğrencilerden çok etkilendim, hepsi çok saygılı, zeki, terbiyeli ve büyüklerine karşı nasıl hitap edeceklerini çok iyi biliyorlar” diyor. Bu durum Amerika’da o yaşlardaki gençler için pek alışılagelmiş bir davranış şekli değil tabii ki...
Bütün bunlar size de Bediüzzaman’ın hayalindeki Medresettüzzehra projesini hatırlatmadı mı?
Evet okyanuslar ötesinde bir yerlerde Bediüzzaman’ın bir asır önce hayalini kurduğu din ve fen ilimlerinin bir arada okutulduğu Medresetüzzehralar kurulmuş.
Darısı bizim de başımıza.
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Türkiye raporu” ya da “AKP’nin demokratikleşme karnesi” |
|
Avrupa Parlamentosu’nun “Türkiye raporu” değerlendirmesinde, Ankara’nın söz verdiği kapsamlı Anayasa reformunun askıya alınmasına dikkat çekilmekte. Temel özgürlükler ve insan haklarının korunmasını merkeze alacak yeni ve sivil anayasa çalışmalarına yeniden başlanması için hükümete çağrıda bulunulmakta.
AP’nin “Türkiye taslak raporu”nu ele almasından bir gün önce konuşan Başbakan’ın ikrarıyla, “yeni anayasa” yarım yamalak bırakılmakta. Rapordaki anayasanın hak ve özgürlükler temelinde yenilenmesi ve demokratikleşme talebine, “Anayasanın tamamını değiştirmeyeceğiz; kısmî değişiklik yapacağız” cümlesi, bunun açık ifâdesi.
Doğrusu hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek’in “yeni anayasa”yı CHP’nin mutâbakatına bağlayıp sivil toplum kuruluşlarına havalesi, dönemin iktidar partisi genel başkanvekili Mir Dengir Fırat’ın peşinden Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun, “yeni anayasa artık mümkün değil” demelerinin ardından Erdoğan’ın bu geri adımı sürpriz değil.
Belli ki AKP siyasî iktidarı, iki dönemdir seçim beyannâmelerinde, hükûmet programında, “âcil eylem plânı”nda millete söz verdiği, “AB Türkiye ulusal programı”nda ve “katılım ortaklığı belgesi”nde AB’ye taahhüd ettiği başta “yeni anayasa” olmak üzere demokratik reformlarda gözboyama taktiğinde…
“MAKYAJ DEMOKRATİKLEŞME!”
Bundandır ki her yıl binlerce öğrencinin hakkını gasbeden üniversitelerdeki yasadışı başörtüsü yasağının kaldırılması, yüzbinlerce meslek okulu ve imam hatip lisesi mezununu mağdur eden katsayı haksızlığının giderilmesi irâdesini göstermiyor. Yüzde doksan dokuzu Müslüman ülkede çocukların Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında dinlerinin temel kitaplarını öğrenmelerini ve okumalarını engelleyen 28 Şubat sürecinden kalma “yaş yasağı”nı ve YÖK Yasasını düzeltemiyor. Özellikle din eğitimi ve öğretimine ve dinî özgürlüklere dair düzenlemeleri sürekli erteliyor.
“Ne yapalım, yapmak istedik ama yaptırmadılar” mazeretine sığınarak sırf halkın tepkisini dindirmek ve bir defa daha seçmenden oy devşirmek için, kamuoyunun nezdinde “gayret gösteriyor” görüntüsünü verdirmeye uğraşıyor. Ama netice ortada; dağ fare doğuruyor. Türkiye yıllardır demokratikleşme ve özgürlüklerde yerinde sayıyor.
Hollandalı parlamenter Ria Oomen-Ruijten tarafından kaleme alınan “Türkiye raporu”nda zikredilen Ankara’nın demokratikleşme ve özgürlüklerde son üç yıldır daha da yavaşlayıp derinleşen kırılganlığa bir yenisi ekleniyor. Başbakan’ın Anayasada yapılması plânladıkları değişikliklerin, sadece “bireysel başvuru, ombudsman, siyasi partiler ve seçim yasası”yla sınırlandırıldığı açıklaması, bunun itirafı.
Görünen o ki siyasî iktidar göz göre göre “yeni anayasa”yı berhava etmekte. Bizzat ekonomiden sorumlu Bakan’ın ifâdesiyle, aylardır gelen krizi öngörmeyip “köklü önlemler” ve “bütçe revizesi”nde yetersiz kalan hükûmet, kifâyetsiz, göstermelik makyaj anayasal değişikliklerle geçiştirip kamuoyunu oyalamakta.
SIĞ ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ
Bütün bunlara rağmen Türkiye, hâlâ kadük devrimleri koruyup kollayan darbe anayasası ile idâre ediliyor.
Her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddia edilemeyeceği ve yargı merciine başvurulamayacağı hükmüyle darbecilerin yargılanmasını engelleyen, geçici maddelerin yer aldığı “darbe anayasası” üzerinden 29 yıl geçtiği halde daha duruyor.
Dibacesinde “hiçbir düşünce ve mülâhazanın Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında koruma göremeyeceği” yazılı, 12 Eylül ihtilali “Millî Güvenlik Konseyi”nin atadığı “Danışma Meclisi”nin hazırladığı “ihtilâl anayasası” yürürlükte; AKP siyasî iktidarının kılı kıpırdamıyor.
“Kayıtsız ve şartsız milletin olan egemenliği”, “yetkili organlar eliyle kullandırıp” demokrasi dışı güçlerle paylaştıran, millet adına yalnız Meclis’e verilen ve devredilemeyen “yasama yetkisi”, meşruiyetini milletten almayan kurumlara devreden Anayasa’yı toptan değiştirme irâdesini gösteremiyor.
DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun tespitiyle, tek başıyla anayasayı dahi değiştirecek güçte milletin irâdesini emânet ettiği AKP iktidarı, altı buçuk yılda birçok şey değiştirebilirdi. Yepyeni bir sivil anayasa yapılabilirdi. Türkiye, Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın prangasından kurtulup millet iradesinin üstün olduğu bir ülke haline gelebilirdi...”
Ne var ki AKP siyasî iktidarı bunların hiçbirini yapmadı, yapamadı, yapmıyor. Başbakan’ın âlâyı vâlâ ile ortaya attığı “yeni anayasa”, seçim sonrasına dört maddelik sığ anayasa değişikliğiyle resmen rafa kaldırılıyor. Neticede 28 Şubat “postmodern darbe”sinin tepkisiyle konjöktürel olarak iktidara getirilen AKP siyasî iktidarının “kriz önlem paketleri” gibi “demokratikleşme paketleri” ölü doğuyor…
Gariptir ki AKP iktidarı, elini attığı herşey elinde kalıyor. Mayınlı araziden uzak durmak, demokrasi dışı mihraklara şirin gözükmek ve riski göze almamak hesabına, hâlâ “yeni anayasa”yı “CHP’nin oluru”na bırakmakla ateşteki kestaneleri başkalarına toplatmak ürkekliğinde. Bu yüzden başarılı olamıyor, demokratikleşme ve özgürlüklere sahip çıkamıyor, tamamlayamıyor; yarım yamalak yüzüstü ortada bırakıyor.
Aslında AB’nin “Türkiye raporu”, AKP iktidarının “demokratikleşme karnesi.”
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Sen Türkiye’sin; büyük düşün! |
|
Seçimlere az bir zaman kaldı. Taraflar seçim kampanyalarında kullandıkları sloganlarla seçmeni etkileme çabası içindeler. Bunların içinde “Sen Türkiye’sin; büyük düşün!” sloganı oldukça derin anlamlara işaret ediyor.
Sen Türkiye’sin; büyük düşün! Düşündüğün ülkede “ölüm kuyuları” olmasın. Birileri, kurallarını kendi koyduğu bir vatanseverlik anlayışı altında kutsallık izafe ettiği bir sistem uğruna cinayetler işleyemesin, işlediklerinin hesabını verebilsin.
Sen Türkiye’sin; büyük düşün! Büyüklüğün adalet ile eşdeğer kullanıldığı, hukukun insanca yaşamın güvencesi olduğu bir ülke düşün. Çağdaş dünyanın kriterlerini özümseyenlerin kabul ettiği gibi; yaşama hakkının, adil ve tarafsız bir mahkemede yargılanma hakkının, kanunsuz suç olamayacağı, kişinin suçluluğu ispat edilinceye kadar masum kalacağı ilkesinin, düşünce ve din özgürlüğünün, ifade serbestiyetinin garanti altına alındığı bir ülkede yaşamayı hayal et. Adaleti konjonktürel algılayanların değil; rejiminin en temel sacayağı, hayatının pusulası sayanların adamı ol.
Sen Türkiye’sin; büyük düşün! Senin ülkendeki gencecik dinamik beyinler, saç tellerini bile rejim meselesi haline getiren köhnemiş beyinlerin mağduresi olmasın. Beyinleri meşgul oldukları işten daha fazla gelişmeyen otoriteryen akıllıların seni tapınmaya zorladıkları kutsalların değil; insana değer veren bir kutsallık anlayışının seni büyük yapacağını unutma.
Sen Türkiye’sin; büyük düşün! Var olan anayasal düzenin doğurduğu krizlerden medet umanların seni kullanmasına izin verme. Şikâyetçi olduğu, küfrettiği düzenin adamı olmak için gömleğini çıkaranların samimiyetini, üç beş oy hamlesiyle ölçme. Büyük Türkiye’nin; kaynaklarını eşit paylaştıran, üretimle zenginleşen, zenginleştikçe üreten, demokrasiyi hayat tarzı olarak benimsemiş, hesap vermeyi fazilet sayan hür gönüllülerin eseri olacağını unutma. Yandaşlık, kayırmacılık, partizanlık hastalığının nüksettiği bir iktidar anlayışının iktidarına bel bağlama, ikbalperestlerin ikbal alemlerini perçinleştirmek üzere attığı şaşaalı sloganlara aldanma.
Sen Türkiye’sin; büyük düşün! Makro krizlerin temelinde yatan gerçeğin mikro alemlerimizdeki krizler olduğunu anla; anlat. Toplumsal barışın ve adaletin tesisi için gücü, sermayeyi ve sosyal imkânları elinde bulunduranların bunları özverili bir şekilde başkalarıyla paylaşmadıkça küçük kalacağımızı unutma. Ahlakî dejenerasyonumuzun ve maddeten geri kalışlarımızın nedenlerini iyi bil. Ümitsizlik deryasında boğulma, doğruluğu yol sevgiyi üstad bil, menfaat-i şahsiyesine himmeti hasredenlerin semtine uğrama. “Sen çalış ben yiyeyim, ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne!” diyenlerin midelerini büyütürken seni küçülttüklerini unutma. Vicdanının sesine kulak ver.
Sen Türkiye’sin; büyük düşün! Seni tarihinden-mukaddesatından koparmak isteyenleri ve bu koparışın mümessilerini iyi tanırken ikbal hesaplarıyla bunları dostane kucaklayanların yüzsüzlüklerine şaşırma. Tarihi yazanların sahip olduğu dik duruşun ve cehdin manevi kaynaklarını tarümar etmeyi galibiyet addedenlerle bir olma. Sana herşeyden önce insanca bir değer biçen, inançlarına büyüklüğünün gereği sahip çıkan, ezmeyen-ezdirmeyen bir anlayışın mümessileri neredeyse ara, bul! Sen Türkiyesin; büyük düşün.
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Açık konuş, açık görüş |
|
Gerek şahıs, gerekse ülkeler arasında yaşanan problemleri çözmümü için ‘konuşma’nın en geçer akçe olduğu ortadadır. Ancak bu konuşmaların da ‘açık ve anlaşılır olması’ da gerekir.
Türkiye’nin dertleriyle ilgili çareler sunduğunu söyleyen bazı siyasiler ya da ‘uzman’lar, gerçekten de çok konuşuyorlar; ama bu konuşmalar gerektiği kadar açık ve anlaşılır olmadığı için netice vermiyor. Ya onlar meramlarını, dertlerini tam anlatamıyorlar; ya da dinleyenler anlamakta zorlanıyor. Neticede konuşan konuştuğuyla, dinleyen de dinlediğiyle baş başa kalıyor.
Elbette Türkiye gibi çok problemli bir ülkenin dertlerini bir anda sıralamak, konuşmak ve çare noktasında uzlaşmak kolay değildir. Fakat, ‘bu zordur’ diyerek büstünün çare arayışından da vazgeçemeyiz. Yapılması gereken şey, çareleri açık ve anlaşılır bir dille, ısrarla dile getirmekden geçiyor. “Yüz defa söyledik, dinleyen yok. O halde biz de bu ‘çare’leri dillendirmekten, gündeme taşımaktan vazgeçelim” diyemeyiz.
Tabiî her hangi bir çare üzerinde konuşmak için önce ‘dert’lerin doğru bir tesbitini yapmak lazım. Türkiye’nin dertlerinin esaslı olanlarından biri de ‘resmî ideoloji’dir. Bazıları bu tesbite en baştan karşı çıkabilir, ama keşke bu itirazlar gerçekleri değiştirmeye yetseydi... Resmî ideoloji, dem ve damarlara dahi işletilmeye çalışılmış. Bu yolda başarılı olunamamamış, ama insanlar ürkütülmüş ve küstürülmüş. Resmî ideolojinin sadece ‘tarih’ gibi konularda önümüze çektiği sanılmasın. Maalesef, ‘havada ve karada,’ her zaman bu anlayış karşımıza çıkmaktadır. Bir yazısında “Artık çok açık konuşmak ve yazma gerek” diyen Mehmed Şevket Eygi, “Resmî ideoloji Türkiye’nin ülkesine, halkına, devletine çok ağır bir yüktür. Bu halk, bu ülke, bu devlet bu yükü daha fazla taşıyamaz, kaldıramaz” demek suretiyle vak’aya işaret etmiş. (Milli Gazete, 12 Mart 2009)
Belki doğrudan ilgisi yok, ama Adalet Ağaoğlu’nun “Kemalizmin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?” şeklindeki bir soruya verdiği cevabı da burada zikretmek gerekecek. Ağaoğlu şöyle demiş: “Her iki tarafı da faşist buluyorum. Neler yaptı faşist Atatürkçüler. En yakın arkadaşım, ‘Başörtülülerden nefret ediyorum’ diye haykırıyor. ‘Lütfen benim yanımda böyle konuşma’ dedim. ‘Yoksa sen AKP’li misin?’ dedi. (...) Ben Cumhurbaşkanlığı’na gitmişim. Kenan Evren’e gidersem konuş. Onun bile farkında değiller. CHP’yle ordu elele verip ne yaptı? Gerçekleri söyleyince niye AKP’li oluyorsun? Laiklik yürüyüşlerini hiç samimi, hiç sahici bulmadım. Kadınların bir postal öpmedikleri kaldı. ‘Yetiş ordu’ dediler.” (Taraf, 15 Mart 2009)
‘Çare’leri uygun bir lisan ile, bıkmadan ve usanmadan en açık ve anlaşılır bir şekilde anlatmak ‘bilen’lerin boynunun borcu. Hani yıllar sonra yapılan ‘itiraf’lar var ya, o itiraflar vaktinde yapılabilmiş olsa ülkemiz bunca yıl enerjisini boşa harcama yanlışına düşer miydi? Hem siyasî hem de sosyolojik gerçekleri bildikleri halde anlatmayanlar vebal altında. “Bağdat harap olduktan sonra” çare sunanların durumuna düşmeyelim.
“Doğru” bildiklerimizi en uygun bir lisan ile herkese anlatalım. Ülkemizin düzlüğü çıkması için bu şart...
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
iki farklı sergi |
|
Kahire’nin her sokağı farklı bir hikâyeye açılır. Her yeni hikâye, başka bir karakter oluşturur Kahire sokaklarında. Bu sokakların sakinleri de hikâyelerine uygun maskeler giyerler yüzlerine. Bazen o kadar ilginç veya cazip gelir ki, geçerken başınızı uzatıp baktığınız bir sokağın misafiri olursunuz beş dakika sonra. O gizemli dünyada kaybolmak, tüm sorunlarınızı geride bırakmak istersiniz kimi zaman…
O günlerden biriydi bugün. Okuldan çıkıp, Türk Büyükelçiliğine gitmek üzere metroya doğru yürürken, ara sokaklardan birinin girişinde, duvardan duvara ipler olduğunu ve o iplerin üzerine çarşaflar asılmak suretiyle, bir nevi perde yapılmak istendiğini gördüm. Öte yandan da sokağın her iki yandan girişlerine kocaman hoparlörler yerleştirilmiş ve yüksek ritmli Arapça bir melodi çalıyordu. Meraklı gözlerimin farkına varan arkadaşım, bunun bir “düğün öncesi sergisi” olduğunu söyledi.
Öğrendiğim kadarıyla, Mısır’ın bazı bölgelerinde –ki bu genellikle maddî imkânları çok iyi olmayan aileler tarafından uygulanırmış–, gelinin tüm çeyizi sokakta üç-dört gün boyunca sergilenirmiş. Bu esnada son ses müzikler çalınır, herkesin kutlamaya dâhil olması beklenirmiş.
Biz perdenin arasından sokağa geçtiğimizde, daha yerlere yeni yeni örtüler seriliyordu ve bazı eşyalar dışarı çıkarılıyordu. Yani sokağın ortasındaki örtülerin üzerine tüm eşyalar tek tek konulmaya başlanıyordu. Önce temizlik açısından bunun ne kadar doğru olduğunu düşündüm, sonra güvenlik açısından ve sonra birkaç başka nedenden…
Ama Mısır’da bazı şeyleri düşünmeden kabul etmek yahut o an o düşünceye kafa yormamak gerektiğini öğrendiğim için, “En iyisi yaşadığım ân’a odaklanayım” düşüncesi zihnimden tekrar geçti, o dakikanın yoğunluğuna ve yeniliğine bıraktım kendimi.
Bir yandan eşyalar yere yerleştirilirken, öte yandan kocaman makinelerle sokağın bir köşesinde yastık, yorgan yünlerini çırpan yahut yeni yün hazırlayan bir grup işçi gördüm. Bu da bir gelenekmiş: çeyizde yer alacak tüm yorgan, yastık v.s. gibi ürünler, sokağın ortasında, çeyizin bir köşesinde çırpılır, makinelerden geçirilir ve yastık yahut yorgan kıvamına gelince de hemen çeyize konuluverirmiş.
Aynen para sayma makinesini andıran yün çırpma makinesinden uçuşan yünleri görünce, heyecanla camlardan bellerine kadar sarkmış halkla bir oldum birden. Onların temiz yüreklerindeki masum duygularına ortak oldum, onlarla birlikte sevindim bu birkaç dakikasına şahit olduğum sokak şenliğine…
Birkaç saat sonra, Mısır’ın öteki yüzündeki yeni bir masalda buldum kendimi: “Kahire’nin Nişantaşı” denilen Zamalek’te bir sanat galerisinde Farghaly isimli Mısırlı ressamın, “Farghaly’nin İstanbul’u” isimli sergisini ziyaret ettik. Okuduğu İstanbul’u gördüğü İstanbul’la tamamlayıp Mısırlılığıyla yorumlayan ve bu yorumunu tablolarında görmenin pek de zor olmadığı Farghaly, gelenlerle sohbet ediyordu bir köşede.
Sadece sokaktaki örtülerin üzerine serilerek, komşulara sergilenecek olan çeyizinin heyecan ve gururunu taşıyan genç kızın duygularını, pahalı bir sanat galerisinin duvarlarında açılan, bir köşede canlı olarak arp çalınan, misafirlere ayaküstü birer meyve suyu ikram edilen resim sergisinin ressamı Farghaly’nin yüzünde de görebiliyordunuz. Bu Kahire’nin bir başka sokağının masalıydı: yepyeni karakter ve maskeleri barındıran…
Bu bin bir yüzlü, bin bir kılıklı Kahire’de aynı gün içinde görülebilecek yüzlerce sergiden sadece ikisiydi: Aralarında sınıf farkı olan, bunu müziğiyle, mekânıyla, ikramıyla, bilinen ve bilinmeyen adlarıyla gözler önüne seren iki sergi…
Kahire gerçekleri ve bu iki ilginç sergi aklımı yeterince meşgul etmişken, Kahire’nin hiçbir masala “Bir varmış, bir yokmuş…” diye başlamadığını hissettim. Kahire, sizi masalın bir parçası haline yavaş yavaş getirirken yahut siz o masalın kenarında, kıyısında kendinize ister istemez bir yer edinmeye çalışırken, “Bir varmış, bir yokmuş” demezsiniz hiç… O yüzden masallarınızın genelde “Ben bir gün Kahire’deyken” diye başlaması daha muhtemeldir…
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Musıkimizin deryası: Sâdeddin Kaynak |
|
Hani dilimizde yerleşmiş bir tâbir vardır: “ İsmi ile müsemmâ” derler. Nasıl ki son dönem Türk Müziği’nin pınarlarından biri Selahattin Pınar’ dır demek doğru bir tespit ise kaynaklarından en güçlüsü de Sadedin Kaynak’tır demek yanlış olmayacaktır. Yine geçtiğimiz şubat ayı içinde kaybettiğimiz bir dev isim: Sâdeddin Kaynak. Hafız, Sultanahmet Camii İmamı, bestekâr, ses sanatkârı, film müziği bestecisi. ‘’ Hiç din adamı müzikle uğraşır mı? ‘’ eleştirisine bir cevaptır aslında Sadedin Kaynak. Merhum bestekârı tanımak için hayat hikâyesine kısa da olsa bir göz gezdirelim dilerseniz:
1895 yılında İstanbul’da Taşkasap’ta doğar bestekârımız. Babası Fatih Camii dersiâmlarından Ali Alaeddin Efendidir. Dostu İbnülemin’e yazdığı mektupta kendi hayatını şöyle anlatır: “İlk kez küçük bir çocukken Hafız Melek Efendi’den aldığım dini musîki dersleri beni tatmin etmiyordu. Kasımpaşa’da Küçük Piyale Camii imamı olan Hafız Cemal Efendi’ye devama başladım. Daha sonra Zekaî Dede’nin çıraklarından Darüşşafakalı Kâzım Bey’e intisab ettim: Bu zattan çok nadide eserler meşkettim. O esnada Sultanahmet Camii baş imamlığına tayin olundum. Artık hocalığa devamın güç olacağına kanaat getirerek kendi kendime notayı öğrenmeye başladım. ’’
1912 yılında Balkan Savaşı çıkınca İlahiyat zabiti olarak askerlik görevini yapmak üzere Diyarbakır’a gönderilir. Bu vesileyle Elazığ, Harput, Malatya, Mardin gibi illerimizi dolaşır. Bu esnada Halk Müziğimizin bölgesel motiflerini inceleme imkânı bulmuş şarkı ile türkü arasında özellik taşıyan enteresan besteler yapmıştır. ‘’İncecikten bir kar yağar, Güneş, Fırat, Gurbet Mektubu, Ağlarım Çağlar gibi, Batan gün kana benziyor, Bağrıma taş basaydım. “Dertliyim Leylâ” gibi nice güzel türküleri sayabiliriz. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kur’an-ı Kerim deki savaş ayetleri üzerine ordu komutanlarına konferans vermiştir.
1926 yılında plak doldurmak üzere Berlin’ e ayrıca Viyana, Paris, Milano’ ya gitti. Sadedin Kaynağın bestekârlığa başlaması da işte bu Berlin seyahati ile olmuştur. Yol arkadaşı olan bir avukatın ‘’ Hicranı elem ’’ sözleri ile başlayan bir şiirini hüzzam makamında bestelemiştir.
Merhum Sadedin Kaynak’ın bir başka öncü özelliği ise film müziği bestekârlığı yönüdür. Bugün dizi filmler nasıl ki müzikleri ile ayrıca zihinlerde kalıyor ve beğeniliyorsa o yıllarda bunun ilk öncülüğünü merhum bestekâr yapmıştır dersek herhalde yanlış olmayacaktır. Sadeddin Kaynak 85 Arap filmini Türkçe seslendirdi. (Leylâ ile Mecnun, Allah’ın cenneti, Yavuz Sultan Selim Ağlıyor gibi birçok Türk ve Arap filminin müzikleri)
Hafız Sami gibi müthiş bir ses, Sadedin Kaynak için şöyle der: ‘’ Kur’ an okuma işinde birincilerden sayılır. O tatlı o yumuşak ve zengin sesi her şeyden ziyade Kur’an okumak için yaratılmıştır. O ibrişim sadâ, o güzel eda, ne Kur’ an ı sıkar ne kulakları tıkar ne de ruhları boğar. ’’
10 yaşında hafız olan, 31 yaşında iken ise ilk bestesini yapan Sadedin Kaynak “Yavuz Sultan Selim Ağlıyor” filminin müziklerini yaparken beyin kanaması geçirir ve felç olur. Uzun süren hastalığı sonunda 3 Şubat 1961 Cuma günü hastanede üreden vefat eder. Vasiyeti üzerine Merkez Efendi Mezarlığına gömülür.
Vasiyetinin son bölümü şöyledir: “Bu evde benim bir pardesüm iki kat elbisem bir bavulum bir radyom bir buzdolabım var. Bunları Gülfiye’ye (kendisine uzun yıllarca bakan kadın) bırakıyorum. Benim evimde birikmiş param yoktur. Emri hak vaki olduğu zaman Sıraselviler’de ki apartmanın 1, 3, 9 numaralı dairelerinden kiralar alınıp cenazemin teçhiz ve tekfinine sarf edilsin. Cenaze namazım Nuru Osmaniye Camii Şerifinde kılınsın. Merkezefendi’de kabrim hazırdır. Kabir taşımı Gülfiye yaptırır. Yazılacak şey şudur: Sultanselim Camii Şerifi Baş İmamı ve Sultanahmet Camii Şerifi ikinci imamı ve hatibi meşhur bestekâr Hacı Hâfız Sadeddin Kaynak’ın ruhuna Fatiha. . ’’
Sâdeddin Kaynak’ın iki
talebesi ile küçük bir hatıra
Yaklaşık 12-13 yıl önce hem tam bir İstanbul beyefendisi hem de iyi bir musıkişinas zât ile tanışmıştık Timaş Yayınevinde: Ahmet Kibritçioğlu bey ile. Kendisi Sadedin Kaynak’ın talebelerinden de olmuş bir dönem. Bayram’larda, mübarek gecelerde evini arar tebrikleşir hal hatır sorardım. Birgün, ’’ eski dostlarınızdan Alaeddin Yavaşça Hoca’nın bir konseri olacak isterseniz gidelim ‘’ demiştim. Memnun olmuştu ve Alaeddin Bey’in konserine gitmiştik. O güzelim konserin ardından Alaeddin beyi görmek ve tebrik etmek üzere Ahmet bey ile kulise geçtik. Alaeddin bey, Ahmet bey’i gördüğünde ne kadarda sevinmişti. Yıllar sonra birbirlerine sarılmışlar hasret gidermişlerdi. İkisi de Sâdeddin Kaynak’la bir dönem aynı musıki ortamını paylaşmışlar istifade etmişler talebe olmuşlardı. Bu buluşma beni de hayli duygulandırmıştı. Yazıda adını zikredince, masadan kalkıp telefona gittim Ahmet Amcayı yıllar sonra aramak için. Evet yıllar sonra da olsa aramanın heyecanı ile telefonun tuşlarını çevirdim. Telefonu kaldıran ses eşine aitti. Hemen hatırladı. Sesi titriyordu. “Evladım” dedi, “Ahmet amcanız Alzheimer hastası oldu. Konuşamıyor.” Kendisi de ağlamaklı olunca bende çok üzüldüm. Allah’tan (c. c) şifalar dileyerek ve selam ederek telefonu kapadım.
17.03.2009
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Az yiyen daha zekî oluyor |
|
Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar, kalori miktarının azaltılmasının hayvanlardaki bilişsel işlevleri artırdığını gösteriyor. Peki daha düşük kalorili beslenmenin hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da aynı sonucu vermesi mümkün mü? Bilim Teknik dergisindeki habere göre, The Proceedings of the National Academy of Sciences’ta yeni yayımlanan bir çalışmada kalori kısıtlamasının insanlardaki yaşa bağlı zihin geriliğini önlediği ileri sürülüyor.
Küçük çaptaki bu çalışma yaş ortalaması 60 olan, normal kiloludan aşırı kiloluya 50 kadın ve erkekten oluşan bir grup üçe bölünerek gerçekleştirildi. Almanya’daki Münster Üniversitesi’nde nörolog olarak görev yapan ve aynı zamanda çalışmadaki araştırmacılardan biri olan Agnes Flöel, gruplardan birinin normal olarak beslenmesine devam ettiğini, yalnızca aldığı kalori miktarını yüzde 30 azalttığını belirtti. İkinci grup tükettiği kalori miktarını aynı tuttu, ancak tükettiği doymamış yağ (sağlıklı yağ) oranını yüzde 20 oranında artırdı. Üçüncü grupsa, diyetinde herhangi bir değişiklik yapmadı.
Flöel, üç ay boyunca süren çalışmaya katılanların diyet programlarının diyetisyenler tarafından hazırlandığını ancak deneklerin beslenmelerini kendilerinin takip ettiğini belirti.
Çalışmanın başında ve sonunda kelime ezberleme de dâhil olmak üzere çeşitli testlere tabi tutulan katılımcılardan kalori kısıtlaması yapan grubun hafıza performansı yüzde 20 artış gösterdi. Diğer gruplarda ise belirgin bir değişiklik görülmedi.
The National Institutes of Aging’de (Ulusal Yaşlanma Enstitüsü) sinir sistemi uzmanı olan ve çalışmaya katılmayan Mark Mattson, kalori kısıtlamasının hafızayı güçlendirdiğini göstermesinin yanı sıra çalışmanın, hayvanlarda açığa çıkarılan aynı temel mekanizmaların insanlarda da iş başında olduğunu ortaya koyduğunu belirtiyor. Araştırmacılar kalori alımını azaltan bireylerin kanlarındaki insülin seviyelerinde ve muhtemel bir iltihaba işaret eden C-reaktif protein gibi çeşitli metabolik sağlık göstergelerinde de iyileşme olduğunu belirlediler.
Mattson “Kalori kısıtlamasından herkes yarar görmeyebilir. Fakat zaten ihtiyacından daha fazla tüketenlerin ve az da olsa fazla kilosu olanların aldıkları kalorileri azaltmaları için artık bir nedenleri daha var” diyor. Nefis terbiyesinin ve duygusal eğitimin metotlarından birisi riyazettir. Riyazet; maddî, nefsî arzularını meşrû dairede karşılayarak, en asgari seviyeye indirip, geri plana itip; ruhî, manevî, ulvî yüce duyguları öne çıkararak nefsi terbiye etmek, perhiz ve mânevî idman yapmaktır. Bunu şöyle açabiliriz:
l Moral gücünü yüksek tutmak,
l Az yemek/içmek,
l Düzenli ve ölçülü uyumak,
l Zamanı israf etmeden tefekkür ile değerlendirmek.
l Spor ve hareket ile formu korumak: Duygularımızın yanında bedenimizi çalıştırmak da önem arz eder. Çünkü heyecanlı ve hareketli bir fıtratta yaratılan insanın rahatı, huzuru; gayret ve emek sarf etmekle mümkündür. Hareketsizlik, tembellik ise sıkıntı ve üzüntü kaynağıdır.1 Bu da sefahat ve sefaletin kaynağıdır.
Dipnot: 1- Münâzarât, s. 139.
17.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bugünü anlamak için |
|
Beğenilir yahut beğenilmez, ayrı mesele; ancak, Yeni Asya'nın 40 yıllık yayın rotasında bir sapma olmadığı gibi, bu camianın yarım asrı aşan siyasî çizgisinde de herhangi bir kırılma hadisesi söz konusu değildir.
Esasında, müzmin Yeni Asya muhaliflerinin en büyük bir sıkıntısı da bu "tavizsiz istikrar çizgi"nin muhafaza edilmiş olmasıdır. İstiyorlar ki, hani bir kerecik olsun, bu rotadan ayrılma ve bu çizgiden sapma vakıası yaşansın ki, kendileri de şöyle derin bir "Ohhh" çekerek rahat etsinler.
Ama, şükürler olsun ki, bugüne kadar ne temel yayın çizgisinde bir kırılma vaki oldu, ne de siyasî rotadan inhiraf etme sabıkası yaşandı. İnşaallah, bundan sonra da aynı istikamet üzere yayın hizmeti devam edip gidecektir.
Ahmed Şahin, 15 Şubat 1980 tarihli "Sohbet"inde "Yanılmadık, yanıltmadık" başlığını kullanarak, Yeni Asya'nın siyasette de müstakim ve istikrarlı bir çizgide neşriyat yaptığını aynen şu sözlerle dile getiriyordu: "Yeni Asya, on senelik hizmetin mesuliyet ve muvaffakiyetini omuzlarına yüklenmiş halde huzurlarınızdadır.
"Bir nefs muhasebesi yapacak olursak, şöyle geriye doğru bakabiliriz. Geriye doğru bakarken, yaşanmış hadiselere göz atacağımızdan, kesin misâllerle göz göze, burun burunayız demektir. Bunlar bağlayıcı ve susturucudurlar.
"(Meselâ), politikada Adalet Partisini (AP) tuttuk. Halen de tutuyoruz... "Ne geçmişimiz bunda hata ettiğimizi söylemekte, ne de hâlimiz. Öyle ise, gelecekte de AP'yi tutmaya devam ederiz. Çünkü, yanıldığımız çıkmadı ortaya. Aksine, isabet ettiğimizi teyid ve tescil etti, hadiseler.
"Demek ki, Yeni Asya, on senelik neşir hayatının politikaya ait kısmında hataya düşmedi, yanlış taraf tutmuş olmadı, okuyucusunu yanlış istikamete sevk etmedi.
"Bundan dolayı sevinebiliriz, huzur duyup bahtiyarlık hissedebiliriz. Zira, ne biz yanılmışız, ne de okuyucumuzu yanıltmışız. Bu ise, bizim için fevkalâde mühim bir faktördür."
(Not: Bugün ortaya çıkıp da, 1977'de dehşetli bir zulümatı dağıtmada aktif rol oynayan Yeni Asya için, "1980'den önce de yanılmış ve yanıltmıştır" diyen bazı dostların kulakları çınlasın.)
* * *
Evet, görüldüğü gibi, 1977'ye, hatta 1979'un sonuna kadar ciddî bir sıkıntıyla karşılaşmayarak, siyasette de birlik ve bütünlüğünü muhafaza eden bu camia, en büyük sarsıntılı kargaşayı 1980 darbesinden sonra yaşadı.
Darbeciler, yolumuza taş koydu. Hem defalarca gazetemizi kapattı, hem de okuyucu kitlesinin zihnini bulandıracak dehşetli planları devre soktu.
Öyle ki, oldum olası darbeye ve darbeciliğine karşı olan Yeni Asya camiası içinde, 1980'den sonra "Darbe taraftarı" olan kimseler zuhur etmeye başladı. Hem de ne taraftarlık... İşte size bunlardan iki örnek (isimler bizde mahfuz):
1) Erzurum'da çıkan Hür Söz isimli mahalli gazetenin 18 Mart 1982 tarihli nüshasında neşredilen uzunca bir mektupta 12 Eylül darbecileri methediliyor ve bu cunta hareketi bir büyük muzafferiyet şeklinde telâkki edilerek, aynen şu ifadelerle alkışlanıyor: "...Elde edilen bu muzafferiyet, mazideki Malazgirt, Mohaç, Niğbolu ve İstiklâl Savaşı gibi zaferlerden geri değildir, hatta üstündür."
2) Bir profesörün imzasını taşıyan ve 1982'de Türdav AŞ tarafından İstanbul'da basılan "Kur'ân ve Hadise Göre Ahirzaman Fitnesi ve Anarşi" isimli eser, ne yazık ki 12 Eylül cuntacılarına ithaf ediliyor ve ilk sayfadaki bu "İthaf"ta aynen şu ifadeler zikrediliyor: "12 Eylül 1980 müdahalesini yaparak, milletimizin tarihinde ikinci bir İstiklâl Harbi mânâ ve ehemmiyetindeki hizmetiyle, devletimizi anarşi girdabında boğulmaktan kurtarmış bulunan ve oynadığı rolle milletimizin 'Peygamber ocağı' tavsifine bihakkın lâyık olduğunu bir kere daha ispat eden şanlı ordumuza ithaf olunur."
Görüldüğü gibi, Yeni Asya ile yollarını ayıranlar, hem darbecilere övgü düzüyor, hem de darbeciliğe bir nevî "fetvâ" veriyordu.
Derken, bu kez gündeme darbe anayasası meselesi geldi. Maalesef, camia içinde zuhur eden aynı mânâdaki inhıraf ve zıtlaşma, "Anayasa referandumu" meselesinde devam etti. Üstelik, daha da şiddetlenerek. Özelde Yeni Asya camiası, genelde Nur Risâlelerini okuyanlar, darbe anayasasına "Evet" diyenler ve "Hayır" diyenler olarak ikiye bölündüler.
Yeni Asya'nın tavrı zaten belliydi. Bu camia, baştan sona Kemalizmi işmam eden bir anayasaya evet diyemezdi. Nitekim, öyle de yaptı.
Darbe gibi, darbecilerin halka dayatmış olduğu anayasaya da ‘evet’ diyenlerin ve buna niçin ‘evet’ denilmesi gerektiğinin hikâyesini ise, 3 Mart 2009 tarihli Yeni Asya'da "Halk, anayasaya keşke 'Hayır' deseydi" başlığıyla röportajı yayınlanan Prof. Servet Armağan naklediyor.
Armağan, 2003'de Bilge Yayıncılık tarafından basılan "Bir zamanlar rektördüm" isimli eserinin 199. sayfasında yer alan "Dindarlar ne düşünüyor?" başlığı altında aynen şu sözlerle anlatıyor: "Bir gün evde otururken, dediler ki 'Sizi İstanbul'dan Hizmet Vakfı’ndan istiyorlar. Anayasa (1982 Anayasası) henüz referanduma sunulmamış. Giyindim, gittim. Şehzadebaşı'ndaki Hizmet Vakfı’nda...., yani Risâle–i Nur hizmetinde bulunan kesimin önemli isimleri birarada bulunuyordu. Benden Anayasa hakkında görüşlerimi sordular: 'Biz ne yapalım Servet Bey? Bu Anayasaya evet mi diyelim, hayır mı diyelim?' dediler. Ben orada şunu dedim: 'Bu Anayasaya evet diyelim.' Onlar 'Neden?' dediler. Ben dedim..."
Görüldüğü gibi, bungün "Keşke 'Hayır' çıksaydı" diyen bu muhterem zât, 1982'de "Anayasaya evet" denilmesi için Nur camiasının en şöhretli isimlerini dahi ikna ettiğini, devam eden ifadelerinde açıkça beyan ediyor.
Evet, darbeye, darbecilere ve darbe anayasasına karşı olduğu için, toplam 474 gün kapatılma cezasına çarptırılan Yeni Asya, maddî ve mânevî en ağır darbeyi işte bu dönemde yedi.
Acaba, ana rotadan ayrılma ve temel çizgiden sapma hadiselerinin yaşandığı bu sarsıntılı dönemi bugünkü neslin de bilmesi gerekmez mi?
Acaba, "Darbeye de, darbe anayasasına da hayır" dediğimiz için, "Anarşistlerle, hatta komünistlerle berabersiniz" ithamına maruz kaldığımızı, bugünkü okuyucularımızın da bilmesi icap etmez mi? Yani, tarihle yüzleşmenin zamanı gelmedi mi?
Dahası, bugün de siyaseten ters düştüğümüz bazı dost ve kardeşlerimizle, asıl ihtilâfın o tarihte başladığının bilinmesi gerekmiyor mu? Acaba, 1980'de, 1982'de, 1983'de neler olup bittiği bilinmeden, bugünkü siyasî farklılıkların sebebini bilmenin ve gerekçelerini izah etmenin imkân ve ihtimali var mıdır?
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ebedî saadetin gerekçeleri |
|
İsveç’ten okuyucumuz: “Kıyameti ve daha sonra gelecek ebedî saadeti inanmayanlara nasıl ispat ve izah ederiz? Ebedî saadete neden ihtiyaç vardır?”
(Dünden devam)
Bedîüzzaman Saîd Nursî, daha sonra ebedî saadetin gerekçesini on maddede nazarlarımıza sunar. Kısaca özetleyelim:
1- Bedîüzzaman’a göre ebedî sadet olmazsa, bu kâinatta gözden kaçmayan esaslı nizam ve baş döndürücü sistem, yalancı bir şekilden ve hayalî bir gölgeden ibaret kalır. Nizamı nizam eden, sisteme sistem ruhu veren, sistemin hemen arkasından gelecek ebedî saadettir. Öyleyse âlemdeki bu sonsuz düzen ve eşsiz ahenk, ebedî saadetten haber vermektedir.1
2- Bedîüzzaman meseleye faydalılık cihetinden de bakar. Öyle ki, kâinatta her şeyde tam bir hikmet ve fayda gözüküyor. Her şeyde gözüken bu eksiksiz fayda âhirete dönüktür; ebedî saadetten haber veriyor.
3- a) Kâinâttaki hadsiz israfsızlık ve hiçbir şeyin gâyesiz olmaması;
b) Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi yaratırken tercih ettiği en kısa yol, en yakın cihet, en hafif sûret ve en güzel biçim;
c) Allah’ın her bir şeye en az yüz vazife yüklemesi ve bin meyve ve gâye takması ebedî saadetin geleceğine delildir. Çünkü dönmemek üzere ölüm ve geri gelmemek üzere yok oluş, her şeyi israf eder, her şeyi boş yapar. Kâinâtta böyle dehşetli bir israfa yer yoktur.
4- Kâinâtta hemen her şeyin her zaman değişmesi, yenilenmesi, tazelenmesi, eski bedenlerin atılması ve ölüme mazhar edilmesi; ölüme benzeyen uykular, kıyâmete benzeyen zelzeleler, sarsıntılar, yıkımlar ve yeniden yapılanmalar büyük Kıyâmetten ve ebedî saadetten haber veriyor.
5- İnsanın fıtratına yerleştirilmiş sınırsız istidatlar ve hadsiz kabiliyetler, o kâbiliyetlerden doğan sayısız meyiller ve yönelişler, bu meyillerin getirdiği hesapsız emeller, bu emellerin yol açtığı sınırsız fikirler, istekler, arzular, iştihâlar, düşünceler ve duygular şu şehâdet âleminin hemen arkasında bulunan ebedî saadete ellerini uzatmış, gözlerini dikmiş ve o tarafa yönelmiştir. Fıtrat hiçbir zaman yalan söylememiştir. Bu sarsılmaz “ebedî mutluluk meyli” ebedî saadetin varlığına işâret etmektedir.2
6- Allah’ın hadsiz rahmeti, büyük merhameti ve geniş şefkati, ebedî saadeti haber veriyor. Çünkü nimeti nimet eden nimetin devamlılığıdır. Bu da ebedî saadetle mümkündür. Çünkü bütün nimelerin başı, gâyesi ve neticesi ebedî saadettir. Eğer ölümden sonra âhiret biçiminde yeni bir hayat olmayacaksa, eğer kıyâmetin kopuşundan sonra yeni bir diriliş ve yeni bir âlem söz konusu edilmeyecekse bütün nimetler boş ve boşuna olur. Bütün nimetlerin boş olması ise, kâinâtı kuşatan sonsuz rahmetin varlığına zıttır.
7- Şu kâinâtta herkese gözüken İlâhî lütuflar, merhametler, ihsanlar ve ikrâmlar hakîkî rahmeti gösterir. Hakîkî rahmet ise ebedî saadeti haber verir.
8- İnsan uyanık vicdanının fısıltısını dinlese, sonsuz bir mutluluğu ne kadar derinden istediğini işitecektir. Çünkü o vicdana kâinât bile verilse, ebedî mutluluk ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek bu vicdânî cezbe ve fıtrî istek, hakîkî bir gâyenin ve câzibedâr bir hakîkatin çekmesi ve ağır basması ile olur. Bu hakîkat da ebedî saadettir.
9- Hazret-i Muhammed’in (asm) sözleri ve verdiği haberler ebedî saadetin müjdecisidir. Onun (asm) yaşayışı, hadisleri ve sünneti ebedî saadete karşı birer penceredir. Onun Allah’ın birliğinden başka en büyük dâvâsı haşir ve ebedî saadette düğümlenmiştir.
10- Kur’ân’ın kesin haberleri de nihâyet ebedî saadetin en hakîkî müjdecisi ve cismânî haşrin anahtarıdır. Nitekim Kur’ân âhiret ve yeniden yaratılış hakkında çok delil sunar. Meselâ: “Kendi yaratılışını unuttu da, bize temsil getirmeye kalktı. “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” dedi. Sen, de ki: “Onu ilk önce kim yaratmış ise tekrar O diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir”3 âyeti; “Size ne oluyor ki, Allah’ın büyüklüğünü düşünmüyorsunuz? Halbu ki O sizi halden hale sokarak yarattı”4 âyeti; “Rabbin ise, kullarına haksızlık yapacak değildir”5 âyeti ebedî saadeti gösterecek dürbünleri insanoğlunun dikkatine sunmuştur.6
Dipnot: 1- Sözler, s. 479; 2- Sözler, s. 481; 3- Yâsîn Sûresi, 36/78, 79; 4- Nuh Sûresi, 71/13, 14; 5- Fussilet Sûresi, 41/64; 6- Sözler, s. 482
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Seçim gevezeliği |
|
Zamanın hızla aktığı, hâdiselerin baş döndürücü değişim gösterdiği, benliklerin havalandığı, belleklerin çer çöple dolduğu, idraklerin plastikleştiği, hislerin hissiyâtını kaybettiği, tefekkürün terk edildiği, duâların dünyaya baktığı, dünyalaşmanın dünyaları darmadağın ettiği vakitlerden geçiyoruz, ferd ve dünya olarak… Şuursuzluk şuur, fikirsizlik fikir, samimiyetsizlik samimiyet sayılıyor ve saygınlaşıyor bu karmaşık, dağınık dünyada…
Kriz kalbe vurmuş, kelâmlar onun üzerine, zihni ikiye bölmüş duyular ona çalışıyor, şuur bulanık akıyor, idrakler önünü görmüyor, duygular dizginlenemiyor, sonsuzluk unutulmuş… Seçim telâşı sarmış, nefsi ile kalbi, bedeni ile ruhu arasında tercih yapamamışlarda... Varsa da yoksa da benlik koltuğunda kurulup oturmak, biraz daha zevklenmek, biraz daha gevezelenmek…
Sıktıkça sıkıyor adına kriz denen umumî musibet... Seçim telâşı bir avutma, polemikler kandırmaca, gündemler güldürmece. Şuurun altı kaynıyor, hiçbir şey dolduramıyor derin boşluğu, ne seçim, ne de geçim... Kısa bir avuntu ile örtmeden öte değil yaşanılanlar, uyutucu ve uyuşturucu birer oyuncak…
İnsan olma özü, böyle küçük şeylerle avunmak ve avutulmakla dolacak ve doyacak gibi değil. Derin şuur, üstteki küçük dalgalara aldırmayacak ve aldanmayacak kadar engin bir arayış içinde… Dinmeyen çalkantısı, durmayan akışı, sönmeyen iştiyakı, bitmeyen aşkı; koptuğu özü bulmak, nefhalandığı asla kavuşmak, savrulduğu boşluktan çıkmak için… İçin için içine işleyen iç arayış, krizden, seçimden daha çetrefilli ve çetin…
Hakikati dil ile ifade kolay, onu kalbe indirgemek, kalbin askerleri latifeleri mutî kılmak, hakikati yaşantıya akıtmak, halka sunmak; zor olan bu… Krizin kilit noktası, dertlerin düğüm yeri, seçimin ve geçimin dar geçiti, bu öz alanda, beden insan ile ruh insanı buluşturmak ve barıştırmakta…
Üç adımlık dünya yolculuğunda sonsuzluk azığını hazırlamak için çalışmak, seçimini ondan yana yapmak, dünya geçimini kolaylaştırır, ahiret yurdunu da imar eder... Kriz bir ikaz olur, seçim gevezeliği akılları sersem, ruhları dağınık ve dalgın yapmaz; öz, aslı olan safiyeti korumuş, kirlilikten korunmuştur…
Her gün seçim haberlerini, geçim bültenlerini, kriz lakırdılarını dinleyip yorulacağımıza, hakikat muhabbetiyle uhuvvet kelâmlar etsek,—içimizde, ailemizde, işimizde—hızla değişen ve dönen dünya, bizi durduğumuz hakkaniyet hakikatinden düşüremeyecek, mutsuzluk ve ümitsizlik çukuruna atamayacak, sonsuz sürur ümitlerimiz yeşerecek, hayatımıza şevk, ruhlarımıza neş’e gelecek.
17.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|