İlk duyulduğunda, “Asrın Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur ile müzik veya mûsıkî arasında nasıl bir bağ olabilir ki?” sorusu akla gelebilir. Ancak bu imanî eserlerdeki en zor meselelerin bile aynı zamanda bu çağ insanının anlayabileceği tarzda benzetmelerle sunulup kolayca izah edildiği düşünülürse anlaşılabilirliği görülür. Bundan çok değil 15–20 yıl öncesine kadar—hatta bugün dahi—belli dinî çevrelerde müzik ile din arasında adeta yüksek duvarlar olduğunu müşahade etmişimdir. Oysa Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin değil 15-20 yıl neredeyse 100 yıl önce eserlerinde müzikle ilgili benzetme, tabir ve konulara yer verdiği gerçeği apaçık ortada iken bu iki yaklaşım tarzı arasındaki belirgin fark kendini gösteriyor. İşte bu farka dair küçük bir örnek:
“…Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen mûsika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyir ve seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’îyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?” ( Münâzarât )
Şu anlatıma, bakış açısına bakar mısınız lütfen? Üstad Hazretleri imanî bir bahsi izah ederken kanun ve tanbur gibi iki enstrümana yer vermiş hatta “umum kütüb-ü İslâmiye ile tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi olarak" bağ ve benzetme yapmıştır. İlk cümlede ise Kur’ân-ı Kerim, mûsıka-i İlâhiye olarak da nitelendirilmiştir.
“İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf surî bir san’atçığıyla, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsika-i İlâhî tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.” Sözler / Otuz İkinci Söz - s. 284.
Üstad Hazretleri 32. Sözde ise görüldüğü gibi kâinatı, zemini ve zemin içindeki hayat sahiplerini ve insanın başını Rabbanî bir ses cihazına ve bir İlâhî mûsıkîye benzetmiştir.
Yine Sözler / Lemeât da Üstad Hazretleri “Güya bütün kâinat ulvî bir mûsikîdir; iman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri“ derken burada da “kâinat, ulvî bir mûsıkî” olarak geçmektedir.
30. Lem‘a da ise Bediüzzaman Hazretleri “Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir mûsikî-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; …” derken yine “Kâinatı o sınırsız nağmelerin çeşitleriyle ses veren tesbih eden konuşan bir ilâhî mûsıkî” olarak niteler.
Elbette Risâle-i Nur Külliyatında mûsıkîye dair bahisler sadece bu kadarla sınırlı değil. Şahsen anlayabildiğim, okuyabildiğim kadarıyla paylaşmak istediğim tesbitlerimdir bunlar. Eksik yorum ve tesbitler şahsıma aittir.
24.03.2009
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|