‘İttihatçıların bozuk kısmı’
Bu makalenin ana mevzuunu; Bediüzzaman’ın II. Emirdağ Lâhikaları arasında yer verdiği bir mektubu teşkil etmektedir.
“Kalbe İhtar Edilen İçtimâî Hayatımıza âit Bir Hakikat” ifadeleriyle başlayan mektupta, o dönemin siyasî partileriyle ilgili bir tahlil yapılmaktadır. Mektup dikkatlice mütâlâa edildiğinde, kaleme alındığı tarihle sınırlı bir değerlendirme olmadığı kolayca fark edilmektedir. Mektubun kaleme alındığı tarihteki siyasî yapı II. Meşrûtiyet döneminin siyasî tecrübeleriyle irtibatlandırılarak, müstakbel siyasî gelişmeleri de ihata edecek bir temel değerlendirme yapılmıştır.
İçtimâî ve siyasî hadiseleri dar bir zaman dilimi içerisinden alınan sabit bir kesit üzerinden değerlendirmek yanıltıcı olabilmektedir. Özellikle ülkemizde olduğu gibi siyasî yapı sık sık askerî müdâhalelerle inkıtaa uğramışsa durum daha da zorlaşmaktadır. Demokrasi dışı müdâhaleler siyasî yapıyı tahrip etmekte, siyasetin kendi fıtrî tekâmülüne mâni olmaktadır. Bu sûretle siyasî geleneklerin teşekkülü ve buna bağlı olarak da siyasî kimliklerin tesbitinde ciddî bir kargaşa yaşanmaktadır. Halk tercih yapmakta zorlanmakta, bazan da sonradan pişman olduğu tercihler yapabilmektedir. Aynı şekilde siyasî unsurlar da kendilerini samimî ve alenî bir şekilde ifade etmekte sıkıntı çekmektedir.
Bu tip belirsizlikler özellikle, resmî ideoloji tarafından makbul görülmeyen sağ siyaset çizgisinde yaşanmaktadır. Resmî ideolojinin himâyesi altındaki ya da temsilcisi durumunda olan CHP çizgisi için benzer bir zorluk mevzubahis değildir. O-arızî bir iki kısa dönem hariç-her zaman kendisini rahatça ifade edebilmekte, seçmeni de tercihini tereddüt etmeden yapabilmektedir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat müdâhalelerinin hepsinin de aynı çizgideki siyasî teşekküllere karşı yapılmış olması tesadüf olmadığı gibi, bu kulvardaki siyasetçinin ve seçmenin işini zorlaştırmaktadır.
Bahsettiğimiz bu tarz bir sıkıntının mahallî seçimler arefesinde, hiç olmazsa Yeni Asya okuyucuları için asgarî seviyede kalması bakımından, Bediüzzaman’ın mezkûr lâhikasına müracaat etmek faydalı olacaktır.
II. Meşrûtiyet’e Doğru
II. Meşrûtiyet’in 23 Temmuz 1908’de ilân edilmesinde esas rolü oynayan İttihat ve Terakki Cemiyeti 1889 yılında kurulmuştu. Zamanla bünyesinde çok farklı fikir ve şahsiyetleri toplayan cemiyetin, o dönem için muayyen bir siyasî ve içtimâî düşüncesinden bahsetmek pek mümkün değildir. Önde gelen liderlerinin önemli bir kısmı yurtdışına çıkmış bulunan cemiyet mensuplarının esas maksatları, 1876’da kabul edilip kısa bir süre sonra askıya alınan Kanun-u Esasi’nin tekrar yürürlüğe konulmasıdır. Bu sûretle yeniden parlamenter sisteme geçilecek ve “hâkimiyet-i milliye” tesis edilecektir. “Düvel-i Muazzama”nın müdâhalelerine ve devletin dağılmasına mani olmanın tek yolu olarak bunu görmüşlerdir.
Pozitivist ve materyalist Ahmet Rıza, muhafazakâr Mizancı Murad, Liberal Prens Sabahaddin, “Kemalist Devrimler”in temeli mâhiyetindeki bir çok fikri daha o tarihlerde kaleme alan Abdullah Cevdet, radikal ihtilâlci Tunalı Hilmi ve daha bir çok farklı düşünce sahibi kişi, hep aynı gaye uğruna ittifak etmişlerdi. Cemiyet esas kimliğini 1908 Temmuz’undan sonra sür'atle gelişen siyasî ve içtimâî hâdiselerin seyri içerisinde kazanacaktır.
Esasında, Sultan Abdülhamid’i Meşrûtiyeti ikinci defa ilân etmeye zorlayanlar, daha yakın bir tarihte, 1906’da Selânik’te kurularak sonradan İttihat ve Terakki Cemiyetiyle birleşen Osmanlı Hürriyet Cemiyeti mensuplarıydı. Bu grup özellikle Rumeli’de bulunan askerî birlikler içinde büyük bir gizlilik içinde teşkilâtlanmıştı. 1908 inkılâbına yol açan olaylar, Büyük Britanya Kralı ile Rus Çarı’nın Haziran 1908’de Reval’de bir araya gelmeleri üzerine hız kazandı. Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük devletler arasında paylaşılması endişesini taşıyan teşkilâtın askerî kanadı, Sultan’ı, II. Meşrûtiyet’i ilân etmeye mecbur bırakmak üzere harekete geçti. İlk önce Kolağası (Binbaşı) Resneli Niyazi, arkasından erkân-ı harp binbaşısı Enver ve daha sonra da Eyüp Sabri dağa çıktı. Dağa çıkanları cezalandırmak üzere Mânâstır’a gönderilen Ferik Şemsi Paşa vuruldu, yerine gönderilen Müşir Osman Paşa da rehin alınarak dağa götürüldü. Bazı askerî birlikler ve Cemiyet, 23 Temmuz’da Rumeli’de muhtelif kasabalarda Meşrûtiyeti ilân ettiler. Sultan Abdülhamid bir emrivakiyle karşı karşıya kaldığını görerek aynı gün Meşrûtiyeti ilân ettiğini açıkladı.
Bediüzzaman Said Nursî, aniden ortaya çıkan ve II. Meşrûtiyet’in ilânıyla neticelenen bu son gelişmeleri Birinci Şuâ’da; “Avrupa zâlimlerinin devlet-i İslâmiyenin nûrunu söndürmek niyetiyle müthiş bir sû-i kast plânı yaptıkları bir zamanda Türkiye hamiyetperverlerinin” II. Meşrûtiyet’in ilân edilmesine teşebbüs etmek sûretiyle “o plânları akîm bırakmaya çalışmaları” şeklinde tarif etmiştir.
İttihat Terakki ve Bediüzzaman Said Nursî
1907 yılının sonlarına doğru İstanbul’a gelen Bediüzzaman; II. Meşrûtiyet’in ilk günlerinde Sadaret vasıtasıyla şark aşiretlerine elli-altmış telgraf çekti. Bu telgraflarda aşiretlere, Meşrûtiyet ve Kanun-u Esasi olarak işittikleri hadiselerden tedirgin olmamalarını, bilâkis memnun olmalarını telkin etti. Aynı şekilde Ayasofya, Bayezid, Fatih ve Süleymaniye camilerinde ulema ve medrese talebelerine Meşrûtiyetin İslâm’a muvafık olduğunu izah etti. Diğer taraftan İstanbul’da çok sayıda bulunan ve önemli bir kısmı hamallık yapan Kürtlerin kahvehânelerini de dolaşarak aynı şekilde Meşrûtiyet lehinde izahatlarda bulundu.
Bu arada İttihat ve Terakki’nin liderleriyle de tanışan Bediüzzaman, onlarla birlikte gittiği Selânik’te büyük bir kalabalığa Meşrûtiyet ve hürriyet lehinde bir nutuk îrâd etti.
Bütün bu safhalarda yapmış olduğu faaliyetler ve gazetelerde neşrettiği makaleler kendi ifadesiyle “mukaddes şeriatı, Meşrûtiyet kuvvetiyle i'lâ; ve meşrûtiyeti, şeriat kuvvetiyle ibka” maksadına matuftur. İslâmiyeti meşrûtiyet kuvvetiyle yüceltmek, meşrûtiyeti de din kuvvetiyle dâimî kılıp yerleştirmek.
II. Meşrûtiyet’in ilk günlerinde, meşrûtiyetin ilân edilmesindeki rolü sebebiyle yüksek bir itibara sahip olan İttihat ve Terakki, kamuoyunca “Cemiyet-i Mukaddese” olarak isimlendirilmişti. Ancak, efkâr-ı âmmede kabul gören bu müsbet kanaat, meşrûtiyetin ilânını takip eden aylarda sür'atle ortadan kalkacaktır.
Meşrûtiyet’in ilânından sonra Kâmil Paşa hükümeti kurmakla görevlendirilmiş, teşkil edilen kabinede hiçbir İttihatçı yer almamıştı. Kendini henüz iktidara hazır bulmayan Cemiyet, Kasım ayında yapılacak seçimlere hazırlanıyordu. Bununla birlikte, hükümetin teşkilinden memur atamalarına kadar bütün icraatlara müdâhale etmek istiyordu. Henüz resmî bir parti şeklinde ortaya çıkmayarak gizliliğini sürdürmeye devam eden cemiyet, kendi mensupları dışında kimseye itimat etmiyor ve birikmiş beklentilere de cevap veremiyordu. Yapılan bütün itirazlara ve muhalefete şiddetle mukabele ediyor, kendisi dışındaki herkese, Bediüzzaman’ın tabiriyle “haşerat nazarıyla bakmakla” toplumda giderek sertleşen bir bölünmeye sebep oluyordu.
Bediüzzaman’ın İttihat ve Terakki ile meşrûtiyetin bidayetindeki ittifakı, bir partiye mensubiyet tarzında olmamıştır. Müşterek cihetleri; meşrûtiyetin ilânı, teşkilat-ı esasiyenin tekrar yürürlüğe konulması, parlamenter bir sisteme geçilerek hâkimiyet-i milliyenin tesisi noktalarındadır. Fakat İttihat ve Terakki, tatbikatıyla çok kısa bir zamanda “Sultan Abdülhamid’in hafif ve az istibdadını şiddetli ve kesretli” bir hâle getirerek, “Meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat” göstermeye ve halkı da meşrûtiyet aleyhine sevketmeye başladığında Bediüzzaman’la yolları ayrıldı.
Bediüzzaman; “Sen Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?” sorusuna, “Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lâkin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar” şeklinde cevap vermiştir. “Ben Selânik’te Meydan-ı Hürriyette okuduğum nutuk ile ilân ettiğim mesleğimi şimdi de takip ediyorum” demiştir.
Bediüzzaman, İkinci Emirdağ Hayatı döneminde yazdığı lâhikalarda, özellikle CHP ile alâkalı tahlillerde, “İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri”, “İttihatçıların ve mason kısmının seyyiâtları” tâbirlerini müteaddit defalar kullanmıştır. Bu ifadelerle, İttihatçıların menfi icraatlarını netice veren zihniyet ve anlayışın CHP’de devam ettiğine işaret etmiştir. Bu zihniyetin tezahürleri günümüz siyasetinde de âşikâr bir şekilde müşahede edilmektedir.
Osmanlı Ahrar Fırkası ve Bediüzzaman
1908’in Ağustos ayında Sadrazam olarak vazifelendirilen Kâmil Paşa, kabinesini kurdu. Kabinede İT (İttihat ve Terakki) mensubu bir tek nâzır bulunmamaktaydı. Cemiyet, Sultan Hamid’e itimat edemediği için ona karşı mukavemet edebilecek ve liberal görüşlü bir şahsiyet olarak yaşlı ve tecrübeli Kâmil Paşa’yı tercih etmişti. Kâmil Paşa da Sultan’a karşı Cemiyeti kullanıyordu. Esasında Paşa, İT cemiyetine sıcak bakmıyor, onları küçümsüyordu. Cemiyet ise, öncelikle 1908 Kasım ayında yapılacak seçimlerde mecliste ekseriyeti elde etmeyi sonra da idareye ağırlığını koymayı planlıyordu.
14 Eylül 1908’de Osmanlı Ahrar Fırkası kuruldu. Kurucuları Prens Sabahaddin’e yakın isimlerdi. Parti programında da Sabahaddin Bey’in “adem-i merkeziyet” ve “teşebbüs-ü şahsî” olarak ifade ettiği fikirlerine yer verilmişti. Ferdiyetçiliği ve hürriyetçiliği müdafaa ediyordu. Osmanlı sınırları içindeki bütün unsurların eşitliğine önem veriyordu. Şerif Mardin’in tesbitleriyle; Sabahattin Bey’e göre Osmanlı toplumunun özelliği bir memur zümresinin tahakkümüydü. Düşüncesinin gerçek özü “hükümetle milleti yekdiğerine muârız iki kuvvet olmaktan” kurtarmaktı.
Partinin Reisi açıklanmamış, bu makam boş bırakılmıştı. Bu şekilde partinin esas reisinin Prens Sabahaddin olduğunun ima edildiği söyleniyordu. O sırada Sadrazam olan Kâmil Paşa da Ahrar taraftarıydı.
Ahrar Fırkası kurulduğu günden itibaren İttihat ve Terakki’nin şiddetli muhalefeti ile karşılaştı. Teşkilâtlanamaması için her türlü baskı ve engelleme yapılıyordu. Seçimlere çok az bir süre kaldığı için de İstanbul dışında teşkilâtlanamadı. Seçimlere İT ile birlikte sadece Ahrar Fırkası katılabilmişti.
Kasım-Aralık aylarında yapılan seçimlerde Ahrar Fırkası bir varlık gösteremedi. İstanbul’da Prens Sabahaddin ve Kâmil Paşa gibi adaylar olmasına rağmen mebus çıkaramadı. Sadece Ankara’dan bir mebus çıkarabildi. Meclisin büyük bir kısmı İttihatçı olmakla birlikte sonradan bir kısım mebuslar Ahrar safına geçtiler.
Ahrar Fırkası’na yakınlığı bilinen Sadrazam Kâmil Paşa, Cemiyetin gücünü ordu üzerinde denetim kurarak azaltmak maksadıyla Şubat 1909’da Harbiye ve Bahriye Nazırlarını değiştirdi. İT buna sert bir muhalefetle karşılık verdi. Bu değişikliği hükümet darbesi olarak kabul ettiğini açıkladı. Beşiktaş açıklarında demirlemiş olan donanma, Sadrazam’dan bir açıklama yapmasını istedi. Yeni atanan Harbiye Nazırı Nazım Paşa kumandasındaki Birinci Orduya bağlı subaylar da bu atamaya karşı olduklarını bildirdiler. Meclisdeki İttihat ve Terakki grubu Kâmil Paşa’ya karşı güvensizlik önergesi verdi. Durum, yıllar sonra yaşanacak olan 12 Mart Muhtırası günlerini andırıyordu. Ve oylama 8’e karşı 198 reyle Kâmil Paşa’nın aleyhine sonuçlandı. Emirdağ Lâhikasında geçen; “Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler” şeklindeki tesbitin birincisi böylece tahakkuk etmiş oldu.
Kâmil Paşa’nın düşürülmesinden sonra Hüseyin Hilmi Paşa Sadaret makamına getirildi. Takip eden günlerde huzursuzluklar, ihtilâflar şiddetlenerek 31 Mart Vak’ası’na doğru hızla yol alınmaya başlandı. Bu arada İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti de faaliyete geçerek İttihatçılara karşı Ahrarlarla ittifak ederek muhalefet saflarına katıldı. İT gittikçe hırçınlaşıyordu. İttihatçılara sert tenkitler yönelten Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’nin faili meçhul bir cinayete kurban gitmesi durumu daha da karıştırdı. Nihayet Avcı Taburlarının isyanı ile- hâlen tam olarak aydınlatılamamış olan- meş’um 31 Mart Vak’ası meydana geldi.
(Devam edecek)
|