Bu hafta farklı faaliyetlerle ve rahmetle yad ettiğimiz Üstad Bediüzzaman’ın varlık algısı ve kâinata bakış noktasında ortaya koydukları, gerçekten zamanın problemlerine çareler üretiyor. Son zamanlarda ortaya çıkan Darwin ve evrim teorileri ile ilgili en sağlam bakış da mânâ-i harfi olmalı. Bu noktada en can alıcı taraf tabiî seleksiyon yaklaşımında olmalı. Seleksiyon ve tabiîlik aslında yan yana getirilemeyecek iki kavram. Seleksiyon bir irade gerektiren ve maksada yönelik bir fiili ifade ederken tabiîlik iradeyi devre dışı bırakan bir yaklaşım. Bir insanın yaratılış sürecinde dahi milyarlarca hücre içinden tek hücrenin seçimine şahit oluyoruz. Bu fiili de bir seleksiyon olarak algılayabilirsiniz. Ancak başlangıç ve sonrasını içine alan Küllî Bir İrade’nin seçimi olduğunu nazara almadan bu olaya bakarsanız mesele çıkmaza girer. Çünkü, işleyişin her safhasında sonranın dikkate alındığı bir irade, hikmet ve bağlantılar ağı gözüküyor. ‘İnsanın yeryüzünde yaratılış sürecinde de bir tekâmül yaşanmış mıdır?’ sorusuna olumlu cevap verecek veriler yeterli miktarda değildir. Bunun var olmadığına dair aksi tezleri doğrulayan veriler de sınırlı gibidir. Ancak net olan ve tereddütsüz söyleyebileceğimiz hakikat her iki durumun da bir irade ve küllî bir iradenin varlığının gerekliliğidir. Vacib’ül Vücut olan zatın varlığı ve müdahalesi olmaksızın eşyanın varlığı mümkün olmadığına göre insanın yeryüzünde oluşum süreci ne şekilde olursa olsun yaratıldığı kesindir.
Varlığın mülk ve melekût olmak üzere iki yönü var. Mülk yönünde zıtlıklar iç içe. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, adalet- zulüm gibi kavramlar yan yana yer alıyorlar. Aynı varlık âleminin melekût tarafında ise sadece olumluluklar ve iyilikler var.
Bir kitap şeklinde hazırlanmış maddî âlemde o kitabın okuyucusu olarak, sonsuz Cemal ve Kemali gayr konumunda anlayacak ve anlamlandıracak konumdaki insanın özellikleri de zıtlarla anlamaya uygun olduğu için varlık âleminde zıtlıklar iç içe. İyilikler ve kötülükler yan yana. Ancak bütün bu maddî âlemin işleyişinin ardından varlık çarklarının dönüşü ile elde edilen hasılat hep olumlu ve iyilik tarafında olmalı. Zıtlıklar varlık ve idrak arasındaki etkileşimin zemini. Bu etkileşimden hasıl olan mânâlar işleyişin melekûtî boyutunu oluşturur ve orada zaman ve mekân kavramları da olmadığı için azına çoğuna bakılmaz.
Savaşları, zulümleri, haksızlıkları gibi olumsuz tarafları ve insanlığın kaydettiği maddî gelişim, yardımlaşma ve dayanışma gibi güzel halleri ile bütün dünya ve insanlık tarihi sadece Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Hâlık-ı Kâinat’ı idrak zemini olsa yine anlamlı ve hikmetli olurdu.
Mülk tamamıyla güzel ve her şeyiyle hayır olan melekût alanının idrak boyutu ile sınırlı varlıklara gösterilebilmek için zıtlıklar ve sınırlılıklar içinde ortaya konması hali olmalıdır. Bu hal, güneşin varlıklarda yansımasına benzer. Görüntüye zemin olan renklerin aslı, özü, nuru olan ışık güneşte tevhid olmuş ve bizim âlemimizde mülk ve melekût arasındaki bağlantıyı idrakin zemini olmuştur. Renkler güneşin ışığında asıl, öz, hepsinin gerçekliği şeklinde toplanmışken, varlıklar kendi kabiliyetlerine göre, onun bir rengini yansıtırlar. Yedi renk ve bunların koyu/açık tonları tek tek varlıklar da onların güneş ışığını göze yansıtma frekansına göre ortaya çıkar, Hiçbir şey yansıtmayanlar siyah, karanlık gözüktüğü gibi, kendinden bir şey katmadan şeffafiyetle yansıtanlar, güneşin küçük bir numunesini ve renklerin tamamının mezcolmuş şekilde gösterirler. Kendinden özellikler katmak teşahhusatın, letafetle silinerek kendinden olabildiğince az özellik katmak şeffafiyetin ifadesidir. Gece karanlıkta bütünüyle kaybolan varlıklar âlemi, gündüz güneşin doğuşu ile adeta güneşin onda mezcolmuş şekilde bulunan renklerinin yansıdığı, farklı özelliklerin farklı renkleri farklı parlaklıkta yansıttığı bir ayineye dönüşür. Her varlık,—çiçekler, kelebekler vs.—sanki kendi renklerini, kendi özelliklerini yansıtıyor gibidir. Oysa güneşin yedi renginden altısını gölgeleyip birini ya da kabiliyetine göre birkaçını gölgeleyip bir kaçını yansıtmaktadır. Yansıyanların hiçbiri güneşin aslı, kendi olmaz; en şeffaf, en parlak ayinedeki bile güneşin bütün özelliklerini temsil edemez, güneş olamaz. İşte nuranî, lâtif, her şeyin teklikte mezcolduğu melekût âleminin mülkte yansımasında da benzer bir durum vardır. Güneşin ışığında gizli olan kelebek görüntüsünün gözde oluşabilmesi için kelebek sınırlılığı içinde yansıması gerektiği gibi, sonsuz, sınırsız esmanın şuur sahiplerinde bir ifade oluşturabilmesi için varlıkların sınırlılığı içinde ifade edilmesi gerekli olmaktadır. Sonsuz esmanın sınırlı varlıklarla ifade edilebilmesi sürekli, içiçe ve çok kısa zaman dilimlerinde tekrarlarla ancak mümkün olabilmektedir.
Bütün bunların ortasında yeryüzünde türlerin oluşumu ve insanın oluşumu ancak yaratma fiili ile mümkün. Her an yeniden vücuda getirilen varlık tabloları ortasında her zerrenin her an bütün varlıkları nazara alarak bir seçim yapmak konumunda olduğunu görürüz ve bu külliyette bir iradenin ve hatta bir iradenin zerrede olmadığına şahit oluruz. O halde seçen zerre değildir, zerre küllî bir iradenin seçtiği yolu takip eden ve nihaî neticenin doğmasında edilgen konumdadır.
Aslında varlığın her anında olan ve en alt katmanlarında başlayan bir seçimler sürecine şahit oluruz. Seleksiyon da bunun ifade edilişi olsa gerektir. Oysa tabiî dediğinizde bir seçime gerek olmaksızın işleyişi varlığın zatından kaynaklandığını ifade etmiş olursunuz. Bu nokta da seleksiyona gerek kalmaz. Dolayısı ile tabiî seleksiyon kavramı evrim teorisinin en problemli olduğu noktadır.
İnsanlığa kattıkları ile rahmetle yad ettiğimiz Bediüzzaman’ın Tabiat Risâlesi de evrim gibi konularda ışık tutması dolayısıyla bilim ve felsefe alanına büyük bir hediyedir. Gelecek yıllar insanlığın onu daha iyi anladığı ve Kur’ân’a tercümanlığı ile eşyanın hakikatine dâvetini kabul ettiği dönemler olacak gibidir.
23.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|