"Gerçekten" haber verir 23 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Nejat EREN

Öyle bir dâvâ bıraktın ki Üstadım!



Öyle bir dâvâ bıraktın ki Üstadım!

Saf mı saf. Temiz mi temiz!

Halis ve muhlis!

Lekesiz ve pak!

İstikametli ve tutarlı!

Hoş, lezzetli. Kışırsız ve tortusuz!

Muhkem, sağlam, metin ve rasih!

Öyle insanlar yetiştirdin ki Üstadım!

Dürüst mü dürüst!

Doğru, ferasetli, basiretli ve iz’anlı!

İnsaflı, vicdanlı ve muhakemeli!

Sadakatli, metin, istikametli ve şaşmaz!

Gayretli, himmetli...

Öyle kimselere boyun eğmedin ki Üstadım!

Gaddar mı gaddar!

Katı, muannid, fesat!

Dalâlette, kindar, münkir!

Müflis, sarhoş, diktatör!

Hodgâm, enaniyetli, süfli!

Öyle prensipler getirdin ki Üstadım!

Şaşmaz, şaşırmaz!

Sarsılmaz, geri çekilmez!

Mağlûp edilmez, mağlûp olmaz!

Çürütülmez, zıddı ispat edilemez!

Vazgeçilmez!

Yanılmaz, yanıltmaz!

Gönüllerimize öyle ufuklar açtın ki Üstadım!

Ümmetin sıkıştığı zamanlarda hayatın her kademesine ve içine çözüm olan “belâğatı” getirdin!

Müsamahalı, nazik ve ihlâslı o mübarek dilinle Risâle-i Nurların bütün dünyaya yayılmasını sağladın!

İslâm’a doğru dâvet için, o muhlis ve temiz kalbinden çıkan “ihlâslâ”, dâvânı ebede yazdırmayı mümkün kıldın!

Peygamberleri adeta asrımıza geti-rerek yeni bir hizmet metodu ortaya koydun!

Siyasete “ilke” getirip siyasîleri uyardın!

Risâle-i Nur Külliyatının on cildi içerisine İslâm âleminin bütün hasadını, İslâm kültürünün hazinesi olan bütün değerleri sığdırdın!

Düşmanın kuyruğuna vurmadın. Zekice hareket ettin, ictimaî hayatı bildin. Adetullaha uydun. İbadette en küçük adaba riayet ettin!

Kur’ân’ı okurken ve dinlerken de, kâinatı okurken ve dinlerken de başkaları için değil sadece kendi nefsin için ders çıkardın ve ibret aldın! Bize ve insanlığa enfüsî daireye dönmeyi öğrettin.

En küçük haksızlığa razı olmayarak direndin, haksızlığa karşı tahammül-süzlüğü ayrı bir ihsan-ı İlâhî olarak bizlere miras bıraktın!

Temiz ve kudsî dâvân dünya zirvelerinde dalgalanıyor. Gönüllerde ma’kes buluyor. Her şeye rağmen kabrinde gülüp neşelendiğini hissediyor ve yolumuza devam ediyoruz.

Haşrin sabahını beklediğin bizce meçhul kabrinde, o masum ve mümtaz saff-ı evvellerinle hâlâ geride bıraktığın emanetçilerine ettiğin yardıma daha fazla ihtiyacımız var.

Kabrin nur, makamın cennet olsun aziz ve muazzez Üstadım!

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Seleksiyon tabiî olabilir mi?



Bu hafta farklı faaliyetlerle ve rahmetle yad ettiğimiz Üstad Bediüzzaman’ın varlık algısı ve kâinata bakış noktasında ortaya koydukları, gerçekten zamanın problemlerine çareler üretiyor. Son zamanlarda ortaya çıkan Darwin ve evrim teorileri ile ilgili en sağlam bakış da mânâ-i harfi olmalı. Bu noktada en can alıcı taraf tabiî seleksiyon yaklaşımında olmalı. Seleksiyon ve tabiîlik aslında yan yana getirilemeyecek iki kavram. Seleksiyon bir irade gerektiren ve maksada yönelik bir fiili ifade ederken tabiîlik iradeyi devre dışı bırakan bir yaklaşım. Bir insanın yaratılış sürecinde dahi milyarlarca hücre içinden tek hücrenin seçimine şahit oluyoruz. Bu fiili de bir seleksiyon olarak algılayabilirsiniz. Ancak başlangıç ve sonrasını içine alan Küllî Bir İrade’nin seçimi olduğunu nazara almadan bu olaya bakarsanız mesele çıkmaza girer. Çünkü, işleyişin her safhasında sonranın dikkate alındığı bir irade, hikmet ve bağlantılar ağı gözüküyor. ‘İnsanın yeryüzünde yaratılış sürecinde de bir tekâmül yaşanmış mıdır?’ sorusuna olumlu cevap verecek veriler yeterli miktarda değildir. Bunun var olmadığına dair aksi tezleri doğrulayan veriler de sınırlı gibidir. Ancak net olan ve tereddütsüz söyleyebileceğimiz hakikat her iki durumun da bir irade ve küllî bir iradenin varlığının gerekliliğidir. Vacib’ül Vücut olan zatın varlığı ve müdahalesi olmaksızın eşyanın varlığı mümkün olmadığına göre insanın yeryüzünde oluşum süreci ne şekilde olursa olsun yaratıldığı kesindir.

Varlığın mülk ve melekût olmak üzere iki yönü var. Mülk yönünde zıtlıklar iç içe. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, adalet- zulüm gibi kavramlar yan yana yer alıyorlar. Aynı varlık âleminin melekût tarafında ise sadece olumluluklar ve iyilikler var.

Bir kitap şeklinde hazırlanmış maddî âlemde o kitabın okuyucusu olarak, sonsuz Cemal ve Kemali gayr konumunda anlayacak ve anlamlandıracak konumdaki insanın özellikleri de zıtlarla anlamaya uygun olduğu için varlık âleminde zıtlıklar iç içe. İyilikler ve kötülükler yan yana. Ancak bütün bu maddî âlemin işleyişinin ardından varlık çarklarının dönüşü ile elde edilen hasılat hep olumlu ve iyilik tarafında olmalı. Zıtlıklar varlık ve idrak arasındaki etkileşimin zemini. Bu etkileşimden hasıl olan mânâlar işleyişin melekûtî boyutunu oluşturur ve orada zaman ve mekân kavramları da olmadığı için azına çoğuna bakılmaz.

Savaşları, zulümleri, haksızlıkları gibi olumsuz tarafları ve insanlığın kaydettiği maddî gelişim, yardımlaşma ve dayanışma gibi güzel halleri ile bütün dünya ve insanlık tarihi sadece Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Hâlık-ı Kâinat’ı idrak zemini olsa yine anlamlı ve hikmetli olurdu.

Mülk tamamıyla güzel ve her şeyiyle hayır olan melekût alanının idrak boyutu ile sınırlı varlıklara gösterilebilmek için zıtlıklar ve sınırlılıklar içinde ortaya konması hali olmalıdır. Bu hal, güneşin varlıklarda yansımasına benzer. Görüntüye zemin olan renklerin aslı, özü, nuru olan ışık güneşte tevhid olmuş ve bizim âlemimizde mülk ve melekût arasındaki bağlantıyı idrakin zemini olmuştur. Renkler güneşin ışığında asıl, öz, hepsinin gerçekliği şeklinde toplanmışken, varlıklar kendi kabiliyetlerine göre, onun bir rengini yansıtırlar. Yedi renk ve bunların koyu/açık tonları tek tek varlıklar da onların güneş ışığını göze yansıtma frekansına göre ortaya çıkar, Hiçbir şey yansıtmayanlar siyah, karanlık gözüktüğü gibi, kendinden bir şey katmadan şeffafiyetle yansıtanlar, güneşin küçük bir numunesini ve renklerin tamamının mezcolmuş şekilde gösterirler. Kendinden özellikler katmak teşahhusatın, letafetle silinerek kendinden olabildiğince az özellik katmak şeffafiyetin ifadesidir. Gece karanlıkta bütünüyle kaybolan varlıklar âlemi, gündüz güneşin doğuşu ile adeta güneşin onda mezcolmuş şekilde bulunan renklerinin yansıdığı, farklı özelliklerin farklı renkleri farklı parlaklıkta yansıttığı bir ayineye dönüşür. Her varlık,—çiçekler, kelebekler vs.—sanki kendi renklerini, kendi özelliklerini yansıtıyor gibidir. Oysa güneşin yedi renginden altısını gölgeleyip birini ya da kabiliyetine göre birkaçını gölgeleyip bir kaçını yansıtmaktadır. Yansıyanların hiçbiri güneşin aslı, kendi olmaz; en şeffaf, en parlak ayinedeki bile güneşin bütün özelliklerini temsil edemez, güneş olamaz. İşte nuranî, lâtif, her şeyin teklikte mezcolduğu melekût âleminin mülkte yansımasında da benzer bir durum vardır. Güneşin ışığında gizli olan kelebek görüntüsünün gözde oluşabilmesi için kelebek sınırlılığı içinde yansıması gerektiği gibi, sonsuz, sınırsız esmanın şuur sahiplerinde bir ifade oluşturabilmesi için varlıkların sınırlılığı içinde ifade edilmesi gerekli olmaktadır. Sonsuz esmanın sınırlı varlıklarla ifade edilebilmesi sürekli, içiçe ve çok kısa zaman dilimlerinde tekrarlarla ancak mümkün olabilmektedir.

Bütün bunların ortasında yeryüzünde türlerin oluşumu ve insanın oluşumu ancak yaratma fiili ile mümkün. Her an yeniden vücuda getirilen varlık tabloları ortasında her zerrenin her an bütün varlıkları nazara alarak bir seçim yapmak konumunda olduğunu görürüz ve bu külliyette bir iradenin ve hatta bir iradenin zerrede olmadığına şahit oluruz. O halde seçen zerre değildir, zerre küllî bir iradenin seçtiği yolu takip eden ve nihaî neticenin doğmasında edilgen konumdadır.

Aslında varlığın her anında olan ve en alt katmanlarında başlayan bir seçimler sürecine şahit oluruz. Seleksiyon da bunun ifade edilişi olsa gerektir. Oysa tabiî dediğinizde bir seçime gerek olmaksızın işleyişi varlığın zatından kaynaklandığını ifade etmiş olursunuz. Bu nokta da seleksiyona gerek kalmaz. Dolayısı ile tabiî seleksiyon kavramı evrim teorisinin en problemli olduğu noktadır.

İnsanlığa kattıkları ile rahmetle yad ettiğimiz Bediüzzaman’ın Tabiat Risâlesi de evrim gibi konularda ışık tutması dolayısıyla bilim ve felsefe alanına büyük bir hediyedir. Gelecek yıllar insanlığın onu daha iyi anladığı ve Kur’ân’a tercümanlığı ile eşyanın hakikatine dâvetini kabul ettiği dönemler olacak gibidir.

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bediüzzaman'a açık mektup



Esselâmü Aleyküm ve rahmetullahi yâ eyyühe’l-Üstad.

Kırk dokuz yıldan beri aramızda cismin yok; fakat ismin gönlümüzde, nûrun rûhumuzda, aydınlığın kalbimizde. İsmin deniz aşırı, dağlar aşırı ülkelerde bir aydınlık tûfanı gibi insanları inkârdan çıkarıp alıyor, kalpleri vesveselerden kurtarıp temizliyor, gönülleri evhamlardan söküp arındırıyor, insanlığa büyük insanlık hakikatını gösteriyor, insanlığa bin dört yüz küsur sene önce âhir zaman Peygamberinin (asm) çizdiği o saadet ufkunu sislerden arındırıp yeniden sunuyor bu gün.

Dünyamız her ne kadar fitne ve çekişmelerden, ateş ve oyunlardan, fesat ve istibdatlardan ve küçük menfaat ilişkilerinden bir türlü yakasını kurtaramıyorsa da; Kur’ân’ın nûru dünyayı kendi rengine boyamak üzere Üstadım.

Sen, o çile dolu günlerinde; “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkıtâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, vesâireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun! Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım; acele ettim, kışta geldim. Sizler Cennet-asâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal’anın başına takınız. Kapıcıya tembih edeceğiz. Bizi çağırınız. Mezarımızdan, “Henîen leküm” (Sizlere tebrikler!) sadâsını işiteceksiniz.” 1 demiştin ya...

“Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ İslâmiyetin sadâsı olacaktır.”2 demiştin ya...

Kötümser Rus polisine; “Asya’da, Âlem-i İslâm’da üç nur, birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.”3 demiştin ya...

“Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikâmeti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklar.”4 demiştin ya...

“İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakâik-i Kur’âniye ve îmâniye olacak.”5 demiştin ya...

“Eğer biz, ahlâk-ı İslâmiye’nin ve hakâik-i imâniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler”6 demiştin ya...

“Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek”7 demiştin ya...

“Avrupa ve Amerika İslâmiyet’le hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki, Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu”8 demiştin ve Allah’ın rahmetinden ve âhir zaman Peygamberinin (asm) feyzinden aldığın Risâle-i Nur’la bu yüksek haberlerin olgunlaşması ve ulvî müjdelerin gerçekleşmesi için çağa uygun bir çığır açarak İslâmiyet’i asrın insafına, Kur’ân’ı asrın idrakine, imanı çağın irfanına sunmuştun ya...

Üstadım, bütün o müjdelerinin birer birer ortaya çıkışına şahit olmak ve ufukta ışıklarını görmek mümkün bu gün. Üstadım, sen aydınlığı çile ile ektin. Nuru çile ile himâye ettin. Nur tayfını çile ile muhafaza ettin ve istikbale tuttun. Seni, çağındakiler anlamadı. Oysa sen, anlaşılır bir şefkatle bütün cihanı kucaklamıştın. Onlar seni kuş uçmaz, kervan geçmez bir köye ve nihayet dört duvar arasına tutsak etmekle meşgul oldular. Senin, çile ile ektiğin tohumlar filizlendi Üstadım. Yaktığın meşale dünyayı kuşattı bu gün. Verdiğin müjdelerin bir bir gerçekleştiği bu günlerde, Cennet-asâ günlere doğru hızla adım atışımızın yakıcı sancılarını çekmekteyiz. Sancının dayanılmaz acısı, müjdenin gerçekleşeceği günün yakınlığına ve büyüklüğüne işâret, değil mi?

Her ne kadar günahımız çok, cinayetimiz hadsiz, idraksizliğimiz dayanılmaz, anlayışsızlığımız çılgın, insaf-sızlığımız hortlak ve isyanımız hâlâ yeryüzünün taşıyamadığı bir yük ise de, yine de artık İslâmiyet’e saygımızı inkâr edememekteyiz, Kur’ân’a teslimiyetimizi yok sayamamaktayız, mukaddes değerlere bağlılığımızı gün geçtikçe biraz daha güçlüce hissedebilmekteyiz. Müjdelediğin biçimde, medenî dünyada İslâmiyet çığ gibi büyümekte, Kur’ân güneş gibi yayılmakta, iman ve Tevhid hakikatleri dalga dalga genişlemekte.

Üstadım; günahkâr asrımızın böylesine doyulmaz hidâyet fırtınasına sahne oluşunda senin gösterdiğin yüksek hamiyet, hiç şüphesiz, Hazret-i Muhammed’in (asm) çağlar ötesi yüce tasarrufundan ve Cenâb-ı Erham’ür-Râhimîn’in yüksek rahmetinden ve ulvî şefkatinden başka bir şey değildir.

Aramızdan ayrılışının bu 49. yılında ey Üstadım, zat-ı âlinize sayısız selâm, rahmet, minnet ve mağfiret; Allah’ın Sevgili Resûlüne (asm) sonsuz salât-ü selâm ve dünyayı îmân nûruna boğan Allah’a hadsiz hamd ü senâlar olsun. Âmîn.

Lügatçe:

1- Münâzarât, s. 39, 40, 2- Sünûhât, s. 47

3- a.g.e., s. 63, 4- MünâSzarât,s. 37

5- Hutbe-i Şâmiye, s. 18, 6- Hutbe-i Şâmiye, s. 20

7- a.g.e., s. 23, 8- a.g.e., s. 27; Tarihçe-i Hayat, s. 46, 82

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yüzer milyon başların fedâ olduğu bir hakikat



Hak yücedir; yücelmek, yükselmek hakkıdır. Hakikat başlar üstünde olmalı, toz kondurulmamalı. Bu uğurda gerekirse can bile verilebilmeli. Zâten can böylesine değerli şeyler için gerekli değil midir?

Tarih milâdın 155’ini gösteriyor. İzmir’de Hz. İsa’ya inandığı için tehditlerle karşılanan bir kahraman var: Sen Polikarp.

Sorguya çekilirken, “İmparatora and iç ve İsa’ya söv deniliyor” ona.

O, “Seksen altı yaşındayım ve bugüne kadar onu bağrımda gezdirdim. Efendime nasıl sövebilirim?” diye cevap veriyor ve karşılıklı şu konuşmalar yapılıyor:

“İmparatora and iç.”

“Eğer beni bu sözlerle yola getirebileceğini sanıyorsan yanılıyorsun. Şüphen varsa haber vereyim: Ben İsa’ya bağlıyım ve hiçbir fânîye and içmem.”

“Unutma ki emrimde vahşî hayvanlar var.”

“Olsun. Ölüm bize saadettir. Kötüden iyiye geçmiş oluruz.”

“Mâdem ki vahşî hayvanlardan korkmuyorsun, dediğimi yapmazsan seni ateşe atarım.”

“Senin ateşin ancak bir saat yanar, peşinden söner. Sen yakında gelecek olan adaletin ateşini düşün, ebedî Cehennem ateşini düşün. Karar ver ve ne yapacaksan yap.”1

İnandığı hak ve hakikat uğruna vahşî hayvanlarla parçalanmayı, ateşte yanmayı göze alabilen bir insana ne yapılabilir ki?

Ömrünü ezelî ve ebedî hakikate, hak bir dâvâya adayan İslâm büyükleri, özellikle çağımızın büyük ve ihlâslı âlimi Bediüzzaman için de aynı durum söz konusudur. Onun, yirmi sekiz sene süren zindanlar, sürgünler, hapishaneler ve mahkemelerle dolu bir hayatı göğüslemesinin temelinde de inandığı o büyük hakikatin yüceliği yatmaktadır. Çıkarıldığı Denizli Mahkemesinde şöyle haykırdığını görüyoruz:

“Yüzer milyon kahraman başların fedâ oldukları kudsî bir hakikate başımız dahi fedâ olsun! Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye fedâ olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler İnşaallah.”2

İşte İslâm gözünü budaktan esirgemeyen böylesine kahramanlar sayesinde bugünlere geldi.

Dipnotlar:

1- Bekir Berk, Hakkın Müdafaası, s. 52.

2- Lem’alar, s. 261; Tarihçe-i Hayat, s. 479; Şuâlar, s. 447.

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

"Alo, Bediüzzaman'la görüşebilir miyim?"



Tarih, 1991 yılının bahar ayları. Birinci Körfez Savaşının sona erdiği günler. Gazetemizin merkez binası henüz Cağaloğlu'nda.

Bir gün, vakit ikindi sonrası; yani akşam üzeri. Normal mesai saati bitmiş, ancak bizim o günkü işimiz henüz bitmemişti. Çalışmaya devam ediyoruz. Aynı zamanda, tek başına kalmışız ve gelen telefonlara da bakmak durumundayız.

Gazete binasından ayrılmak ve eve gitmek üzere son hazırlıkları yapıyorduk ki, tam o esnada bir telefon daha geldi. Arayan kişi, kırık bir Türkçe ile konuşuyordu. Belli ki, yabancı biriydi. Kendisini daha bir dikkatlice dinleme ihtiyacını hissettim.

Telefondaki sesin sahibi, kendini şu şekilde tanıttı: "İyi akşamlar. Benim adım Biyon. Aslen İsveçliyim. İstanbul İkitelli'de Sabah–atv medya grubunda çalışıyorum. Burada tercümanlık (Türkçe–İngilizce) yapıyorum. Sizden bir konuda yardımcı olmanızı istiyorum. Onun için aradım."

Kendini bu şekilde tanıtan ve bir talebi olduğunu ifade eden İsveçli Biyon (Bijon) ile aramızda şu konuşma geçti:

MLS: Sayın Biyon, size nasıl yardımcı olabilirim acaba?

Biyon: Efendim, ben epey zamandır takip ettiğim gazetenizin bir değerli yazarıyla şahsen gelip görüşmek, tanışmak istiyorum. 2. sayfada yazıyor, ismi Bediüzzaman Said Nursî. (Üstad'ı hayatta biliyor...)

MLS: Said Nursî mi dediniz?

Biyon: Evet, evet o; Nursî dedim. Kendisiyle görüşüp–tanışmak için, bana yardımcı olabilir misiniz? Daha doğrusu bir randevu sağlayabilir misiniz?

MLS: Sayın Biyon. Ben size yardımcı olmaya çalışırım da... Ama, doğrusu merak ettim, niçin özellikle Bediüzzaman? Hani, gazetemizin başka yazarları da var. Bunların arasında Bediüzzaman'ı tercih etmenizin özel bir sebebi mi var?

Biyon: Özel bir sebebi var elbette. Anlatayım... En baştan anlatayım, izninizle.

MLS: Estağfirullah... Ne demek... Memnuniyetle... Buyrun sizi dinliyorum.

Biyon: Sabah gazetesi yazı işleri masasına diğer gazeteler gibi Yeni Asya da geliyor. Aylardır, bu gazetelerin hemen hepsini okuyor, takip ediyorum. Fakat, son zamanlarda en çok okuduğum ve istifade ettiğim gazetelerin başında Yeni Asya geliyor. Yeni Asya yazarlarından da birinci sırada Bediüzzaman geliyor.

MLS: Önce, neden Yeni Asya?

Biyon: Her şeyden önce edepli bir gazete. İçinde açık–saçıklık yok. Pespaye reklâmlar da yok. Bu yönüyle, bizim "çöplük" dediğimiz dünyalık gazetelerden ayrılıyor. Ayrıca, gazetenin yayın politikasında dinci radikalizme de yer yok. Hep özgürlükten, demokrasiden yana, dengeli bir düşüncenin varlığını görüyorum.

MLS: Doğru. Peki, yazarlar arasında en çok Bediüzzaman'ın yazılarını takip ve takdir etmenizin sebebi ne? İzah eder misiniz?

Biyon: İzah edeyim... Evet, en çok Bediüzzaman'ın yazdıklarını okuyor ve takdir ediyorum. Hatta, yazılarını hayranlık derecesinde takip ettiğimi söyleyebilirim. Çünkü, o bambaşka yazıyor. O, bir başka türlü yazıyor. Nasıl anlatayım, bilemiyorum...

MLS: Lütfen anlatın. Onun yazılarında sizin ilginizi çeken ne? Okuyunca, neler görüyorsunuz?

Biyon: Neler görmüyorum ki... Bir kere, herşey dine, ilme ve mantığa göre anlatılıyor. Hem din, hem ilim, hem mantığın aynı noktada birleştiği türden yorumlara ilk defa şahit oluyorum. İzahlar ve yorumlar, mükemmel; okuyunca insanın dünyasını sarıyor. İnsanî duygularını harekete geçiriyor. Muazzam bir ufuk açıyor. Çok aydınlık pencereler açıyor. İnsanın aklına gelen bütün sorulara cevap veriyor, kalbine gelen şüpheleri dağıtmakla kalmıyor, kalbi de tatmin ediyor. Hele, benim gibi arayışta olanlara, bu yazılar tam ilâç gibi geliyor.

MLS: Yani, siz Bediüzzaman'ın yazılarını okuyunca aradığınızı bulmuş mu oluyorsunuz? Tam tatmin mi oluyorsunuz?

Biyon: Evet, aynen öyle. Tam tatmin oluyorum. Dahası da var. Şöyle ifade edeyim: Ben, bir konuda Bediüzzaman'ın yazdıklarını okuyunca, kendi kendime diyorum ki: "Bu konu, ancak bu kadar güzel, ancak bu kadar mükemmel ve doyurucu anlatılabilir."

MLS: Dolayısıyla, böylesine mükemmel şeyler yazan bir fikir sahibiyle görüşmek, tanışmak istiyorsunuz. Size hak veriyorum. İnşaallah yardımcı olmaya çalışırız.

Biyon: Yardımcı olursanız, inanın buna çok sevinirim... Hatta, tanışmayı sabırsızlıkla beklediğimi de ifade edebilirim.

MLS: Sabırsızlıkla, diyorsunuz. Neden?

Biyon: Evet, sabırsızlıkla. Çünkü, onun yazılarını okudukça, dünyamın değiştiğini, duygularımın tazelendiğini fark ediyorum. Mutlu oluyorum. Hayatı daha çok sevmeye başlıyorum. Hıristiyanım, ama o yazılar sayesinde İslâm dinini sevmeye başladığımı, Hz. Muhammed'e kalben ısındığımı hissediyorum. İnanın, ezan sesini dahi sevmeye başladım. Hele, sabah ezanları... Sabahları ezan okunur okunmaz, yatağımdan kalkıyor, odamın penceresini açıyor ve ezan bitinceye kadar ayakta saygı duruşunda bekliyorum...

MLS: Dünyanızda büyük değişim var.

Biyon: Hem de nasıl. Tam bir arayış içindeyim ve aradıklarımı Bediüzzaman'ın fikirlerinde buluyorum.

MLS: İnanıyorum size. Zaten, Bediüzzaman da, bir yazısında sizden, sizin gibi hakikati arayan kimselerden bahsediyor.

Biyon: Bizden mi? Ne diyorsunuz?

MLS: Birkaç makalesinde, İsveç, Norveç ve Finlandiya'da, sizin gibi "din–i hakkı arayan" kimselerin varlığından söz ediyor, Bediüzzaman.

Biyon: İnanın şimdi çok duygulandım. Demek bizden bahsediyor. Kendim, aynen onun tarif ettiği kimselerden biriyim. Hak dinini arıyorum... Yalnız, şimdi aklıma geldi: Acaba, Bediüzzaman İsveç'e ne zaman gitti? Yaptığı araştırma için orada ne kadar kaldı? Çünkü...

MLS: Sevgili Biyon. Bütün bunları, in- şaallah geldiğinizde görüşelim, konuşalım. Haftaya, sizi şu gün, şu saatte bekliyoruz.

Biyon: Tamam, memnuniyetle gelirim. Teşekkürler. İyi akşamlar.

(Devamı, bir sonraki yazıda.)

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İlim, tecdid, müceddid ve Bediüzzaman - 2



Tecdid, müceddid meselelerinin Kur’ân ve Sünnet’teki dayanaklarına gelince:

Tecdid; ilmî ve manevî yenileme, restorasyon, imar, demektir...

Müceddid, dinî hakikatlerin orijinalliklerini muhafaza ederek çağın şartlarına göre yenileyen, ihya ve tamir eden… Kur’ân ve hadisteki dayanakları ise;

n Allah’a itaat edin, Resûle ve sizden olan emir sahibine de itaat edin...4

“Emir”i, sultan, halife diye anlamak mümkün olduğu gibi, “imam, müceddid, müçtehid” şeklinde de anlamak mümkün.

n “Tam bir teslimiyetle Allah’a yönelen, ihlâsla ibâdet ederek bâtıl dinleri bırakıp İbrahim'in dini olan İslâma uyan kimseden din yönüyle daha güzel kim vardır?”5 âyetleri de müceddid ve müçtehidlere de işâret ettiği belirtilir.

n Muhakkak ki Allah, bu ümmete her yüz sene başında dinini yenileyen bir müceddid gönderir.6

Bediüzzaman, her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acip ve komitecilik ve şahs-ı mânevî-i dalâletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı mânevî müceddid olmak lâzım gelir.7

n “Bu zaman hem imân ve din için, hem hayat-ı ictimâî/sosyal hayat ve şeriat için, hem hukuk-u amme/genel hukuk ve İslâm siyaseti için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister.8

İşte, Bediüzzaman Risâle-i Nur ile, iman, ibadet, ahlâk, ictimaîyat ve Kur’ânî, siyasî prensipleri, manevî, fen ve sosyal ilimler dahil tecdid etmiş.

Ancak, tecdid, müceddidlik ve sair manevî özellikleri kendine almaz, kendisini aradan çıkarır: Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risâle-i Nur’a aittir.9 Çünkü Risâle-i Nur’un kaynağı doğrudan doğruya Kur’ândır ve Kur’ân’ın malıdır.10 Risâle-i Nur, Kur’ân’ın manevî bir mû’cizesidir.11

“Bediüzzaman Hicri 14. asrın müceddididir, şimdi ne yapacağız?” diyenlere verilecek cevaplardan birisi şudur: Risâle-i Nur, mutaassıbane, yani körü körüne bağlanmayı istemez, kendisinin dahi mihenge (ölçüye), yani Kur’ân ve Sünnet’e vurulmasını ister.

Şimdi Risâle-i Nur’u okuma, anlama, benimseme, özümseme, anlatma, yayma zamanı. Ne vakit;

-Hastalıklarımızın teşhis ve tedavisini;

-Problemlerimizin çözümünü;

-Zamanın şartlarına uygun Kur’ân ve Sünnet anlayışını;

- İman ve İslâm esaslarını ispat ve izahını;

- Şüphe ve vesveselerimizin yok edilmesini;

-Muğlak (kapalı, zor) meselelerin açıklamasını.12 Risâle-i Nur’da bulamazsak; hemen arayışa başlayacağız. Ve Risâle-i Nur’dan daha üstün, daha doyurucu, daha mukni bir tefsir, bir hizmet metodu geliştiren daha mükemmel bir eser bulursak ona sımsıkı sarılırız, sarılmalıyız…

Dipnotlar:

4- Kur’ân, Nisâ, 59.

5- A.g.e., Nisâ, 83, 125.

6- Ebû Dâvûd, Melâhim, 1.

7- Emirdağ Lâhikası, s. 377.

8- Kastamonu Lâhikası, s. 145.

9- Emirdağ Lâhikası, s. 376-377.

10- Mektubat, s. 357.

11- Kastamonu Lâhikası, 117.

12- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 205.

23.03.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

İktisat eden âlim



Bugün 23 Mart, büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin 49. vefat yıl dönümü. Son yıllarda geleneksel hale gelen ‘anma toplantıları,’ başta İstanbul olmak üzere çeşitli il ve ilçelerin yanı sıra, yurt dışındaki bazı merkezlerde de yapılıyor.

Bu yılki anma toplantılarında ‘iktisat’ konusu ele alınıyor. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın bu asra bakan bir tefsiri olduğu için yaşadığımız ekonomik krizle başa çıkmak için de yine ona müracaat etmek durumundayız. Hakikaten “İktisat Risâlesi” bu konuda hem akılları, hem de nefisleri ıslâh ve ikna eden tavsiyeleri içinde barındırıyor.

Bediüzzaman’ın, eserlerinde dikkat çektiği önemli bir konu da, ‘medeniyet’in; ihtiyacını çoğaltmak yoluyla insanları ‘fakir’ haline getirmiş olmasıdır. Geçmişte bir-iki şeye muhtaç olan insan, günümüzde onlarca, belki de yüzlerce ürüne muhtaç hale gelmiştir. Bütün bunlar ‘medeniyetin gereği’ olarak insanlara dayatıldığı için, bu ihtiyaçları temin edemeyenler ‘fakir’ kabul ediliyor. Meselâ, günümüz şartlarında ‘cep telefonu’ olmayan bir kişi ‘hükmen fakir’ sayılıyor. Çoğu zaman da bu ve benzeri, hayatı devam ettirmek için zarurî olmayan bir ihtiyacı temin edemeyenler de fakir kabul edilmenin dışında garip de karşılanıyorlar.

Huzur ve mutluluğu maddî imkânların gelişmesinde arayanlar, ‘babalarımızdan daha zengin’ olduğumuz halde niçin mutlu ve huzurlu olamadığımız sorusunun makul bir cevabını veremiyorlar. Öyle ya, genel anlamıyla hepimiz dedelerimizden, babalarımızdan daha zengin değil miyiz? Türkiye’nin ‘millî gelir’i 80 yıl öncesine göre katlanarak artmadı mı? Peki, aynı oranda; dedelerimizden ya da babalarımızdan daha mutlu ve huzurlu muyuz?

Vefat yıl dönümü sebebiyle rahmetle andığımız Bediüzzaman, insanlığın huzur ve mutluluğunun yolunu da Risâle-i Nur ile ortaya koymuştur. Risâle-i Nur’u okuyup, anlayıp ona göre hayatımıza çeki-düzen verdiğimiz ölçüde maddî sıkıntılardan da kurtulacağımız açıktır.

Bediüzzaman’ın ayırd edici bir vasfı da, hayatında uygulamadığı bir prensibi, talebelerine tavsiye etmemesidir. Dolayısıyla onun hayatı, iktisatla yaşamaya da en güzel örnektir. Gazetemizin verdiği “23 Mart özel/İlâhî ikaz: Kriz” eki sebebiyle ziyaretine gittiğimiz muhterem Mehmet Fırıncı Ağabey, Üstadın bu yönüne dikkat çekti. Hatıralarını anlatırken verdiği bir örnek, sadece ‘iktisatlı yaşama’yı değil, aynı zamanda ‘kıymet bilir’liği de gösteriyor. Üstad, kullandığı eski kaşığının sapının kırılması üzerine tamir etmesi için talebesine veriyor. Talebesi de, “Bu kaşığı tamir ettirmeye gerek yok. Üstada yeni bir kaşık alayım” diye düşünüyor ve öyle de yapıyor. Yeni kaşığı Üstada götürünce “Nerede benim kırık kaşığım? O benim 20 yıllık arkadaşımdı. Onu tamir ettir ve bana getir” cevabını alıyor. Talebesi Mehmet Çalışkan da attığı kaşığı bulup, yeniden tamir ettiriyor ve Üstada teslim ediyor.

Fırınca Ağabeyin anlatımıyla, şahsî masrafları için her türlü sınırlamayı yapan aynı Üstad, Risâle-i Nur’a ait bir hizmet için yapılan harcamanın bir bakıma hesabını dahi sormuyor.

Her yönüyle örnek alınması gereken bu eserlerle tanışma şerefine nail olduğumuz için şükrolsun... İnşallah Risâle-i Nurları lâyıkıyla okuma ve anlamaya muvaffak oluruz. Mekânın cennet olsun Aziz Üstad...

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

2010 BEDİÜZZAMAN YILI OLSUN



Zamanın akışı, bu yılın sath-ı mailine girdi. İki bin on yılına kendince mânâlar izafe eden bazı insanlar, gruplar, cemiyetler o mânâları hayata geçirmek maksadıyla hazırladıkları faaliyetleri yapmak için artık yıl değil; ay, hafta, hatta gün sayıyorlar.

Bediüzzaman yılı mülâhazaları 2010.

Zamanın akışı, bu yılın sath-ı mailine girdi.

İki bin on yılına kendince mânâlar izafe eden bazı insanlar, gruplar, cemiyetler o mânâları hayata geçirmek maksadıyla hazırladıkları faaliyetleri yapmak için artık yıl değil; ay, hafta, hatta gün sayıyorlar.

23 Mart 2010 tarihinin, Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının ellinci yılı olması hasebiyle bu yıl, Nurcular açısından da oldukça mühim. Zîra onlar da o yıl içinde Üstadı cemiyete ve insanlığa mâletme merhalesi sayılabilecek çeşitli faaliyetler yapmakla mükellefler.

Gerçi onlar, her sene Said Nursî’nin vefatının sene-i devriyesi vesilesiyle, mezkûr tarihte memleketin değişik yerlerinde pek çok anma toplantısı, konferans, seminer gibi çeşitli kültür faaliyetleri yapıyorlar.

Hatta bununla iktifa etmiyorlar, her yıl veya iki üç senede bir dünyanın değişik üniversitelerinden yüzlerce din, ilim, fikir adamının iştiraki ile beynelmilel sempozyumlar, kongreler, açık oturumlar, paneller tertip ediyorlar.

Fakat medar-ı bahs olan zaman ellinci yıl olunca, Bediüzzaman’ın fikirlerini insanlığın gündemine getirmek ve onu dünyaya tanıtmak için onlardan çok daha büyük ve kalıcı çalışmalar yapmaları gerekiyor.

Dünyada ‘Bediüzzaman Yılı’ ilân ve ihya edilmesi de onlardan biri.

Son zamanlarda, insanlığın ortak değerlerine katkıda bulunan, maddî mânevî refahına hizmet eden büyük insanlar anılırken; vefatlarının ellinci, yüzüncü yılının veya katlarının, onların adına tahsis edilmesi artık teamül hâline geldi.

Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, bizde de bu teamüle riayet eden hükümetler, bazı yılları, ölümünün ellinci, yüzüncü yılı vesilesiyle bazı âlimlere, şairlere, sanatçılara atfediyorlar.

Bu gibi millî kararlarda, adına yıl ihdas edilecek şahıs seçilirken, eserlerinin tesirinden ziyade resmî ideolojiye bağlılığı veya hakim görüşlere yakınlığı esas alındığından fazla müessir olmuyor.

Daha önce gerçekleştirilen Yunus Emre, Mevlânâ yıllarında olduğu üzere, böyle bir karar UNESCO gibi beynelmilel kültür kuruluşları tarafından ihdas ve ilân edilir, sivil toplum kuruluşlarınca da çeşitli faaliyetlerle kutlanırsa çok daha fazla tesir eder.

Birleşmiş Milletler, Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilâtı gibi kuruluşlar, adına yıl ihdas edilmesi istenen insanları seçerken, onların milliyetlerinden ziyade hayatlarına, eserlerine, tesirlerine ve haklarında yapılan çalışmalara bakarak karar verirler.

Bediüzzaman Said Nursî, hayatını İslâm’ın ihyası, imanın intişarı, dolayısı ile de insanlığın maddî mânevî refahı, mutluluğu uğruna harcamış ve başarılı olmuş büyük bir mütefekkirdir.

Son asırlarda, Kur’ân-ı Kerim üzerine yapılmış en mütekâmil tefsir olma hususiyeti taşıyan Risâle-i Nur Külliyatı; muhteva derinliği, muhatap zenginliği, san'at hassasiyeti, dil ve üslûp mükemmelliği cihetiyle öyle kararlara vesile olacak evsaftadır.

Said Nursî’nin, yaşadığı zaman içinde tesis ettiği Nur hareketi, fert ve cemiyet üzerinde bıraktığı tesir, onların hayatlarının akışını değiştirecek kadar müessirdir. Onun hayattayken elli yedi ülkeye risâle göndererek dünyaya yaymaya çalıştığı bu tesir, vefatından sonra da artarak devam etmektedir.

Bu itibarla, Said Nursî’nin hayatı, hareketi, eserleri ve tesirleri; 2010 yılının Türkiye’de veya dünyada Bediüzzaman Yılı olarak ilân edilmesi için lâzım olan bütün şartları haizdir.

Lâkin, onun hayatının safhaları üzerine yazılan değişik türdeki san'at eserleri ve Risâle-i Nur Külliyatı hakkında yapılan tez, tahlil, tanzim, yorum, şerh, izah çalışmaları ne yazık ki olması gereken seviyede değildir.

Said Nursî hayattayken, onun hakkında yazılan yazılar, siyasî baskılar yüzünden birkaç gazetede çıkan üç beş yazara ait beş on makale ile sınırlı kalmıştır. Vefatından sonra geçen elli yıl içinde, kemiyet itibariyle yazı ve eser sayısı bir hayli artsa da keyfiyet cihetiyle kayda değer pek bir çalışma yapılmamıştır.

Gerçi, ihtilâl yıllarında artan zecrî tedbirlere ve fiilî baskılara rağmen, o camiaya hitap eden gazete ve dergiler çıkarılmış; bazı yazarlar da Bediüzzaman’ı anlatan eserler yazmışlardır.

Resmî makamların zulmünün azaldığı, müessir çevrelerin inadının kırıldığı zamanlarda, bu sahada eser veren yazar da, onları neşreden mevkuteler de çoğalmış, Said Nursî ve Risâle-i Nur mefkûresi çeşitli türlerde yazılan eserlerle fikir, san'at, edebiyat dünyasına mâledilmeye çalışılmıştır.

Ne var ki, bu eserlerin tamamı iyi niyetle kaleme alınsa da ekseriyeti, insanlığın itibar ettiği fikir zenginliğinden, edebiyat derinliğinden, san'at inceliğinden, dil ve üslûp mükemmelliğinden mahrum olduğu için, kültür çevrelerinde fazla bir tesir husûle getirememiştir.

Bu hususta belli bir merhale kateden ve halktan rağbet gören eserler de o sahaların uzmanı sayılan çevrelerce çeşitli sebeplerle ademe mahkûm edildiğinden, taraflar arasında ortak bir muhabere ve müşavere zemini teşekkül etmemiştir.

Said Nursî’nin ve Risâle-i Nur’un, millet mâbeyninde mâkes bulmasına rağmen, san'ata, edebiyata mâl edilememesinde, resmî ideolojinin gölgesinden çıkamayan akademisyenlerin, bürokratların, yazarların, siyasetçilerin ve entelektüel çevrelerin kasıtlı ilgisizliğinin de tesiri vardır.

Onun için beynelmilel kültür çevrelerince, bir yazarın ve eserlerinin üniversitelerde, san'at, edebiyat sahasında kendinden söz ettirmesi mühim bir merhale sayıldığından, 2010 yılının dünyada Bediüzzaman Yılı olarak ihdas, ilân ve ihya edilmesi ihtimali mevcut şartlarda oldukça zayıftır.

Bu zamana kadar Bediüzzaman’ın fikriyatını ülke ve dünya gündemine taşımak maksadıyla yapılan en başarılı çalışma; beynelmilel sempozyumlar, kongreler, açık oturumlar ve benzeri faaliyetlerdir.

Lâkin ne kadar çok yapılırsa yapılsın ve başarılı olursa olsun, tek başına hiçbir faaliyet çeşidi veya edebî türde verilen eserler; bir fikri, düşünceyi veya hareketi dünya gündemine taşımaya yetmez.

Bilhassa sempozyum, kongre, açık oturum gibi sözlü faaliyetler yapıldıkları zaman müessir olsalar, ses getirseler de kalıcı tesir husûle getirmezler. Birkaç konuşmacının yaptığı tesbitler o gün bazı mevkutelerde kısaca yer alır, bir süre sonra unutulur gider.

Bu itibarla, ellinci yıl vesilesiyle yapılabilecek en faydalı faaliyet, Said Nursî ve Risâle-i Nur Külliyâtı hakkında, bütün edebî türlerde ve san'at dallarında yeni eser verme seferberliği başlatmaktır.

Her ne kadar Nur camiası, edebiyat ve san'at sahasında bazı merhaleler katetmiş gibi görünse, bu ekol içinden yetişen onlarca şair, yazar, bestekâr, ressam Bediüzzaman’ın hayatını ve Risâle-i Nur’un muhteviyâtını eserlerine malzeme yapsa da yeterli değildir.

Varlığını Said Nursî’ye, Risâle-i Nur’a borçlu olan ve hâlen onlardan aldığı güçle icra-i faaliyette bulunan bütün cemaatler, gruplar, müesseseler, müdebbirler; kendilerini yeni şairler, yazarlar, bestekârlar, ressamlar, tiyatrocular, senaryocular, yönetmenler araştırmacılar, fikir adamları gibi cemiyette muteber olan her sahada adam yetiştirmekle mükellef bilmelidirler.

Bu maksatla o san'at dallarının, edebî türlerin neşv ü nemâ bulabileceği faaliyet sahaları hazırlamalı ve kabiliyetli, meraklı, hevesli kişileri, hassaten çocukları, gençleri o sahalarda çalışmaya teşvik etmelidirler.

İçlerinden biraz kabiliyetli ve gayretli olanları seçmeli, gerektiğinde o sahanın uzmanlarından ders aldırarak iyice yetiştirmeli, onlara maddî mânevî her türlü imkânı hazırlamalı ve beynelmilel esaslar içerisinde mükemmel eserler vermelerini sağlamalıdırlar.

Bunları yaparken kendileri de o san'at dallarında, en azından eserlerin değerini takdir edecek kadar bilgi sahibi olmalı, yapmaya çalışmalı, icrasından zevk almalı, ama yetiştirmeye çalıştıkları kişilerin kısa zamanda başarılı eserler vermelerini beklememelidirler.

Zira bir şair, yazar, oyuncu, bestekâr veya başka sahadaki san'atkâr, ancak onlarca yıl çalıştıktan ve çıraklık, kalfalık merhalelerinden geçtikten sonra san'at hislerini, bediî zevkleri tatmin edecek eserler verebilir.

Bu zaman içinde bazıları hayatlarının eserini veremeden hayata veda edebilirler. Bazıları başka san'atkârların gölgesinde kalırken bazıları da umduğunu bulamayıp başka iş sahalarına kayabilir.

Yetiştirilmek için uzun zaman harcanıp bir yığın emek verilen san'atkârların sayıları böyle sebeplerle gittikçe azalacağından, her biri aynı hassasiyetle yetiştirilmeye çalışılan yeni kuşaklarla takviye edilmelidir.

Böylece gelecek elli yıl içinde onlarca yeni şair, yazar, Bediüzzaman’ın hayatı üzerine edebiyat ve san'at değerini haiz yüzlerce şiir, hikâye, deneme onlarca roman, tiyatro yazacaktır.

Bir o kadar araştırmacı, yazar, akademisyen, fikir adamı da Said Nursî’nin fikriyâtı ve Risâle-i Nur Külliyâtının muhteviyâtı üzerinde araştırma yapacak, tez hazırlayacak; yaşanan ictimaî, siyasî hadiseler karşısında çeşitli fikirler geliştirip isabetli yorumlar yaparak ülke gündemine yön vermeye çalışacaktır.

Bu arada camianın içinden çıkan veya dışarıda yetiştiği hâlde, verilen eserlerden etkilenerek Bediüzzaman’ı merak edip Risâle-i Nurlara ilgi duyan bazı yönetmenler, hazırlayacakları belgesellerle, çekecekleri filmlerle, yapacakları dizilerle bu hakikatleri ekranlara taşıyacaklardır.

Kültür hayatının her sahasında yazılacak eserlere, yapılacak san'atlara, çekilecek filmlere, dizilere ve benzeri edebiyat hamlelerine yalnız Nurcuların, İslâmî camianın veya sair çevrelerin değil, bütün beşeriyetin ihtiyacı vardır.

Çünkü Said Nursî’nin, “Bir tek ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat vermez. Tiyatro gibi tenâsühvari mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nev'î romanlarıyla hiç de utanmaz. Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fasık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanı giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz” diyerek de ifade ettiği gibi, san'atta, edebiyatta örnek alınan Batılı değerler ictimaî dertlere çare olmamıştır.

Gazetelerde, dergilerde, hikâyelerde, romanlarda, tiyatrolarda, sinema filmlerinde, televizyon dizilerinde, bilgisayar ekranlarında, konser salonlarında, sergi panolarında san'at ve edebiyat adına sergilenen sefahat sahneleri, densizlikler, seviyesizlikler bunun en bariz delilidir.

Bu itibarla Bediüzzaman’ın, Risâle-i Nur Külliyatında “Kur’ân’daki edebse hevayı karıştırmaz” diyerek kaynağını gösterdiği san'at esasları, belâgat unsurları ışığında yazılacak eserler ve yapılacak san'at faaliyetleri beşeriyete ihtiyacı olan ahlâkî ve edebî telkinleri yaparak sulhun, sükûnun sağlanmasına vesile olacaktır.

Bu çalışmalara hemen başlandığı takdirde, Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının yüzüncü yılı olan 2060 yılının dünyada ‘Bediüzzaman Yılı’ olması için gereken bütün şartlar hazırlanmış olacaktır.

Geriye sadece Bediüzzaman Yılı’nı ilân ve ihya etmek kalacaktır. Onu da Nur Talebelerinin teşviki, telkini, teşebbüsü ile ehl-i insaf ve vicdan olan beşerî dehalar yapacaktır.

Bu hususta yapılacak hatalar, ihmalkârlıklar, tembellikler ve benzeri zaaflar; bilhassa zaman açısından telâfisi imkânsız kayıplar husûle getirecek ve Bediüzzaman Yılı’nın elli, yüz sene daha gecikmesine sebep olacaktır.

Bediüzzaman Yılı’nın ilânı, 2110 veya 2160 yılına bırakılmamalıdır.

Zira, dünyanın o kadar ömrü olmayabilir.

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




Recep TAŞCI

Kira geliri



2008 yılı içinde kira geliri elde ettiyseniz, Maliye ile başınızın derde girmemesi için bu yazıyı dikkatli okumanızı tavsiye ederim. Önce konut kirasını açıklayalım. 2008 yılında tahsil ettiğiniz, yani cebe giren, bankaya yatan kiralarınızı toplayınız. 2007 yılına ait olup 2008 yılında tahsil edilenleri de toplama dahil ediniz. Bu tutar 2.400 TL’yi aşıyorsa, Yıllık Gelir Vergisi Beyannamesi verilmesi gerekiyor. İkametgâhınızın bulunduğu yerin vergi dairesine 25 Mart akşamına kadar beyannamenizi veriniz. 2 gününüz kaldı, acele edin. Beyanın nasıl olacağını ve ödenecek vergi hesabını bir örnekle anlatalım; 2008 yılında 14.400 TL kira tahsil edildiğini varsayalım. İstisna olduğundan 2.400 TL tutar gelirden düşülecektir. Ayrıca kira gelirinin yüzde 25’i götürü gider adı altında indirim konusu yapılacaktır. Bu bilgilere göre beyannameyi düzenleyelim:

2008’de konuttan elde edilen kira 14.400 TL

İstisna (-) 2.400 TL

Kalan 12.000 TL

Götürü Gider % 25 (12.000x25)(-) 3.000 TL

Vergiye tabi gelir (matrah) 9.000 TL

Ödenecek Gelir Vergisi 1.410 TL

(tarifeye göre hesaplanmıştır.)

Hesaplanan gelir vergisi; Mart ve Temmuz aylarında iki eşit taksitte ödenecektir. Ödenecek verginin tesbitinde götürü gider yerine gerçek usul seçilirse bazı durumlarda daha az vergi ödenebilir. Gerçek gider usulü tercih edenler;

l Bakım, onarım, amortisman ve benzeri giderleri,

l Kendileri kiracı ise, ödedikleri kirayı,

l Kira elde edilen gayrimenkul banka kredisi kullanmak suretiyle satın alınmış ise faizleri,

l Yeni ev satın alanlar 5 yıl süre ile satın alma bedelinin yüzde 5’ini, kira gelirlerinden indirebilirler.

Bazı noktaların altını çizelim. Bir konuta birden fazla kişi ortak olması halinde herkesin payına düşen kira gelirine ayrı ayrı 2.400 TL istisna uygulanır. Ticarî, ziraî veya serbest meslek kazancınız var ise 2.400 TL’lik istisnadan yararlanamazsınız. 2008 yılında 2009 yılına ait peşin tahsil ettiğiniz kiralar 2008 yılı gelirinize dahil edilmez.

İşyerinden kira geliri elde ediliyorsa şu hususlara dikkat edilmelidir: İş yerinden tahsil edilen brüt kira gelirleri toplamı 19.800 TL’yi aşmıyorsa, beyanname verilmeyecektir. Aşması halinde 2.400 TL’lik istisna düşülmeden tamamı beyan edilecektir. Burada önemli olan husus brüt kiradır. Genelde işyerleri kiraya verilirken net tutar yani ele geçen tutar konuşulur. Kiracı net tutarı brüte çevirerek bunun üzerinden yüzde 20 oranında gelir vergisi stopajı yapmak zorundadır. Buna stopaj vergisi denir. İşyeri sahibi de brüt tutarı 19.800 TL’yi aşması halinde tamamını beyan eder, hesaplanan vergiden stopaj vergisini indirir. Stopaj vergisinin ödenmemesinden dolayı mal sahibinin bir sorumluluğu bulunmamaktadır.

Net kira tutarından brüte ulaşmayı bir örnekle hesaplayalım. İşyerinin aylık kirası net 1.600 TL olsun. Basit orantı işlemiyle (1.600 x 100 : 80) aylık brüt kira, 2.000 TL olarak bulunur. Kiracı 2000 TL üzerinden yüzde 20 vergi stopajı yaparak 400 TL’yi maliyeye öder.

2008 yılında 85.635 TL’ye kadar olan işyeri kira gelirleri için beyanname verilmesine rağmen stopaj vergisi, hesaplanan vergiden indirildiğinden herhangi bir vergi ödenmeyecektir. Aksine iade çıkacaktır. Sebebi stopaj oranının yüksek olmasıdır. Özellikle kriz dönemlerinde stopaj vergisi işletmelere ek bir yük getirmekte, vergi idaresini de iade işlemleriyle meşgul etmektedir. Bu sebepler stopaj vergisinin kaldırılması veya hiç değilse yüzde 10’a çekilmesi yararlı olacaktır.

Hem konut hem de işyeri kira geliri olanlar; konut kira gelirinin istisna haddi 2.400 TL’yi aşan kısmı ile stopaja tabi tutulan işyeri kira toplamı 19.800 TL’yi aşıyorsa beyanname vereceklerdir. Beyanname verilmezse ne olur? 5 yıl içinde tesbit edilirse; geliriniz Takdir Komisyonunca takdir edilir. Takdir edilen gelir üzerinden vergi ve vergi tutarı kadar ceza kesilir. Ayrıca geciken her ay için yüzde 2,5 oranında gecikme faizi talep edilir.

Geçmiş takvim yıllarında beyanname vermeyenler, pişmanlık hükümlerinden yararlanarak gelirlerini beyan edip ceza ödemekten kurtulabilirler.

2008 yılı Gelir Vergisi tarifesi

7.800 TL’ye kadar % 15

19.800 TL’nin 7.800 TL’si için 1.170 TL, fazlası % 20

44.700 TL’nin 19.800 TL’si için 3.570 TL, fazlası % 27

44.700 TL’den fazlasının 44.700 TL’si için 10.293 TL, fazlası % 35

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Bediüzzaman ve basın (1)



Bediüzzaman’ın vefatının 49. yıl dönümü ve Bediüzzaman’ın dâvâsının basında bayraktarlığını yapan Yeni Asya’nın 40. yayın yılı…

Bediüzzaman, “Doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir (açık) bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevisi (mânevî mû’cizeliğinin bir parıltısı) ve o bahrin (denizin) bir reşhası (damlası) ve o güneşin bir şuâı (ışıkçığı)” diye nitelendirdiği telifi Risâle-i Nur Külliyatındaki hakikatleri, neşriyat yoluyla insanlara ulaştırmaya çalışır. Ülkeyi ve milleti ilgilendiren meseleler hakkında kamuoyunun doğru ve istikametli bir biçimde bilgilendirilmesini ve aydınlanmasını hedefler.

“Demokrasinin zembereği” diye nitelendirdiği efkâr-ı ammenin (kamuoyunun) “tehditlerle, korkularla, hîlelerle başka bir mecrâya çevrilmesi”ne ve milletin sathî ve geçici de olsa “muhâkeme-i aklîyesi”nin kapatılıp yanlışlara sürüklenmesine karşı, basın yoluyla milleti ikaz vazifesinin gereğini telkin eder. (İşârât’ül İ’câz, 164)

“YALAN VE KEŞMEKEŞ”

YAYINLARA KARŞI…

Gazetelerin, “hava-i gıll-û gış” diye tanımladığı gizli kin ve kötü niyetlerle süsleniş müzevirlik ve koğuculuk dolu yalan ve dolan propagandalarına karşı, yine aynı basın yoluyla mücadelenin gereğini belirtir.

Ortalığı karıştıran ve gerçekleri çarpıtan, toplumun sosyal dengesini ve âhengini bozup milleti istikametten ayırarak inhiraf uçurumuna iten, “mücriflik”le fikirleri müşevveş eden, “şemâtetle” kötülükleri telkin edici karmakarışık ve karıştırıcı yayınlara karşı, “matbuat lisânı”yla konuşmanın ehemmiyetini belirtir. Gazetelerin “bedraka-i efkâr” olup millete yol göstericisi olmasının lüzumunu beyân eder...

Bediüzzaman, Osmanlının ardından “dünyayı dine tercih rejimi” tâbir ettiği yeni rejimdeki “dinden tecrit” cereyanını, herkesten evvel haber verir. “Bin 1338’de (1922’de) Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde, gâyet müthiş bir zındıka (dinsizlik) fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm” tesbitinde bulunur.

Ancak ne yazık ki tepeden dayatılan “devrimler”i millete mal etmeye uğraşan ve “dünyayı dine tercih rejimi”nin propagandasını yapıp “matbûat şerefi”ne kadeh kaldırıp içen gazetecilerin tahrifatlarıyla toplum tahrip edilir. Âile hayatının bozulması maksadıyla müstehcenliğin özendirilmesi, güzellik yarışmalarının teşviki, açık saçık resim, roman, film ve tiyatro oyunlarının tervici mâlum basın tarafından başlatılır.

Bediüzzaman ise “Eyvah, bu ejderha imânın erkânına ilişecek!” teşhisiyle her şeyin hikmetini bildiren Kur’ân’dan alınan kuvvetli delillerle “o zındıkanın başını dağıtacak derecede” mücâhedeye başlar. (Lem’alar, 239)

Bu büyük ve temel hizmetin yanı sıra, sosyal hayata ve siyasete dair değerlendirmelerde bulunur. Özellikle “garâzkârane münâkaşata (tartışmalara)” taraf olan gazetelerin, “yalan ve ifratperverâne keşmekeş” yayınlarla yaydıkları fesadın önüne geçmek, “feverân eden efkâr-ı umumiye ile zihnî aldatmaların, mugâlataların (demagojilerin) dağılması ve hakikatin meydana çıkması” için basın aracılığıyla milletin bilgilendirilmesinin zarûretini ifâde eder.

GAZETELER “EFKÂR-I

AMMENİN MÜREBBİSİ” OLMALI

Bütün bunlara karşı Bediüzzaman her vesileyle dönemin idârecilerine mektuplar yazar, ikaz vazifesini yapar. “Efkâr-ı ammenin mürebbisi (terbiyecisi)” olan gazeteler vasıtasıyla hem millete hem de “baştakilere” gerçekleri bildirmek için bütün imkânları kullanır.

Osmanlı devrinde “Volkan”, “Serbestî”, “Tanin” gibi gazetelerde makaleler yazdığı gibi, yeni dönemde de “Ehl-i Sünnet”, “Büyük Doğu”, “Sebilürreşad”, “Büyük Cihad” gibi gazete ve mecmualarda Risâle-i Nur ve Nur Talebelerinin haklı dâvâsı ile ilgili müdafaaların ve beraat kararlarının neşrine çalışır. Risâle-i Nur’la ilgili haberlerin çıktığı gazeteleri aldırıp sözkonusu hizmet ve haberleri okutur…

“Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki (makalelerimdeki) umum hakâikta (hakikatlerde) nihayet derecede musırım (ısrarlıyım)” iddiasıyla, yanlış yayınlara karşı, “Ben de gazetelerde, onları reddeden makaleler neşrettim” açıklamasını yapar. Gazetelere istikamet, doğrularda sebat ve milleti yanıltan yanlışlara karşı teyakkuz dersini verir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 50-51)

Bu meyanda ictimaî ve fikrî tartışmalara dair konuları büyük bir vûkufiyetle kaleme alır…

Bediüzzaman’ın basına alâkası hep devam eder…

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

İslâm ordusunun öncüsü, son kal’asındaki gözcüsü: Yeni Asya...



Risâle-i Nur Külliyatından aldığı derslerle hayata “istikamet” vermekle vazifeli Yeni Asya’nın, geçen zamanlarca nasıl tasdik edildiğini, bir önceki yazımızda birlikte müşahede etmiştik. Maziyi kökleriyle kavrayan Yeni Asya’nın kırk senelik gencecik gövdesinden istikbale uzanan her dalı, onun kudsî bir dâvâda bayraktar olduğunu gösterdiği gibi, her bir budağı da, halletmekle vazifeli olduğu âlemşumul meseleleri gösteriyor. Büyük Doğu ve Sebilürreşad mecmualarına “mücahid” diyen Bediüzzaman Hazretleri, Yeni Asya’ya ne derdi acaba? Hangi iltifatlı namla isimlendirirdi? Çünkü Yeni Asya; sadakat, sebat ve metanet imtihanını bu yaşına kadar kaybetmedi, İnşallah etmeyecektir.

Yeni Asya’nın ufkunda dalgalandırdığı mukaddes insanlık dâvâsının hallolmamış o kadar meselesi var ki... Hakkı tebliğde, sıdka dâvette, muarız şartlara karışı metanette, dostlara muavenette ve toplum hayatında emniyette sembol olarak yürüyen Yeni Asya’nın gündemi, günlük hiçbir gazetenin hayalinin ulaşamayacağı kadar dolu... Aşağıda arz edeceğimiz örnekler, esasa giden yolda işaret taşları mesabesindedirler. Öyle değerlendirilmelidir. Bediüzzaman Hazretlerinin “Kâinatta en büyük hakikat imandır” ifadesini düstur edinen gazetemiz, yalnızca Asya münafıklarına “ihlâslı imanı” anlatmıyor; dinsiz Avrupa feylesoflarının; inkâr-ı ulûhiyet, ahlâksızlık, anarşi ve yalan ihtiva eden küresel fikirlerine karşı da uyanık biçimde mücadele ediyor.

19. y.y. Avrupa’sının küfrünün bir neticesi olan genel ahlâksızlığın bilhassa şu mübarek vatanda, bulaşıcı bir hastalık gibi her yeri sarmaması için canını dişine taktığını her gün görüyor ve okuyoruz. Materyalist felsefenin, deccaliyetin maddî imkânlarıyla işgale kalkıştığı cemiyette, Yeni Asya düşmanın karşısına “Sünnet-i Seniyye” ile çıkıyor. İdeal insan, mutlu hayat, çağdaş yaşama, başarı ve kariyer, modern toplum ve kişisel gelişmiş fert gibi içi boş sloganlara karşı; Hz. Peygamberin (a.s.m.) hayatının zamanımıza yansımasını ve Kur’ân’ın pratiğini elinde tutuyor Yeni Asya... Felsefenin “insan merkezli” bütün ilim dallarını önce sorguluyor ve sonra da yanlışlarını ders veriyor.

Yeni Asya’nın harice bakan bir vazifesi var ki; üzerinde çok az konuşuluyor. Bildiğimiz gibi cumhuriyetin ilk yıllarında inkılâplar adı altında Kur’ân ve Sünnet’in aleyhinde yapılan “din dışı” icraatlar İslâm âlemini Türkiye’ye küstürmüştü. Yeni Asya eline aldığı Risâle-i Nur’larla bu tarihi hatayı düzeltmeye çalışıyor. Âlem-i İslâm’ın bu kahraman millete olan eski muhabbetini tekrar kazandırmaya çalışıyor.

Yaklaşık 27 farklı dilin konuşulduğu Türkiye’yi Türkçülükle haricî kuvvetlere parçalatmak isteyenlerin profillerini en sarih şekliyle Yeni Asya çözüyor. Türkçülük perdesi altına sığınmış münafıkların üzerindeki örtüyü gazetemiz ilk gününden beri kaldırmaya devam ediyor. Türk milletine, tarih ve kültürüne, İslâm âlemine ve Müslümanlığa saldıranların sığındığı bu karanlık köşeyi Yeni Asya Risâle-i Nur’la ışıtıyor. Onları âleme teşhir ediyor.

Dinsiz felsefenin Frengistan’ın göbeğinde ürettiği ırkçılıkla, dünyanın uğradığı büyük musibetleri en iyi bilenlerin başında Yeni Asya geliyor. Hem Osmanlı devletinin hazin dağılışında ve hem de günümüz Türkiye’sinde bu ırkçılığın nasıl kullanıldığını şerh eden Yeni Asya, Türkiye’de Türkçülük yapanların hakikî Türk olmadığını savunuyor ve savunmaya devam edecek...

Yeni Asya’nın hedef olarak belirlediği bir husus da “Alevîlik” etrafındaki tartışmaların barışla neticelendirilmesidir. 27 Mayıs İhtilâli’nden sonra bir taraftan Halkçıların, diğer taraftan Marksistlerin ve öbür yandan ırkçıların istismar ettikleri “Alevîlik” meselesini, doğru mecrasına akıtmaya çalışan Yeni Asya’dır. Zındık olmadıktan sonra bütün Alevîlere kapıları açmış, hakikî Âl-i Beyt muhabbetini prensip edindiğinden, bütün Müslümanları “Âl-i Beyt Sevgisi” etrafında toplamaya çalışıyor. Bütün istismar kapılarını kapatarak Alevîleri “İslâmî kardeşlik” havuzunda herkesle bir araya getiriyor.

İttihad-ı İslâm dediğimiz İslâm Birliğinin kurucuları ve takipçileri arasında bulunan Selim-i Evvel, C. Afgani, M. Kemal, A. Suavi ve M. Abduh gibi münevverlerin dâvâsı, Yeni Asya’nın da dâvâsıdır. 31 Mart hadisesinde Bediüzzaman Hazretleri bu dâvâdan yargılandığı gibi, Yeni Asya da Üstadı gibi müteaddit defalar sorgulandı ve yargılandı. Fakat bu dâvâ doğru haliyle Yeni Asya tarafından dalgalanmaya devam edecektir.

Daha önceki yazılarımızda değindiğimiz gibi, Yeni Asya’nın bir vazifesi de; mütemadiyen ifrat ile tefrit arasında cereyan eden Avrupa-Asya fikrî münasebetlerini, Hıristiyanlık-İslâmiyet ilişkilerini; Kur’ân’ın emrettiği “muvasala çizgisine” getirmeye çalışmaktır.

Manevî cihad ordularının öncüsü ve kal’asındaki gözcüsü Yeni Asya, her gün hayata İslâm’ın bir güzelliğini aktarmaya çalıştığı gibi, dinsizliğin dehşetli hücumlarına siper olmaya devam edecektir.

23.03.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Dünden bugüne 23 Mart’lar



“Risale-i Nur’u matbuat lisanıyla konuşturma” idealiyle yola çıkan Yeni Asya’nın, Üstadın vefat yıl dönümlerini de, bilhassa 1990’lı yılların sonlarından itibaren, onun aktüel gündeme ışık tutan fikirlerini nazara verme fırsatı olarak değerlendirmeyi gelenek haline getirdiğini biliyorsunuz.

Geçtiğimiz yıllardaki 23 Mart manşetlerini hatırlarsak, bunu daha iyi görebiliriz:

1998: Son müceddid.

1999: Söz Bediüzzaman’ın.

2000: 21. yüzyıla mesaj.

2001: Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlâl.

2002: Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.

2003: Ümitvar olunuz.

2004: Aranan formül Bediüzzaman’da.

2005: Biz muhabbet fedaileriyiz.

2006: Bediüzzaman—Medeniyetin üstadı Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

2007: Çağımızın Mevlânâ’sı.

2008: Ben dindar bir cumhuriyetçiyim.

(Ayrıca, geçen yıl 21 Şubat’ta verdiğimiz “Ses getiren manşetler” ve bu sene 40. yıl hediyesi olarak takdim ettiğimiz “Vicdanın ve sağduyunun sesi” eklerimizde bir kısmını hatırlattığımız birçok manşetimizle de Üstadı ve Risale-i Nur’u nazara vermeye çalıştık.)

Bunlara ilâveten, 2003’ten itibaren 23 Mart’larda özel ekler vermeyi gelenek haline getirdiğimizi de hatırlayalım:

2003: Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacak.

2004: Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşleri ışığında, dünya barışı için Müslüman-Hıristiyan diyalogu (Prof. Dr. Thomas Michel’in tebliğleri).

2005’te ek vermedik, ama Üstadın talebeleri Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Mehmet Fırıncı ve Ahmet Aytimur’la yaptığımız röportajlarla çok özel, tarihî ve unutulmayacak bir 23 Mart sayısı çıkardık.

2006: Türkiye’nin şansı Bediüzzaman modeli.

2007: Biz muhabbet fedaileriyiz.

2008: Meşrutiyetin 100. yılında Batılı aydınların gözüyle Bediüzzaman ve demokrasi (Fred A. Reed, Thomas Michel, Elmira Akhmetova, Robert Miranda ve Oliver Leaman’ın Yeni Asya için özel olarak kaleme aldıkları makaleler.)

Bugün bir 23 Mart’ı daha idrak etmiş bulunuyoruz. Ve Üstadın vefatının 49. yıl dönümüne tekabül eden 2009 23’ünde de yine özel bir sayı ile okuyucularımızın huzurundayız.

Bu yıl ağırlıklı gündem küresel finans krizi olunca, 23 Mart ekimizin konusunu buna göre tesbit ettik.

Gazetenin hediyesi olarak takdim ettiğimiz “İlâhî ikaz: Kriz” ekinde, Risale-i Nur’dan konuya ışık tutan bahisleri derleyerek bir araya getirdik.

Aktarılan pasaj veya cümlelerin altlarında verilen kelime anlamlarının da yardımıyla bu eki anlayarak okuyan bir insan, krizin hangi sebeplerden kaynaklandığını; kâinatta ve fıtratta israfa yer vermeyen Yaratıcının, gönderdiği dinle de israfı men ettiğini; krizin bu İlâhî emre uymamaktan kaynaklandığını; buna ilâveten Kur’ân’ın faiz yasağı ile zekât emrine kulak verilmemesinin de önemli sebeplerden olduğunu; çıkış yolunun iman, şükür, iktisat, kanaat ve her konuda ölçülü davranmak gibi prensiplerde bulunduğunu görüp anlayabilir; ve bu konuları daha geniş şekilde Risale-i Nur’daki orijinal kaynaklarından okuma iştiyakı duyabilir.

Ekimizi zenginleştiren bir katkı da, yine Üstadın talebeleriyle yapmayı gelenek haline getirdiğimiz röportajlar oldu. Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin ve Mehmet Fırıncı, hem krizle ilgili olarak Risale-i Nur’un ve Üstadın bakış açısını yansıtan açıklamalar yaptılar, hem de Nur hizmetlerindeki son gelişmelere ilişkin müjdeli “havadis-i nuriye”yi aktardılar. Kendilerine teşekkür ediyor, “Allah razı olsun” diyoruz.

Bir teşekkür de, ekimizin muhteva çalışmalarını omuzlayan İsmail Tezer’le, her yıl olduğu gibi bu sene de teknik düzenlemeyi mükemmel bir şekilde gerçekleştiren İbrahim Özdabak’a.

Son söz: Allah, Üstadımızdan razı olsun.

23.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis