|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Nurcular ve DP |
|
CHP’nin tek parti diktası döneminde siyasetle hiç ilgilenmeyen Bediüzzaman’ın, 1950’de çok partili demokrasiye geçildikten sonra DP’ye destek verdiği; 14 Mayıs seçiminin hemen ardından Bayar’a tebrik mesajı gönderdiği; Menderes’i “İslâm kahramanı” olarak nitelediği; DP iktidarının Cumhurbaşkanına, Başbakanına, bakanlarına mektuplar yazarak tavsiye, teşvik ve ikazlarda bulunduğu, çok iyi bilinen bir gerçek.
DP iktidarının son yıllarında CHP’nin başını çektiği yıkıcı muhalefet ve yıpratma kampanyasına karşı “Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz” dediği de (Emirdağ L, s. 816).
Said Nursî’nin DP’ye ilişkin değerlendirmelerini ihtiva eden çok sayıda aydınlatıcı mektup, Emirdağ Lâhikası’nın ikinci cildinde okunabilir.
Dolayısıyla, onun DP’ye verdiği destek üzerinde herhangi bir tartışma ve ihtilâf yok. Ama sonrası için “Üstadın o mektuplardaki ifadeleri 1950-60 dönemi DP’si için geçerli; sonrakiler için değil” iddiasını seslendirenler bir hayli fazla.
1965 seçiminde tek başına iktidar olan AP’ye DP’nin devamı olarak bakılıyordu. Ama 1970'te Millî Nizam Partisinin sahneye çıkmasıyla birlikte bu noktada tereddütler belirmeye başladı.
Daha doğrusu, dindarları ve özellikle Nurcuları AP’den soğutup MNP’ye kanalize etme hesaplarıyla bağlantılı olarak ortaya atılan söz konusu iddialar, bazı kafaları karıştırır gibi oldu.
O noktada devreye giren Zübeyir Gündüzalp, evvelâ İttihad gazetesinde Üstadın DP ile ilgili lâhika mektuplarını neşrettirmek, daha sonra “DP’nin devamı AP’dir” şeklindeki “içtihad”ını meşveretin de tasdikinden geçirerek deklare etmek suretiyle, tereddütlerin izalesini sağladı.
(İsmet Hasenekoğlu’nun bu konuyla ilgili olarak yazdığı, 5-6 Nisan 1975 tarihlerinde iki bölüm halinde Yeni Asya’da yayınlanan ve geçtiğimiz 18 Mart'ta tekrar neşrettiğimiz yazı, tarihî bir belge niteliğinde. Mutlaka okunması lâzım.)
12 Eylül’e kadar bu bütünlük korundu. Neticesi de, 12 Mart sonrası demokrat tabanı parçalamak için uygulamaya konulan planlara rağmen, Ekim-1979’daki ara seçimde oyların yeniden AP’de toparlanmasını başarmak ve seçimin ardından kurulan AP hükümetine Ayasofya’yı kısmen de olsa ibadete açtırmak suretiyle alındı.
Ama AP hükümeti işbaşındayken yapılan 12 Eylül ve sonrasında Nurcular başta olmak üzere cemaatlerin içine sokulan fitnelerle birlikte uygulamaya konulan siyasî projeler, zihinleri yine bulandırdı. Yeni kurulmak istenen düzene ayak uyduranlar, gerek öncesinde yapılan baskı ve tehditler kaldırılmak, gerekse el altından desteklenip “ihya” edilmek suretiyle ödüllendirildi.
Uzlaşmayı ve teslim olmayı kabul etmeyenler ise her koldan şiddetlenerek sürdürülen yoğun baskılar ve iç bünyelere sokulan fitnelerle tesirsiz hale getirilmek, hattâ imha edilmek istendi.
80’lerde ANAP, 90’ların başında kutsal ittifak, ardından kitleselleşen RP ve 2000’lerde de AKP, evvelce DP ile AP’de toplanmış olan demokrat tabanın farklı manipülasyonlarla yönlendirilmek istendiği yeni adresler olarak ortaya çıktı.
Ama ne ANAP, DP-AP’nin devamı olabildi; ne RP o tabana oturabildi; ne de AKP o mânâyı taşıyabildi. O çizginin devamı olma iddiasıyla, 12 Eylül’ün çıkardığı zorlu engelleri aşarak belli bir noktaya erişen DYP ise, 90’lı yıllarda gerek haricî faktörler, gerekse kendi içindeki yönetim hataları sebebiyle, sürekli şekilde kan kaybetti.
Şimdiki DP, dibe vurduğu bir noktada bütün o süreci sıkı bir özeleştiriden geçirdikten sonra, teşkilâtlarından başlayan bir toparlanma harekâtıyla tekrar ayağa kalkma mücadelesi veriyor.
Dileriz, bu mücadele başarılı olur ve DP—izaha çalıştığımız sebeplerle bir kısmı başka yerlere yönelen—Nurcular başta olmak üzere cemaatlerin ve topyekûn demokrat tabanın yine destek verdiği güçlü bir toparlanma adresi haline gelir.
24.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“İktisat Risâlesi”ni örnek alan krize kapılmaz |
|
Gündem siyasete kilitlenmişken, Risâle-i Nur Enstitüsü ‘küresel kriz’le ilgili önemli bir toplantıya ev sahipliği yaptı. “Küresel Kriz ve Said Nursî’nin İktisat Görüşü” konulu Risâle-i Nur Kongresi, iki gün boyunca yaptığı çalışmaların sonuç bilgilerini Pazar günü kamuoyu ile paylaştı.
İki günü kapsayan kongrenin ilk gününde, oluşturulan 5 masa etrafında bir araya gelen yaklaşık 60 kişi, yaşanan ekonomik krize Risâle-i Nur’dan çareler aradı. Bir yandan daha önce hazırlanan ‘tebliğ’ler tartışılırken, bir yandan da ‘çare’ler arandı. Neticede Risâle-i Nur eserlerinden istifade ile ortaya konulan ‘çare’ler, birer sonuç bildirisi ile birlikte maddeler halinde kamuoyu ile paylaşıldı.
Masa çalışmalarına katılanlardan biri olarak şunu gönül huzuruyla söylemek mümkün: Yaşanan ekonomik krizin ‘çare’si Risâle-i Nur eserlerinde var. Zaten, kamuoyu ile paylaşılan ‘bilgi’lerde bu açıkça görülüyor.
Elbette krizin ‘çare’lerini tesbit edip, bir yana bırakmakla krizden çıkamayız. Fert olarak, ortaya konulan bu çareleri yaşamak durumundayız. Aksi tavır, bilinen çarelerin ‘kâğıt üstünde’ kalması anlamına gelir.
Beş ayrı masanın çalışması sonucu tesbit edilen ‘sonuç bildirileri’nin sunulduğu ve ayrıca bir panelin de düzenlendiği Pazar günkü toplantı da istifadeli oldu. Konuşmacılar kendi pencerelerinden Risâle-i Nur’un krize karşı sunduğu çareleri anlattılar.
Hakikaten Risâle-i Nur, sadece ekonomik krizlere değil, sosyal ve siyasî krizlere de çareler sunuyor. Faizin sebep olduğu yıkım, zekâtın yaygınlaştırılması gerektiği, çalışma ve alınterinin önemi, yardımlaşmanın gerektiği, ‘fıtrat’a göre şekillenen bir hayat tarzı gibi konularda yapılan tahşidatlar, vurgular çok önemli. Meselâ, zekât konusundaki ikâzda, özetle “Zenginler zekâtlarının zekâtlarını verse fakirlik sona erer” tesbitine kadar da anlamlı ve orijinal. Son yıllarda Batı dünyası da; sorumsuz ve sadece kendini düşünen ‘zengin’leri, zenginlikleri sorgulamıyor mu?
İstanbul Harbiye’deki Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayında yapılan panele dinleyici olarak katılan Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu) ağabey de çıkışta çok önemli bir tesbit yaptı. Düzenlenen panelin konu ve zamanlamasının çok isabetli olduğunu hatırlatan İsmail ağabey, “Krizden nasıl çıkarız?” anlamındaki bir soruyu da “İktisat Risâlesi’ni örnek alarak yaşayan, hiçbir krize kapılmaz, rahatça yaşar” dedi. Kendisinin bütün ‘bilgi’sinin Risâle-i Nur’dan olduğunu da ifade eden Hekimoğlu İsmail Ağabey, herkesi bu eserleri okumaya davet etti.
Gerçekten de hacimce ‘küçük bir risâle’ mahiyetinde olan “İktisat Risâlesi,” mânâ itibarıyla tam bir derya. Bu risâlede anlatılan ‘kapıcı hükmündeki dil’ mevzûu bile, tek başına, israf eden ile iktisatlı yaşayan insanların farkını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Manevî bir buhran geçiren insanlık, çarenin Risâle-i Nur’da olduğunu görecek. Ümidimiz ve temennimiz bu gerçeğin görülmesinin gecikmemesi ve pahalıya mâl olmaması... Bunun için de ‘muhabbet fedaileri’ne çok iş düşüyor...
24.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Cumhurbaşkanı Gül’ün Irak ziyareti |
|
Cumhurbaşkanımız sayın Abdullah Gül’ün Irak ziyareti nihayet gerçekleşiyor. Son zamanlarda Irak ile özellikle Kuzey Irak Yönetimi ile ilişkilerde girilen hızlı iyileşme süreci, bu ziyaretle zirvesine ulaşıyor.
Türkiye’nin Irak politikasının temel prensibinin, bu ülkenin bütünlüğünün korunması olduğu her fırsatta dile getiriliyor. Amerika da bölgede istikrar ve güvenliğin en temel unsurunun buna bağlı olduğunun farkında.
Irak’ın kontrolünü daha uzun süre elinde tutamayacağını anlayan Amerika, şimdi hem onurlu bir şekilde çekilmenin, hem de sonrasında iç savaşla kaosa sürüklenen bir ülke bırakmamanın hesaplarını yapıyor. Çekilme takvimi belli: 2010 yılı Ağustos ayı sonuna kadar birliklerin büyük bir kısmı ülkeyi terk ederken, 35 ila 50 bin kişilik birlik birbuçuk yıl daha ülkede kalacak. 2011 sonunda da tamamı Irak’tan ayrılmış olacak.
ABD’nin Irak savaşı hakkında “Fiyasko” ve “Kumar” adlı iki kitap yazan Thomas Ricks, “Siyasal bir devrim oluşturulması amaçlandı. Güvenlikte iyileşme sağlandı, ama Irak’ın temel sorunlarından hiç birisi çözülemedi” diyor.
Gerçekten de Amerika sonrası Irak’a ilişkin üç temel sorun yerinde duruyor: Irak’ın hükümet şeklinin nasıl olacağı; ana mezhep ve etnik grupları arasındaki ilişkiler ve petrol gelirlerinin bunlar arasında nasıl paylaştırılacağı.
Bu ülkedeki durum ülkemizi de yakından etkileyecek. Türkiye açısından Irak’la ilişkilerin ekonomik boyutu da çok önemli. Özellikle Irak’taki güvenlik sorununun çözümlenmesi, Irak ekonomisinde patlama sağlayacak.
Bu ülkenin yeniden inşası çalışmaları ABD ve İngiltere başta olmak üzere bütün müttefik ülkelerin ağzını sulandırıyor. İnşaat sektöründe Türkiye’nin uluslar arası başarıları herkesçe biliniyor. Zaten halen Kuzey Irak’ta seksenden fazla Türk şirketi bu işleri yapıyor. İki ülke arasında ulaşılan ticaret hacmi 2,5 milyar dolar.
Tabi Türkiye’nin Irak ilişkilerinde Kuzey Irak Yönetimiyle ilişkiler ve esasen PKK’nın tasfiyesi önemli yer tutacak.
Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin 5. Dünya Su Forumu sebebiyle yaptığı İstanbul ziyaretinde “Nisan ayı içinde PKK’ya silâh bırakma çağrısı yapacakları” yolundaki sözleri, Cumhurbaşkanımızın iyi gelişmeler olacağı açıklaması ve şimdi Irak ziyaretinin zamanlaması, ülkemizin hassas olduğu bu konuda da mesafe kaydedilmekte olduğunu gösteriyor.
Cumhurbaşkanı Gül, Irak’ta bütün taraflarla görüşmeler yapıyor. ABD sonrası Irak’ta denge kurulamazsa hangi tarafın egemen olacağı belli olmadığı için, bu konuda dikkatli bir yaklaşımın benimsenmesi şart. Şu anki siyasal yapı Şiî çoğunluğun egemenliğinde. Sünnî azınlığın bu durumu hazmetmesi zaman alacak. Ayrıca Arap ve Kürt nüfusun arası da iyi değil. Özellikle Kerkük meselesi gerilim noktası oluşturuyor.
Irak’ın toprak bütünlüğü korunurken, Kuzey Irak’ta Kürt nüfusun oluşturduğu ve ABD’nin himayesi, petrol kaynaklarına sahip olması ve Türkiye ile ticarî ilişkileri sayesinde güçlenmekte olan özerk yönetimin de ikna edilmesi gerekecek. Bütün bunlar Cumhurbaşkanı Gül’ün Irak ziyaretinde masaya yatırılacak.
Temennimiz Irak’a bir an önce istikrar ve huzurun gelmesi. Bu aynı zamanda ülkemiz için de PKK meselesinde önemli adımlar atılması ve yeni ekonomik kaynaklar anlamına gelecek. Ama ondan da önemlisi, Türkiye, bölgedeki istikrar odağı olma fonksiyonunu güçlendirecek.
24.03.2009
E-Posta:
|
|
Ahmet ÖZDEMİR |
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN VASİYETİ |
|
H. 25 Ramazan 1379 veya M. 23 Mart 1960…
Nur Talebelerinin unutamadıkları tarihlerden birisi! Neden mi?
Çünkü, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat tarihidir. Vefatla birlikte akla başka bir şey daha gelir: Vasiyet. Vasiyet deyince de mirastan söz etmemek olmaz. Peki miras nedir?
Miras, sözlükte verâset yoluyla geçen şey, ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk, para olarak ifade edilir.
Merhumun geride bıraktığı mirasın maddî kısmına tereke diyoruz. Genelde akla gelen de maddî mirastır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin bıraktığı maddî miras, tereke hâkiminin tesbitine göre şunlardır: Saat, cübbe, sarık ve yirmi lira.
Mânevî mirası ise cümlelere sığmayan Kur’ân-ı Kerim’in mû'cize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nur’dur.
Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yazdığı bir mektupta, “Ecel gizli olmasından, vasiyetnâme yazmak sünnet” olduğunu belirtiyor ve “Emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin” diyor.
Vasiyet olunca akla hemen ölüm geliyor. Said Nursî, talebelerine “Telâş etmeyiniz” diyor. Bediüzzaman çok şiddetli zehirlerle defalarca zehirlenmiştir. Ama ümidini ve Allah’ın inayetini hep muhafaza etmiştir. Aynı mektupta bunu şu sözleriyle ifade ediyor: “Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlâhî devam ediyor.”1
İçinde yaşadığımız dünyada insanlara zarar verecek bazı haller bulunmaktadır. Said Nursî’nin üzerinde en çok durduğu düsturlardan birisi de ihlâs düsturudur. İhlâs ise, işlerini başka bir maksat için değil, yalnız ve yalnız Allah rızası için yapmaktır. İhlâsta riyaya yer yoktur. Riyaya girmeden ibadet ve hizmet etmek çok zor olduğunu kabul etmek gerekir.
Üstadın ilk Nur Talebeleri dünya malı namına neleri varsa rahatlıkla terk edebilmişlerdir. Önlerine dikilen en zor engelleri aşmışlar veya gözlerini budaktan sakınmamışlardır. Fedakârlıkta belki zirve olmuşlardır. Onlar için evler Medrese-i Nuriye, hapishaneler de birer Medrese-i Yusufiye olmuştur. Evlerinde eksik kalan derslerine hapishanelerde devam etmişlerdir.
Üstadın âhir ömründe insanlarla sohbet etmesinin yasaklanmasının kendisine göre bir yorumu vardır. O şöyle düşünür:
“Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risâle-i Nur’un mesleğindeki âzamî ihlâs için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır.”
Bediüzzaman kendi ifadesiyle, “şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye” almamıştır. Ancak “mânevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilâyetinde hayatını Risâle-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur Talebelerinin” durumu ne olacak?
Burada onlara da kendisinin hayatı boyunca takip ettiği kanaat ve iktisat prensibini hatırlatmaktadır. Şimdiye kadar Nur Talebeleri Üstadlarından aldıkları düsturlarla hareket etmişlerdir. Bundan sonra da inşallah aynı yoldan devam edeceklerdir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin Risâle-i Nur’da “Konuşan yalnız hakikattir” başlığı altında yer alan ifadeleri bana göre güzel bir vasiyettir.
Adı geçen yazıda yapılan akla hayale gelmedik ithamlara cevaplar verilmektedir. Bize göre zulüm olan şeylerin içinde daha sonra adaletin tecelli ettiğini görürüz. Bediüzzaman, yirmi sekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılmış, mahkemeden mahkemeye sürüklenmiştir. Sebep: Dini siyasete âlet yapmakmış! Fakat bunu tahakkuk ettirememişler. Bu konuda tek bir delil bulamamışlardır. Çünkü gerçekte böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, baskı yapıyor, türlü türlü işkencelere mâruz kılıyor. O da sonuç elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakasına yapışıyor.
Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyor. Yirmi sekiz sene ömrü böyle geçti. Bediüzzaman’a isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını sonunda kendileri de anladılar. Bediüzzaman Said Nursî’ye yapılan zulüm ve işkencelerin hakikî sebebini siz bulabildiniz mi?
Ben bulamadım. Bediüzzaman bunların sebeplerini bulmuş. Ne imiş? Bakalım:
“Ben kemâl-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma âlet yapmakmış.
Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki, uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mânialar beni men ediyordu.”2
Bediüzzaman Said Nursî, her şeye rağmen halinden şikâyetçi değildir. O şöyle demektedir:
“Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ithamı altında, kader-i İlâhî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor; ‘Sakın’ diyor, ‘iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma-tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.’”
Görünüşte Üstadın ve Nur Talebelerinin çektikleri sıkıntıların sonucu iman ve Kur’ân hakikatlerinin gönüller üzerinde, kalblerde makes bulmasıdır. Yapılan Nur hizmetlerinde ihlâsın ne derece parladığını şu sözlerde görebiliriz:
“İşte, Nur Risâlelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka bir şey değildir. Risâle-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğâne neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risâle-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.”
Günümüzde belki yüzlerce cilt kitap yazılmıştır. Küfür karşısında dayanamıyorlar. Risâle-i Nur’lar en dehşetli hücumlara karşı dayanmıştır. Karşısında direnen küfür dağları pamuk yığınları gibi etrafa savrulmuştur.
Bediüzzaman kendisine yapılan haksız muameleler karşısında hakkını helâl etmiş ve şöyle demiştir: “Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.”
İnsanlar zulm eder, ama kader adalet eder. Bunda hiç şüphemiz yoktur. Said Nursî'nin “Âdil kadere” de söyleyecekleri vardır: “Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, imân hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî her şeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.”3
Bediüzzaman Said Nursî, bizim gibi meşru ve zararsız yolu seçme hakkına sahiptir. O, bu haklarından vazgeçmiş, sonuçta Nur İrfan okulunda milyonlarca talebe yetişmiştir. Nur Talebeleri Üstadın feragat mesleğini takip etmektedirler. Ne güzel!
Bediüzzaman Said Nursî, bunca eza ve cefaya maruz bırakıldı da talebeleri rahat mı bırakıldı? Onlara da akla hayale gelmedik işkenceler yapıldı. Belki hayattan bin defa sıkıldılar. Belki ölümü de çok düşündüler. Ama asla intihar yolunu seçmediler. Allah’ın verdiği canı yine O alabilirdi.
Bediüzzaman’ın talebelerine yaptığı tavsiyeler ne olmuştur? Vasiyet gibi olan tavsiyelerine bir bakalım mı? Buyurun:
“Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risâle-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.”
Yazıma Merhum Ali Ulvi Kurucu’nun şu beytiyle son verirken, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’yi 49. vefat yıldönümünde bir kere daha rahmetle anıyoruz.
Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,
Kur’ân’a her zaman beşerin ihtiyacı var.
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 235
2- Bediüzzaman Said Nursî, aynı eser, s. 617-618
3- Bediüzzaman Said Nursî, aynı eser, s. 619-620
24.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Risâle-i Nur ve müzik |
|
İlk duyulduğunda, “Asrın Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur ile müzik veya mûsıkî arasında nasıl bir bağ olabilir ki?” sorusu akla gelebilir. Ancak bu imanî eserlerdeki en zor meselelerin bile aynı zamanda bu çağ insanının anlayabileceği tarzda benzetmelerle sunulup kolayca izah edildiği düşünülürse anlaşılabilirliği görülür. Bundan çok değil 15–20 yıl öncesine kadar—hatta bugün dahi—belli dinî çevrelerde müzik ile din arasında adeta yüksek duvarlar olduğunu müşahade etmişimdir. Oysa Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin değil 15-20 yıl neredeyse 100 yıl önce eserlerinde müzikle ilgili benzetme, tabir ve konulara yer verdiği gerçeği apaçık ortada iken bu iki yaklaşım tarzı arasındaki belirgin fark kendini gösteriyor. İşte bu farka dair küçük bir örnek:
“…Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen mûsika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyir ve seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’îyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?” ( Münâzarât )
Şu anlatıma, bakış açısına bakar mısınız lütfen? Üstad Hazretleri imanî bir bahsi izah ederken kanun ve tanbur gibi iki enstrümana yer vermiş hatta “umum kütüb-ü İslâmiye ile tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi olarak" bağ ve benzetme yapmıştır. İlk cümlede ise Kur’ân-ı Kerim, mûsıka-i İlâhiye olarak da nitelendirilmiştir.
“İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf surî bir san’atçığıyla, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsikî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsika-i İlâhî tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.” Sözler / Otuz İkinci Söz - s. 284.
Üstad Hazretleri 32. Sözde ise görüldüğü gibi kâinatı, zemini ve zemin içindeki hayat sahiplerini ve insanın başını Rabbanî bir ses cihazına ve bir İlâhî mûsıkîye benzetmiştir.
Yine Sözler / Lemeât da Üstad Hazretleri “Güya bütün kâinat ulvî bir mûsikîdir; iman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri“ derken burada da “kâinat, ulvî bir mûsıkî” olarak geçmektedir.
30. Lem‘a da ise Bediüzzaman Hazretleri “Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir mûsikî-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; …” derken yine “Kâinatı o sınırsız nağmelerin çeşitleriyle ses veren tesbih eden konuşan bir ilâhî mûsıkî” olarak niteler.
Elbette Risâle-i Nur Külliyatında mûsıkîye dair bahisler sadece bu kadarla sınırlı değil. Şahsen anlayabildiğim, okuyabildiğim kadarıyla paylaşmak istediğim tesbitlerimdir bunlar. Eksik yorum ve tesbitler şahsıma aittir.
24.03.2009
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Mal istersen kanaat yeter” |
|
“Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat eden bereket bulur.”1 Bediüzzaman’ın odasında bir levha-i hikmet olarak astığı, “Her sabah ve akşam ona bakarım, dersimi alırım” dediği levhada yazılı cümlelerden biri de buydu. Demek istisat ve kanaat insanın gerçek sermayesi, bereket sebebi. İktisat ve kanaati, iki bitmez tükenmez bir hazine olarak gören2 Bediüzzaman, “Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip [mal alıp] o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem,”3 “Maişet cihetinde kanaat ve iktisat beni ihtiyaçtan kurtarıyor”4 der.
Bunun için Rabbine yüz binlerce şükreder Bediüzzaman: “Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum”5 demeyi kendine bir vazife bilir. Çünkü o kanaati ticaretli bir şükran; hırsı hasâretli bir küfran; iktisadı nimete güzel ve menfaatli bir saygı, israfı ise nimete çirkin ve zararlı bir istihfaf, yani nimeti hafife alma olarak görür.6
Ona göre iktisat ve kanaat mutluluk ve saadet sebebidir; bir nev'î ibadet ve rızık için fiilî bir duâdır. Onun için bahtiyar insan şükrederek, minnet duyarak o ihsanı kabul edip hayatını mutlulukla geçirir. Bedbaht insan ise şikâyet, zarar ve acıya sebep olan israf ve hırs ile helâl kazancı bırakarak her kapıya başvurur; tembellikle, zulümle, şikâyetle hayatını geçirir, belki öldürür.7
Dünya devlerinin bir bir yıkıldığı küresel malî krize yıllar önce bu ölçülerle meydan okuyan Bediüzzaman, bizzat yaşayarak ortaya koyduğu bu prensiplerin bugün de hayata geçirilmesiyle insanlığın sıkıntılardan nasıl kurtulmaları gerektiği formülünü vermiş olmuyor mu?
Risâle-i Nur Enstitüsünün düzenlediği IV. Ulusal Risale-i Nur Kongresinin konusu da Küresel Malî Kriz ve Bediüzzaman’ın İktisat Görüşü idi. Elli civarındaki ilim adamı, Bediüzzaman’ın tesbitleri ışığında Din ve İktisat; Toplum, Ahlâk ve İktisat; Siyaset, İdeolojiler ve İktisat; Felsefe, Medeniyet ve İktisat; Çevre ve İktisat gibi beş farklı konuda tartıştı. Her masa, kendi tebliğlerini tek metin hâlinde özetleyip sundu. Ayrıca her masa, tesbitlerini on ana maddede topladı.
Kongrede takdim edilen bu on madde ve ilim adamlarınca yapılan konuşmalar, Bediüzzaman Said Nursî’nin dünyanın içine düştüğü birçok probleme olduğu gibi malî krize de çok etkili çözümler getirdiğini gösterdi.
Gerek Risale-i Nur Enstitüsünü böyle bir çalışmaya ön ayak olduğu için, gerekse kongrede görev alan ilim adamlarımızı tebrik ediyoruz.
DİPNOTLAR: 1. Mektubat, 23. Mektup, 7. Suâl. 2. Emirdağ Lâhikası, s. 79. 3. Mektûbât, 2. Mektup. 4. Barla Lâhikası, s. 164. 5. Mektûbât, 2. Mektup. 6. Mektubat, (24. Mektub, 1. Makam, 1. Remiz), s. 277. 7. Şuâlar, s. 158.
24.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
"Muhammedin (asm) gemisine yetişmek istiyorum" |
|
Telefonda sohbet ettiğimiz İsveç asıllı genç (Biyon), tam da randevulaştığımız gün ve saatte gazetemizin Cağaloğlu'ndaki merkezine geldi.
Biyon, 25–30 yaşlarında bir delikanlıydı. Siması nur gibi parlıyordu. Kendinden gayet derece emin, vakur ve kararlı bir karakteri canlandırıyordu.
Hoşbeşten sonra asıl mevzuya girdik. Uzun zamandır İstanbul'da olduğunu, Sabah gazetesinde mütercim olarak çalıştığını, Türkiye'de yayınlanan gazetelerin tamamını okuyup tetkik ettiğini, bunların arasında en çok Yeni Asya'yı beğendiğini, Yeni Asya'nın yazarları arasında da en çok Bediüzzaman Said Nursî'yi takdir ettiğini ve yazılarını büyük bir hayranlıkla takip ettiğini şifahî olarak bir kez daha tekrarladı.
Dolayısıyla, buraya da kendisiyle görüşüp tanışmak maksadıyla geldiğini ve tanışma anını sabırsızlıkla beklediğini tekraren ifade etti. Biz de, acele etmemesi, biraz sabretmesi gerektiğini, bu konuda kendisine mutlaka yardımcı olmaya çalışacağımızı anlatarak, masaya Bediüzzaman Said Nursî'nin eserlerini koyarak, öncelikle fikirlerinden ve ardından hayat tarihçesinden söz etmeye başladık.
Onun merak ve ilgi sahasına göre seçtiğimiz her mevzuyu pür dikkatle dinliyor, zaman zaman hislerini dizginleyemez hale geliyordu: "Hah, tamam işte. İnanın, ben de aynen öyle düşünüyorum. Bunlar ne kadar güzel, ne kadar isabetli fikirler" demekten alamıyordu kendini.
Bir ara, telefonda kendisine bahsettiğimiz Said Nursî'nin İsveç, Norveç, Finlandiya hakkındaki mektuplarını merak ettiğini söyledi. "Onları da bulup okuyabilir misiniz?" dedi.
Memnuniyetle açtık ve o mektupları da okumaya başladık. Dinledikçe hislenen ve renkten renge giren İsveçli genç, tekrar şunları sormadan edemedi: "Said Nursî, bizim ülkemize ne zaman gitmiş. Bu araştırma yazılarından niçin bizim haberimiz olmadı? Hakikaten, bizi tam olduğu gibi anlatmış. İşte ben de o bahsettiği kimselerden biriyim. Kur'ân'ı merak ediyorum, Muhammed'in (asm) insanlığa mesajını cidden merak ediyorum. Öğrendikçe de saygı duyuyorum. Hatta, bunlardan çok yararlandığımı söyleyebilirim... Said Nursî, İsveç'e ne zaman gitmiş, bu araştırmayı ne zaman yapmış; acaba, o tarihlerde biz orada değil miydik, niçin hiç haberimiz olmadı, onunla neden hiç rastlaşmadık? İstiyorum ki, kendisiyle görüşmeden önce, bu gibi hususlarda da azçok bilgimiz olsun. Acaba, bu konularda da bizi biza aydınlatabilir misiniz?
Memnuniyetle deyip, Üstad Bediüzzaman'ın hayat tarihçesinden bölümler okumaya başladık.
Lâkin, Üstad Bediüzzaman'ın doğum tarihini atlayarak okuduğumuz için, ilk anda hayatta olup olmadığını fark edemedi. Pür dikkat, dinlemeye devam etti.
Fakat, ne zaman ki, Meşrûtiyet yıllarına geldik, onun hürriyet ve meşrûtiyet hakkındaki fikirlerini ve savunmalarını mecburiyetle zikretmeye geçtik, muhatabımızın rengi büsbütün değişmeye başladı. Kendini tutamadı ve "Bir dakika durur musunuz?" diyerek, şu mukabelede bulundu: "Latif Bey, siz ne diyorsunuz. 1900'ün ilk yıllarından bahsediyorsunuz. Aradan seksen–doksan sene geçmiş. O tarihte Meşrûtiyet'ten bahseden, hürriyeti savunan bir insan, şimdi kaç yaşındadır?"
İşte, tam bu esnada ben de kendimi tutamadım. İster istemez renk vermeye başladım. Boğazım düğümlendi, gözlerim doldu, artık konuşamaz hale geldim...
Bu halimi gören İsveçli genç de kendini tutamadı ve başını tutarak söylenmeye başladı: "Aman Allah'ım!.. Yoksa bu insan hayatta değil mi? "Aman Allah'ım! Yoksa ben onu göremeyecek miyim? Onunla tanışamayacak mıyım?
O anda ikimiz de hiç konuşamaz hale geldik. Gözyaşlarına hakim olamadık.
Bir süre sonra kendimizi toparlayarak sohbetimize devam ettik. Said Nursî'nin hayatta olmadığını, otuz sene kadar evvel bu dünyadan göçtüğünü, ancak fikirlerinin yaşamaya devam ettiğini, Yeni Asya'nın da onun dâvâsını yaymak için var olduğunu, dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık.
Vakit bir hayli ilerlemişti. Ancak, bu pırlanta ruhlu insan, bizden ayrılmak, bırakıp gitmek istemiyordu. Günü birlikte geçirdiğimiz gibi, akşam da aynı minval üzere sohbete devam etmek istiyorduk.
Kendisini eve dâvet ile misafir etmek istediğimizi söyledik. Şayet zahmet vermeyecekse, yük olmayacaksa memnuniyetle kabul edeceğini ifade etti.
Birlikte eve gittik, yemek yedik, çay içtik... İsveçli genç, herşeyi takdir ve hayranlıkla karşılıyor ve aklına takılan herşeyi sorarak cevabını istiyor. Biz de, elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyoruz.
Bir ara, kendisine şunları söyledik: "Biz bu Nur Risâlelerini tek başına okuduğumuz gibi, ayrıca cemaat halinde de okuyup dersler yapıyoruz."
Bunu da yine büyük bir sürpriz şeklinde değerlendiren misafirimiz, tam bir samimiyetle "Keşke ben de böyle bir cemaati görsem, onlarla birlikte ders dinlesem" diyerek, buna da iştiyaklı olduğunu ifade etti.
Onun bu şiddetli arzusu üzerine birlikte gidip Fatih'teki Risâle–i Nur dersine katıldık. Dersten sonra misafirimizi tanıttık. Herkes sevinçle, memnuniyetle karşıladı ve umumi olarak kendisini dinlemek arzusu doğdu.
Misafirimiz, burada sözünü ettiğimiz macerasını özetledi, Kur'ân'ı ve İslâm dinini Bediüzzaman'ın yazıları sayesinde biraz öğrendiğini, bunların hepsine katıldığını ve Müslüman olmak için iç dünyasında hiçbir engel kalmadığını, ancak bu dini tam öğrenmeden Müslüman oluşunu duyurmak istemediğini ve son olarak da cemaatten kendisi için bir duâ talebinde bulunacağını ifade ederek, sözlerini şu şekilde bitirdi: "Lütfen, Muhammedin (asm) gemisine yetişmem için bana duâ edin. Zira, gerçek kurtuluşun orada olacağına inanıyorum."
Cemaatin içtenlikle duâ ettiği bu genç, kısa süre sonra Türkiye'den ayrıldı, ülkesine gitti. Aradan birkaç ay geçmişti ki, bizi Van'dan arayan bir Nur Talebesi, Pakistan'dan geldiğini, orada hizmetlerle meşgul olduğunu ve aynı hizmetin içinde bulunun Beşir isimli bir gencin selâmını getirdiğini söyledi.
Meğerse, İsveçli Biyon "Muhammed'in (asm) gemisine yetişmiş, Müslüman olup Beşir (Bişr–i Hafi'den mülhemen) ismini almış, Nur dairesine girmiş ve Pakistan'da Nur hizmetleriyle alâkadar olmaya başlamış.
Tebrikler, duâlar Beşir kardeş. Aradan seneler geçti ki, haberleşemedik. Şu an nerede ve ne durumda olduğunu bilemiyorum. Şayet bu yazıdan haberdar olursan, mutlaka bizimle bir irtibat kurmanı hasretle bekliyorum.
24.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Âsımları izlemek |
|
Akif, İstanbul’da doğmuş olsa da batıdan, Kosova’dan gelen bir aileye mensuptur. Bediüzzaman da doğuda, Bitlis’te doğmuştur… Coğrafî olarak farklı oldukları gibi neslen de farklıdırlar, fakat ikisi bir bütünün parçasıdır; parçalanışı durdurmak, ümmeti bir arada tutabilmek, İslâm milletinin imanının selâmette kalması için çabalayan iki ayrı parça…
Dağılan medeniyeti ayakta tutabilmek, çöküşü engelleyebilmek, maddî ve manevî felâketlere göğüs gerebilmek için, biri nazımla konuşmuş, diğeri nesirle; konuşmamış, asr-ı hazıra bağırmışlar, şiir şiir, satır satır…
Şiir doğuda, ilim batıda daha çok yer etmesine mukabil onlar, doğunun en doğusu, batının en batısı, doğu ve batının mezcolduğu şehir, İstanbul’da bir araya gelmiş, Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye'de buluşmuşlar. Devletin kalbinde, milletin kalp hastalığı için müşterek çalışmışlar…
Şiddetli fırtınaların, dehşetli kasırgaların estiği, Kur’ân etrafındaki surların yıkıldığı hengâmede, bedenen bir arada olmamışlarsa da, fikren ve kalben aynı istikamette çalışmış, nazarları Kur’ân’a çevirmiş, idrakleri Kur’ân ilhamıyla doldurma gayreti içinde olmuşlar… Satılmamış, satın alınamamış, kendi özyurtlarında garip kalmış, sürgünlerde süründürülmüşlerse de, asla yıkılmamış, asla ümitsizliğe düşmemişler… Sıra dağlar gibi iman, geniş ovalar gibi teslimiyet, onları hep fazilet zirvelerinde tutmuş, bencillik çukurlarına düşürmemiş, denî dünya ayaklarının yukarısına çıkamamış…
İstiklâl Marşının kabulü törenine ödünç palto ile giden ve para ödülünü kabul etmeyen Akif, yüksek bir feragat örneği gösterir. Tıpkı milletvekilliğini, maaşları, makamlar, yalıları kabul etmeyen Bediüzzaman gibi…
Mehmet Akif her ne kadar birinci mecliste bulunmuşsa da ikincisinde yoktur, Mısır’da sürgündür, Kur’ân’la meşgul olur; yirmi sekiz yıl kendi vatanında sürgün yaşayan Bediüzzaman da Kur’ân tefsiriyle…
Bugünler, o günlerin feragatiyle ayakta. Yarınlarda daha dik, daha yükseklerde olunmak isteniyorsa, feragat mirası ve mesleğinden ayrılmamakla olacaktır… Âsım’ın nesline, Bediüzzaman’ın nesl-i cedidine düşen vazife, yeryüzünde Kur’ânî bir medeniyet kurmak, doğuya batıya, kıt'alara örnek olacak bir İslâmî yaşantı sergilemek, yerin her yerini sulh-u umumiye çevirmektir… Yol belli, yaran da belli:
“Doğrudan doğruya Kur’ ân’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı”
24.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Hayatı okumakla "hayat bulmak" |
|
Kâinat her yönüyle mükemmel bir mekteptir. Bu mektebin birçok müştemilâtı bulunmakta, eğitim ve öğretimin yapılması için her türlü âlet ve edevât tedarik edilebilmektedir. Bu mükemmel mektepte öğrenilmesi gereken sayısız bilgiler yer almaktadır. Gözlerin görebileceği en güzel manzaralar, kulakların duyabileceği en güzel nağmeler, dillerin tadabileceği en lezzetli yiyecekler bu hayat mektebinin her tarafına serpiştirilmiştir.
Şuur ve akıl sahibi mahlûkların görmek arzu edeceği binbir türlü güzellikler kâinat mektebinin her tarafında, her köşesinde fazlasıyla bulunmaktadır. Burada öğrenci olduğunun şuurunda olan başta insanlar olarak bütün canlılar için bir laboratuvardır kâinat... Öğrenmekle bitmeyecek, görmekle tükenmeyecek, duymakla kesilmeyecek hareket ve davranışlar bir nehir suyunun akışı gibi akıcı bir şekilde faaliyetlerine devam etmektedirler.
Zaman bütün hızıyla sürüp gitmesine rağmen tazelenen varlıklar hayatta boşluk bırakmamaktadır. Güneşin enerjisi tükenmemekte, yıldızların hızları ve ışıkları azalmamakta, varlıkların askere alınış ve terhislerinde bir duraklama meydana gelmemektedir. En şuurlu varlık olan insanların bile sayısını bilmekten aciz olduğu bütün canlıların rızıkları en güzel bir şekilde verilmektedir.
Akıllara durgunluk veren hiçbir faaliyet başka bir faaliyete engel olmamaktadır. Canlılar ne donmakta, ne de pişmektedirler. Topraktan, canlıların, hususan insanların bitmek bilmeyen rızıkları temin edilmekte, suların canlılara hayat verişi faaliyetine ara verilmemektedir. Rüzgârların esişi, yağmurların yağışı, karların arzı beyaz kefene bürümesi, baharda yeşilliklerin yeryüzünü yeşil örtüyle örtmesi faaliyetleri bütün mükemmellikleriyle devam etmektedir.
Toprakların derinliklerinde, deryaların diplerinde, uzayın yüksekliklerinde hayat bütün yönüyle yaşanmaya devam etmektedir. Düşünmekle bitirilemeyecek bir nizam ve intizam hüküm sürmektedir yaratılış âleminde. Bütün bu enginlikler için akıllarımız düşünmeye dâvet edilmekte, idrakimiz çalıştırılmaya teşvik edilmektedir. Bütün bunları düşünmek ve bu yaratılış faaliyetlerine bir mânâ vermektir aslında hayatın asıl maksadı...
Ne var ki, düşünmek gibi bir nimetle bütün varlıklardan üstün yaratılan biz insanlar, düşünme melekesine hiç de lâyık olmayan hayallerle zamanlarımızı harcamaktayız çoğu zaman. Oysa yaratılışın sırrı, kâinat sarayının neden ve niçin yaratıldığını düşünmekte yatmaktadır.
Kâinatın kudretine sınır olmayan Sanatkârı bunca güzellikler ve mükemmellikleri boşu boşuna yaratmış olamaz. Şuur sahibi olanların sadece bir süre istifade edip arkasından yokluğa gitmesi için yaratılmamıştır bu muhteşem âlem. Bu şekilde düşünmek, verilen şuur ve akıldan hiç faydalanmamak demektir. Halbuki şuur ve akıl, bizlere büyük ve şaşırtacak bir gelecekten haber vermektedir.
Herkesten çok bu yaratılış hikmeti için, akıl ve şuurla bezenmiş insanların kafa yorması gerekmektedir elbette. Çünkü var olan her şeyin insan için yaratıldığı apaçık ortadadır. Her varlık, bu kâinat kitabının bir Kâtibinin olmaması düşüncesinin batıl olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir bu âlemde.
Yaratılan her şey Kâinatın Yüce Rabbinden haber vermektedir. Rahmetiyle bütün âlemleri dolduran Rabb-i Rahim’i tanımak için yaratılışın bütün safhalarını iyice gözden geçirmemiz gerekmektedir. Yaratılış âleminde parlayan yıldızlar hep imtihana tâbî tutulan insanlara gerçekleri anlatmışlardır.
İnsanlık âlemindeki bütün yıldızların en parlağı ve en sonuncusu Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın aydınlığından başka, dünyalarımızı aydınlatacak başka bir şeyin olmadığını daha anlayamamışsa insanlık, demek ki arayışların daha çok devam etmesi gerekir. Ebedî sürecek bir hayata kavuşabilmek için hayatın doğru okunması gerekir. Hayatın neden yaratıldığını, hayat sahiplerinin neden bu âleme gönderildiğini bulmadan ve bu okuma sürekli bir şekilde hayatta devam etmedikçe, “hayat bulmak” kolay olmayacaktır.
24.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bediüzzaman ve basın (2) |
|
Bediüzzaman’ın basına ilgisi, yalnız yurtiçindeki basınla sınırlı değil. Yurtdışındaki ve İslâm dünyasındaki gazetelerden İslâmî hizmetlere dair hizmet haberlerini ayrıca “lâhika mektupları”nın arasında neşreder.
Bu hususta bizzat rehber olur. Meselâ Mısır matbuatında Risâle-i Nur’un birçok Doğu ve Batı dillerine tercüme edildiğini, Avrupa, Amerika ve Afrika’da hüsn-ü teveccühe mazhar olduğunu, başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere birçok ülkede okunmasını eserlerinde iktibas eder. Nur Risâlelerinin Japonya ve Kore’de birçok okuyucularının bulunduğunu, Hindistan, Pakistan ve Endonezya’daki Müslümanların Risâle-i Nur’dan mahrum kalmadığını müjdeleyen yazı ve haberleri lâhikaya alır.
“Tarihçe-i Hayat” kitabının “Hâriç memleketler” bölümünde yayınlanan gazete ve dergilerdeki makale ve yorumları, “Risâle-i Nur’un dünya çapında muazzam bir boşluğu doldurmakta olduğunun emâre ve delilleri, bütün beşeriyetin Kur’ân'a ve dolayısıyla asrımızda onun mânevî i’câzını (mû'cizeliğini) ispat ve beyân eden Risâle-i Nur’a muhtaç oluşunun nişânesi” olarak yayınlar. (Tarihçe-i Hayat 613-615)
HİZMET HABERLERİNİN
LÂHİKALARA DERCİ…
Pakistan’ın en büyük mecmuası, -30 Nisan 1958 tarihli- “Student’s Voice”da İslâm Kongresi Reisi Zafer Afag Ansar’ın “İslâmın Büyük Rönesansı” başlıklı, “Siyonizm, Komünizm gibi İslâmiyete zıt dinsizlik cereyanlarına karşı mücadele eden, İslâmiyeti bütün Türk gençliğinin benimsemesine çalışan, Türkiye’yi her türlü tehlikeye karşı müdafaa eden, ırkî ve kavmî ayrılıkları bertaraf ederek, İslâm birliğini meydana getiren Risâle-i Nur”u ve “bütün gâyesi, İslâmiyeti bütün dünyaya yaymaktır” diye tavsif ettiği “muhterem ve muazzez müellifi”ni konu edinen makalesini eserlerine derceder.
Keza “Nur Talebeleriyle Arap memleketlerindeki İhvan-ı Müslimin arasındaki farkı” 7 madde ile izâh eden Bağdat’ta çıkan Eddifa gazetesi muharriri İsa Abdülkadir’in Arabî makalesini “Tarihçe-i Hayatı”nın sonuna ekler.
“Gayet ehemmiyetli bir hâdise” başlığıyla, “Pakistan’da çıkan ‘Essıdîk’ nâmındaki mühim bir mecmua elimize geçti. Baktık ki elli sahifelik o mecmuanın yarısına yakın kısmı Risâle-i Nur’un bazı makaleleridir” girişinin Risâle-i Nur mesajının efkâr-ı ammeye, özellikle devlet ve hükûmet mensuplarına, idarî ve adlî makamlara basın yoluyla iletilmesinin ehemmiyetinin bir diğer göstergesidir. (Emirdağ Lâhikası, 399)
Yine “Pakistan’da Risâle-i Nur’dan Gençlik Rehberi’nin İstanbul Mahkemesinde beraati münâsebetiyle Bağdat’tan gelen “Emced Zuhavi” imzalı “tebrik telgrafı”nın yayınlanması için Sebilürreşad Mecmuasına gönderilmesi, Bediüzzaman’ın imanî ve İslâmî hizmette basına verdiği öneminin açık bir alâmeti olmakta…
Ayrıca “İleri” gazetesinin 13 Nisan 1957 tarihli nüshasından alınan “Üstad Bediüzzaman’ın uğurlu elleriyle yeni bir camiin temeli atıldı” başlığıyla verilmesi bunun bir diğer örneğidir.
“Üstad Bediüzzaman Said Nursî 3. Eğitim Tümeni Camiine harç koydu” diye duyurulan ve “Üçüncü Eğitim Tümeni için yaptırılmasına karar verilen camiin temeli, tertip edilen muazzam bir merâsimle atılmış ve bu törene Isparta’da bulunan Risâle-i Nur Müellifi Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de dâvet olunmuşlardır. Büyük bir alâka ile karşılanan Üstad, törenden sonra uğurlu elleriyle temele ilk harcı koymuşlar ve duâlarda bulunmuşlardır” haber metninin aynen lâhikaya alınmasının da anlamı budur. (a.g.e., 429)
“EY GAZETE LİSÂNIYLA
KONFERANS VEREN MUHARRİR!”
Bediüzzaman, bu ülkede basın için temel ölçüleri ve olayları değerlendirme kriterlerini de belirler.
“İ’lem (bil ki) ey hitâbet-i umumiye sıfatıyla gazete lisânıyla konferans veren muharrir!” hitabıyla yaptığı çağrıda, gazetecilerin “şeâir-i İslâmiyeye (İslâmın esas ve âlâmetlerine) zıt ve muhalif olan herzelerle İslâmiyeti lekelendirmeye kat’iyen haklarının olmadığını” ihtar eder. Bu tür tezvirata karşı, “Seni kim tevkil etmiştir? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin nâmına, ümmetin hesabına, İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşir ve ilân ediyorsun?” diye sakındırır.
Devamında “Dalâletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir” ikazıyla milletin kabul etmediği birşeyin gazeteyle ilânının milleti dalâlete dâvet ve bütün Müslümanların hukukuna tecâvüz” olduğunu bildirir.
“Bir adamın hukukuna tecâvüze cevâz-ı kanunî (yasal izin) olmadığı halde, koca bir milletin, belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecâvüz ediyorsun? Ağzını kapat!” diye uyarır. (Mesnevî-i Nuriye, 76.)
24.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|