"Gerçekten" haber verir 02 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Raşit YÜCEL

Hayatını iman ve Kur'ân hizmetine adayan fedakâr bir adam



Bir bahar günü idi.

Tarih 1971.

Gün ise iki nisan.

Kamuoyunun az tanıdığı, Nur camiasının yakından tanıdığı ve sevdiği bir isimdi o.

Zübeyir Gündüzalp.

O gün hayata ve canı gibi sevdiği Nur Talebelerine veda etmişti.

Vefatı ne medyada, ne de radyo ve televizyonlarda duyuldu.

Fakat o gün İstanbul mahşerî bir kalabalığa sahne olmuştu.

Fatih Camii’nin avlusu lebâlep dolmuştu.

Dışardan bu kalabalığı görenler merakla soruyorlardı.

“Vefat eden bu zat kim?”

O bir Anadolu insanı idi.

Eskilerin alpereni.

Mevlânâ Celâleddin-i Rumi’nin dâvâsını asırlara taşıyan Hüsameddin Çelebi gibi idi.

Çağımızın mevlânâsı Bediüzzaman Said Nursî Hazretlernin en yakın talebesi idi.

Hayatını iman ve Kur’ân hizmetine adadı.

Uzun yıllar Bediüzzaman’ın hemen yanında idi.

“Zübeyir’imi kâinata değişmem” diyordu Üstad.

Üstadında fani olmuş, hayatını ona, iman dâvâsına adamıştı.

Afyon Mahkemesi’ndeki müdafaası bir şaheserdir.

Her bir gence hayat parolasıdır adeta.

Yıllarca onu tanıyanların dilinden hep onu dinledik. Merhum Tahirî Mutlu ağabey:

“O bizim kumandanımız” diyordu.

Uzun yıllar kendisinden istifade ettiğim “Baba Sadık” lâkabı ile anılan merhum Sadık Büyükkaragöz Ağabeyim, Zübeyir Ağabey ile beraber kalmış, mahkemede birlikte müdafaalarda bulunmuştu. Bir çok hatırayı ondan dinlemiştim. Mukaddes iman ve Kur’ân hizmetinin adeta istikbaldeki seyir çizgisini çizmişti.

Onun yetiştirdiği bir avuç insan da Üstadın adını ve dâvâsını dünyaya duyurdular.

Bediüzzaman’ın “Şu Akdamar adasında, bana elli insan verseler, ben onlarla bütün dünyaya İslâmiyeti yayarım” dediği insanlardan biri Zübeyir Gündüzalp.

Bediüzzaman Hazretleri ancak hayatının son anlarında kısmen hürriyetine kavuşmuş ve bir elin parmakları kadar talebeyi hususi yetiştirmiştir.

“Zübeyir bana merhum biraderzadem Abdurrahman yerine ve Ceylan merhum biraderzadem Fuat bedeline verilmiş diye mânevî ihtar aldım.” (Şuâlar, s. 458 )

Mekânı Cennet olsun, ruhu şâd olsun.

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Tükenmez hazineyi elde etme yolunda



Çok hareketli, yerinde duramayan, aktif bir çocuktu. Anlatılan menkıbeleri sadece anlatmakla yetinmeyen, yaşayıp öyle anlatan dedesi Hurşid Çavuş’tan iyi bir eğitim aldı. Helâli haramı öğrendi. Kazanılan herşey mutlaka helâl olmalıydı. Onun için de ömrü boyunca bir lokma olsun haram lokma geçmemişti ağzından.

Mahmud Nedim Hocadan da Kur’ân dersi aldı. Sünneti, ahlâkı, âdâbı öğrendi.

Keskin bir feraset ve basirete sahipti. İleri görüşlüydü. Baskıyı kaldırmaz, zorbalığa tahammül etmezdi.

Mükemmeliyetçiydi de. Her şeyin en iyi, en mükemmel yaratıldığı kâinatta en iyiyi, en güzeli aramak gerekmez miydi?

Müthiş bir ticarî zekâya sahipti. Sayılı zenginlerden olabilirdi. O günkü anlayışıyla, “Türkiye’nin en zengini olmalı ve en güzel kızıyla da evlenmeliyim” diyordu.

1943’lü yılllar… Bir taraftan Konya PTT’sinde çalışırken, boş vakitlerinde arttırdığı paralarla ticaret yapıyor, kısa zamanda altı tane ticarî ortaklık kuruyordu. “Yürü kulum” demişti bir kere Allah. Bu gidişle emeline ulaşması hiç de imkânsız değildi.

En göze çarpan özelliği ise okumayı sevmesiydi. Kitap âşığıydı. Evini dolduran binlerce kitap en sadık dostlarıydı. Nice hikâye, roman, edebî, felsefî, psikoljik, klasik eserleri okumuştu. Bir kısmını üniversite talebeleri bile anlamakta zorlanırdı.

Dindardı da. Sabah namazlarını bile Konya’nın Piri Mehmet Paşa Camii’nde kılardı. Cami arkadaşı Konya lisesi öğrencisi Rıfat Filizer, “Kendimi büyük bir bahtiyarlık, büyük bir saadet ve nimet içinde buldum” dediği Risâle-i Nur adındaki eserlerle tanıştıktan sonra bu harika eserleri kendisine de tanıtmak istemiş, fakat o, “Önümde 300 tane kitap var, onları okuyayım. Sonra Risâle-i Nur’u da okurum” demişti. Rıfat da azimliydi, bırakmadı peşini, tam altı ay bu eserlerden okudu, anlattı ve Küçük Sözler’le, Gençlik Rehberi’ni verdi.

İşte onun iç dünyasında inkılaplar yapan eserler bunlardı. Artık ticareti, ortaklıkları bitirecek, evliliği aklından silecek, Nurların karasevdalısı olacak, “İmanı kurtarmak, Kur’ân’a ve Nur’a hizmet gibi mukaddes ve asil bir dâvâ uğrunda hayatımı fedadan çekinmeyeceğim”1 deme noktasına gelecekti. 38 sene önce 2 Nisan 1971’de Hakkın rahmetine kavuşan bu iman ve Kur’ân fedâîsi Zübeyir Gündüzalp’tan başkası değildi. Ruh, kalp ve aklında inkılap yapan bu eserleri okuduğunda neler hissetmişti merhum Zübeyir Gündüzalp? Bunun üzerinde de inşaallah bir sonraki makalemizde duralım.

Dipnotlar:

1- Altın Prensipler, s. 27.

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Toplumun menfaati kişisel menfaatlerin üstündedir



İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Kamu kuruluşunda çalışan bir doktorum. Hastahanede yaptığımız ameliyatların yanı sıra dışarıda da ameliyatlarımız oluyor. Dışarıda yapılan ameliyatlarımızda bazen hastahanede artmış (hastahanenin almış olduğu bu malzemelerden ameliyatlardan sonra artmış olanlar oluyor) ya da kullanılmış malzemeleri tekrar sterilize ederek kullanıyoruz. Bu ameliyatlarımızı genellikle hastahaneden daha ucuz ve ekonomisi düşük ve sosyal güvencesi olmayan hastalara yapmaktayız. Hastahaneden aldığımız bu malzemeler için dinî bir vebâle giriyor muyuz? Ya da ne yapabiliriz?”

Sağlık hizmeti veriyorsunuz. Şâfî ism-i şerifinin tecellîsi için fiilî duâ yapıyorsunuz. Mesleğiniz Peygamberlerin sünnetidir. Pîrleriniz Hazret-i Lokman Hekim (as) ve Hazret-i Îsâ’dır (as). Onlar da Allah’ın izniyle hastaları iyileştirdiler, Allah’ın Şâfî ismine ayna oldular.

İnsanların dertlerine ve imdâdına Şâfî isminin yetişmesini sağlamak için yaptığınız fiilî duâlar birer ibadet hükmündedir. İster çalıştığınız kamu kuruluşunda, ister dışarıda özel muayenehanenizde olsun, fark etmez, verdiğiniz sağlık hizmeti sizin için fiilî ibadet hüviyeti taşır. Fakat işimizi ve mesleğimizi İslâmiyet’in ön gördüğü ahlâk prensipleri ile donatmak zorundayız. Bu prensipler, uyulduğu takdirde insanlık yapmayı da, başarıyı da, kaliteyi de, verimli hizmeti de, bereketi de, bol kazancı da, insanlarca sevilmeyi ve kabul görmeyi de, Allah’ın rızasını kazanmayı da beraberinde getirirler.

Bu prensiplerden bir kısmı şöyledir:

1-Doğruluk ve dürüstlük,

2-Tutumlu olmak,

3-İsraf etmemek,

4-Ucuz ve kaliteli hizmet,

5-Hiç kimseyi fakir de olsa, yoksul da olsa hizmetin dışında bırakmamak.

Nitekim Hipokrat yemini de bu esasları âmirdir.

Şimdi, bizim de sormamız gereken sorular var: Çalıştığınız kamu kuruluşunda; kullanılan, fakat sterilize edilip yeniden kullanılabilecek malzemeler atılıyor mu? Ameliyattan artan malzemeler steril şartlarda korunup diğer bir ameliyatta kullanılmıyor mu?

Sorunuza dayalı olarak şunlar söylenebilir:

1-Kamu kuruluşlarının bütün demirbaşları ve malzemeleri kamu malıdır. Yani milletin malıdır.

2-İdârecisinden personeline kamu kuruluşlarında çalışanlar, milletin malını ve malzemelerini en verimli ve en tasarruflu biçimde kullanmakla yükümlüdürler. Hiç kimse bu mallar ve malzemelerin atılmasına, israf edilmesine, elverişsiz ortamlarda bozulmasına, yok edilmesine göz yumamaz, buna müsâmaha gösteremez. Toplumun menfaatleri, kişisel menfaatlerin önündedir.

3-Eğer kullanılmamış artık ve kullanılmış fakat sterilize edilerek kullanılabilecek malzemelerle steril ortamlarda daha ucuz hizmet verme imkânı doğuyorsa; bunun yine söz konusu kamu kuruluşunda (hastanede) yapılması, bu konuda yetkililer ile görüşülmesi ve var olan engellerin aşılmasına yardımcı olunması daha efdal bir adım olur. Meselâ hastane bünyesinde böyle malzemelerle ayrı bir ünite oluşturulup, fakir, yoksul, muhtaç ve kimsesiz hastaların bu üniteden faydalandırılması sağlanabilir.

4-Aynı ucuz veya ücretsiz hizmeti, aynı malzemelerle sizin dışarıda vermeniz de mümkün. Fakat bundan maddî menfaat sağlamanız doğru olmaz. Ancak hastanece kullanılmayan bu malzemeleri kamunun sadakası sayıp; siz de kendinize düşen el emeğini sadaka niyetine sarf ederek, ücretsiz hizmet verebilirsiniz.

Bu konuda da yetkilileri bilgilendirmenizde, yetkililerle istişare etmenizde ve belirli bir yasal konsesüs sağlamanızda fayda var.

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyaset durulmuyor



Seçimler bitti, ancak siyasetteki kavga ve çekişmeler bütün hızıyla devam ediyor. Bu sarsıntılı çalkantılar, bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.

İşin garibi, yaşanan çekişme sadece siyasî partiler arasında değil, partilerin kendi iç bünyelerinde de şiddetli sancılar yaşanıyor. İktidar partisi AKP'nin ciddî bir erozyona uğramasının yan etkilerine herkesin hazırlıklı olması gerekiyor.

Parti içinde mevcut dengeleri sarsacak ölçüde bir kabine değişikliğine gidilmesi an meselesi.

Bir iktidarın oy kaybı sebebiyle kabinede revizyona gitmesi, daha ziyade kurban vermek, yahut cezalandırmak anlamına geliyor ki, bunun da bünyedeki rahatsızlıkları giderdiğine henüz şahit olunmuş değil. Sadece muvakkat bir sükûnet sağlar, o kadar.

Öte yandan, mevcut iktidarın Demokratların yerine ikame edilmesi, yahut onların devamı mahiyetinde gösterilmesi, büyük hata olur.

Zira, ne bu iktidarın öyle bir iddiası var, ne de tarihte Demokratların böylesi bir perişaniyetine şahit olunmuş.

Evet, Demokratlar, tek başına iktidar oldukları hiçbir seçim devresinde CHP karşısında yüzde 40'ın altına düşecek ölçüde bir erime hali yaşamamışlardır.

Daha evvelki "mağduriyet edebiyatı"yla hiç de hak etmediği bir oy yüzdesine ulaşan iktidar partisi, bu kez "Davos ve Hamas hamaseti"nin tetiklemiş olduğu duygusallıklara rağmen, yüzde sekizlik bir oy kaybına uğramaktan yine de kurtulamadı.

Maddî sıkıntının had safhaya, işsizliğin ise azgınlık raddesine çıktığı ve bu dertlere devâ olacak hiçbir çarenin ortaya konulamadığı bir şu vasatta, başgösteren erime trendinin daha da ivme kazanarak devam edeceği anlaşılıyor.

Dolayısıyla, geçmişte yaşananların aksine, 29 Mart seçimleri sükûneti değil, çok yönlü bir çalkantıyı tetiklemiş görünüyor. Hem partiler arasında, hem de partilerin kendi iç bünyelerinde...

Ana muhalefetteki CHP, kısmî oy artışına rağmen, en az iktidar partisi kadar sancılı durumda. Zira, onlar çok daha büyük bir beklenti içindeydiler. Ancak, görüldüğü kadarıyla başarının da, partinin ve liderinin değil, belediye başkanı adaylarının olduğu anlaşılıyor.

İktidar partisinden ümidini kesmiş vatandaşların bir kısmı MHP'ye yönelirken, bir diğer kısmı eski partileri SP'ye geri döndü. DP ve ANAP ise, bu seçimde adeta ölüm–kalım savaşı verdiler. Medya (kartel olsun, yandaş olsun), bütünüyle onları yok saydı. Diğer partiler ve anket şirketleri de hakeza...

Neticede, 2007 Temmuz'una kadar da Meclis'te grubu bulunan ANAP yüzde birin de altına düşerek, bir bakıma öldü, gitti.

DP ise, hayatta ve ayakta kalmaya devam edeceğini gösterdi. Yani, bu parti, hem içerden, hem dışardan kundaklanmak sûretiyle öldürmek istendi; ancak, buna yine de muvaffak olunamadı.

Her türlü menfî sebep ve maniaya rağmen ölmeyen ve öldürülemeyen bir siyasî parti, artık yaşıyor ve yaşayacak demektir.

Lider ve lider kadrosunun sıklıkla değişmesine mâruz kalmasına rağmen, yine de tükenmeyen ve tüketilemeyen bir siyasî hareket, demek ki tükenmeyen bir mânevî kuvvete istinat ediyor ki, hâlâ hayatta ve ayakta durabiliyor.

Demokratlar için, 29 Mart'tan daha zor ve daha ağır geçen bir seçim dönemi olmamış, bundan sonra olacağına da ihtimal veremiyoruz.

Siyasetin durulması, önündeki düğümlerin çözülmesi ve fıtrî seyrine girmesi, ancak gerçek Demokratların siyasî denkleme dahil olmasıyla mümkün görünüyor.

Tarihin yorumu 2 Nisan 1453

Fetihten önceki son kuşatma

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un fethi ile neticelenecek olan son kuşatma harekâtını 2 Nisan günü başlattı.

Bu tarihten önce, Bizans İstanbul'u tam 28 kere kuşatmaya maruz kaldı. MÖ 320'li yıllarda başlayan bu kuşatma hareketleri, birbirinden farklı devletler ve milletler tarafından yapıldı. Ancak, bunlardan hiçbiri fetih başarısını gösteremedi.

Tarih içinde çeşitli İslâm devletleri tarafından da kuşatılan İstanbul, özellikle Emevi ve Abbasiler döneminde büyük çapta düşme tehlikesi geçirdi.

Emeviler'in 722'de gerçekleştirmiş olduğu 3. kuşatma esnasında Galata Limanı ile bugünkü Perşembe Pazarı mıntıkası ele geçirildi ve aynı yerte halen ayakta olan Arap Camii inşa ettirildi. Ebâ Eyyüb–i Ensarî'nin şehadeti ise, daha evvelki kuşatma esnasında vuku bulmuştu.

Abbasilerin 970 tarihindeki kuşatmadan sonra, Bizans İstanbul'u önemli ölçde haraca bağlanarak tesir altına alındı, ancak yine de fethedilemedi.

Sultan Fatih'ten önce Osmanlılar tarafından da üç–dört kez kuşatılan İstanbul, Avrupa'daki Haçlı kuvvetlerinin imdada yetişmeleri sebebiyle yine fethedilemedi.

Fatih Sultan Mehmet ise, müthiş bir hazırlık ve planlama neticesinde 2 Nisan (1453) günü başlatmış olduğu kuşatma harekâtını 29 Mayıs'ta tamamlayarak, Hz. Muhammedin (asm) müjdesine mazhar oldu.

Bu son kuşatma harekâtı, şayet iki aydan fazla sürmüş olsaydı, fetih yine riske girmiş olacaktı. Zira, büyük Haçlı donması İstanbul'a doğru harekete geçmiş, gerek Karadeniz ve gerekse Ege Denizi tarafından gelerek imdada yetişmek üzereydi.

Kuşatmanın uzaması halinde, bu kez iki ayrı cephe daha açılacak ve büyük ihtimalle fetih de geri kalacak, belki bir başka tarihe tehir olacaktı.

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bir sadakat zirvesi: Zübeyir Gündüzalp



Bediüzzaman’ın hizmetkârlarından Zübeyir Gündüzalp, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebine sadakatte öne çıkmış—diğer hizmetkârların da şehadetiyle—mümtaz bir şahsiyettir. Bu özelliğinden dolayıdır ki, Bediüzzaman ona “Nurun sadık kahramanı ve kumandanı” ünvanını vermiştir.

Bediüzzaman’ı ilk ziyaretinde olmadık meşakkatler çeker. Huzuruna girer girmez de Bediüzzaman’dan “Kardeşim, mesleğimiz meşakkattir; meşakkat alâmet-i makbuliyettir” dersini alır. Üstadı, onun çok yönlü olduğunu keşfederek sır kâtibi, sırdaş olarak yanına alır. Hizmet metotlarını sindire sindire ona belletir. Hatta, hizmet stratejisini, siyasî ve içtimâî meseleler ile basını takip vazifesini de ona yükler.1 Zaten, içtimâî ve siyâsî meseleleri bir araya getirip tanzim ettiği “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” isimli eserini kaleme alması da bunu apaçık gösteriyor.

1953’ten sonra bir gölge gibi Bediüzzaman’ı takip eden Gündüzalp, Üstadıyla birlikte olabilmek için kendisini İsmet İnönü’ye ihbar edip hapse attırır. Hapse girdiği için şükür secdesi yapar ve günü gelmeden salıverildiği için, henüz vaktin gelmediğini bildirerek hapiste kalır.

Bediüzzaman, ziyaretine gelenlere onun fedakârlığını anlatıyor; sadakati, feraseti, Isparta sistemini takip etmesi ve birçok kabiliyetleri için sık sık istişare ediyor ve “Ben Zübeyir’i kâinata değişmem!” diyordu.

Sadakati o derecede idi ki, en küçük bir zikir kelimesinin sözlü olarak bile ilâvesine müsaade etmezdi. Meselâ, tesbihata, “İlâhî, salli ve sellim...” şeklinde ilâve yapanlara kitapçığı açar, “Bak kardeşim, ‘İlâhî’ kelimesi metinde yoktur, burada nasıl ise aynen öyle oku!” derdi. Her meselede kaynağını göstererek ikaz ederdi. Bu hassasiyeti Üstadı’nın şu ölçüsünden aldığı muhakkaktı:

“Hadis ve Kur’ân’da dahi ziyade veya noksan etmek memnudur (yasaktır). Fakat ziyade etmek, nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için, daha zararlıdır. Noksana cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, ilimle olur. Âlim olan mâzur değildir. Kezâlik, dinden birşeyi fasl veya olmayanı vasl etmek, ikisi de caiz değildir. Belki hikâyâtın bakırları ve İsrailiyâtın müzahrafatı ve teşbihâtın mümevvehâtı elmas-ı akidede, cevher-i şeriatta, dürer-i ahkâmda idhal etmek, kıymetini daha ziyade tenzil ve müteharrî-i hakikat olan müşterisini daha ziyade tenfir ve pişman eder.”2 “İhsân-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir.”3

Gündüzalp, sadakat ve sıddıkıyette öyle hassasiyet gösterir ki, bütün derdi, ızdırabı Kur’ân ve Sünnet’in bu zamanda en muhteşem tefsiri olan Risâle-i Nur idi. Onun uğrunda her zorluğa, her fedakârlığa katlanırdı. Ve asla prensiplerinden taviz vermezdi, verdirmezdi. Risâle-i Nur hakikatlerinden taviz vermekten kendisini bile sakındırırdı. Bu öylesine bir sadakat idi ki, Dr. Mehmet Akay’a, “Eğer benim aklım bozulsa ve sana ‘Risâle-i Nur’dan vaz geç’ desem beni dinleme! Mes’ul olursun. Ben dâvânın hak ve hakkâniyetine gölge düşürecek hâl ve hareketlerde bulunursam, bana bir iğne yapın, ahirete gönderin, size hakkımı helâl ediyorum!”4 diyordu. Bununla, gerçek rehberin Risâle-i Nur olduğunu, şahsiyetçiliğe yer olmadığını bizzat kendisinden örnek vererek anlatıyordu. Bir mesele halledilmek istendiğinde, “Kardeşim, sadırdan olmasın, satırdan olsun!” diyerek “Risâle-i Nur’da yeri varsa göster, yoksa ‘Kanaat-i âcizanem’ dedin mi, bu olmaz! Sizin yaptığınız bir şey, Üstad’da varsa kabul ederim. Her meselenizde delil getirmelisiniz!” diyerek oradan delil getirirdi.

Ve kendisi dahil şahıslara bağlanmayı asla tasvip etmezdi. Hatta bunu ferasetiyle keşfeder ve gerekli ikazları yapardı. “Bir kardeşimiz, Zübeyir ağabeyin ayrılık fitnelerine karşı verdiği mücadele ve aldığı sonuç için kalbinden, ‘Allah Allah, fesübhanellah! Bir beşer ancak bu kadar muvaffak olur!’ diye geçirerek ona karşı bir merbutiyet, bir bağlılık hisseder. Hemen ona sesini yükselterek: ‘Kardeşim böylesi zayıftır. Üstadımız bizi doğrudan doğruya Allah’a, doğrudan doğruya Resûlullah’a, doğrudan doğruya Kur’ân’a raptetmiştir’ der.”5

Dipnotlar:

1- İbrahim Kaygusuz, Nurun Sadık Kahramanı/Zübeyir Gündüzalp, s. s. 142-143. 2- Muhakemat (eski), s. 46.; 3- Hutbe-i Şamiye, s. 127. 4- İbrahim Kaygusuz, Nurun Sadık Kahramanı/Zübeyir Gündüzalp, s. 314. 5- A.g.e., s. 360.

02.04.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Mehmet KAPLAN

Balta ile öldürülen hakemler ve Ergenekon meselesi



Bulgaristan’da, Türkoloji Bölümünde dersteyim. Sofya Üniversitesinde… Misafir öğretim üyesi olarak;

Türk Edebiyatında Çocuk Saymacaları.

Karagöz ile Hacivat’ı anlatıyorum...

Bulgar gençler ise:

Bu derste de bir fırsatını bularak:

Ülkemize, bize, özellikle de dünyanın başkenti olarak gördükleri İstanbul’a olan hayranlıklarını ballandıra ballandıra o bozuk Türkçeleri ile anlatmaya çalışıyorlar.

Uzunca süren bir blok dersten hep beraber teneffüse çıkıyoruz. Millî edebiyatımızı yabancı gençlere anlattığımdan da olabilir kendimi çok mutlu hissediyorum.

Ama bu mutluluğum teneffüse çıktığım anda tuz-buz oluyor!

***

Türkiye’den kara haber var.

Bölüm başkan yardımcısı:

“Eli baltalı bir katil bir hakeminizi öldürmüş, bir çoğu da yaralı” diyor.

Donup kalıyorum.

Gücüm üzülüyor…

Az önceki övüncüm tuhaf bir hüznedönüşüyor.

Derby maçlarından biri vardı o günlerde.

Fanatik bir taraftarın vahşetidir diye düşünüyorum.

Hızla bilgisayarın başına geçtiğimi hatırlıyorum!

Okuduğum haberin tuhaflığı beni daha da allak-bullak ediyor.

Alpaslan Arslan isimli bir avukat Danıştay’a girerek üyelere saldırmış.

Güyâ:

Tekbirler de getirerek(!)

Emin Çölaşan’ın hanımı öyle diyor, gözleri ile görmüş diye geçiyordu haber kaynakları!

Öldürülenin “hakem” değil “hakim” olduğunu öğrenmenin gudubet yanı; memleketimin yeniden karışması, dışarıda insana daha bir farklı dokunurmuş…

***

Şeytan taşlamaktan Kâbe’yi ziyârete fırsatı olamadı bu memleketin.

Her neye elini atarsa kurutan şom ve uğursuz kitleler yine iş başındaydı!

Bir avuç çetenin, kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaktan çekinmediği 70 milyonluk devâsa bir ülke yine kan-revân içindeydi.

O gün:

Aklım, bir türlü almıyordu.

Elini kolunu sallayarak..

Silahlı bir adam…

Nasıl olurdu da; Danıştay’ı, köy düğününü basan gözü dönmüş gençler gibi basabilirdi.

***

Birçokları gibi biz de çok safmışız meğer…

Meğer, daha ne dolaplar dönmüş bu memlekette!

Ancak:

Tek tesellimiz yok!

Çok ümidimiz var.

En azından dokunulmaz zannedilenlere dokunabilen bir polis gücümüz ve bir adalet anlayışımız var.

Dağı delerek yol bulan bir geçmişin tekrarını yaşadığımızdan hiç şüpheniz olmasın.

Karanlıklarla çevrilişimizi simgeleyen bir Ergenekon’dan başka bir şey değil bu!

Bu sebeplerle;

Hepimiz dik ve temiz kalmaya mecburuz:

Bürokrat, asker-sivil; basın, halk!

Hepimiz…

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




Saadet BAYRİ

“Uzaklık” neyi anlatıyordu?



“Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için /gidecek yer ne kadar uzak olabilir? Başım açık, saçlarımı ikiye /ortadan ayırdım /kimin ülkesinden geçsem /şakaklarımda dövmeler beni ele verecek /cesur ve onurlu diyecekler /hâlbuki suskun ve kederliyim “ (İsmet Özel – mataramda tuzlu su)

Ve uzar gider her şey.

Yolculuğa çıkınca uzak kavramı gelir aklıma. Ayrıldığım yerle varacağım yerin arasında ki mesafeyi hesaplamadan, damlar içime bu fikir. O kadar ki; yan yana duran evler bile uzaklığı çağrıştırır, çok yakın ama bir o kadar mesafelidirler birbirlerine.

Bir yerden ayrılınca, bir daha görememe korkusu düşer zihnime. Bu sebeple her vedada, dikkatlice bakarım sevdiklerimin yüzüne.

Onlar anlamaz bu dikkatimin sebebini ama ben her vedâma bir daha görememe hüznünü de eklerim.

Ondandır el sallayışlarımın ardından, gözlerimin nemlenmesi.

“Yarına senedimiz yok” diyenler, iki saniyesini garantileyip mi söyler bu sözü? Bilinmez. Ancak bir andan, diğer ana geçmeye senet yokken, her giden bir daha dönmeyebilir diye, iki kere sarılırım vedalarımda.

Çocukların diline düşer bazen uzaklık.

Onların o masum gözlerinin içine, “taaa” sözcüğü sıkışır ve gitmek çok küçükken gelip yerleşir yüreklerine. Her gün anneyi görüp, babasını akşamları gören bir çocuğa akşam, hayatının en uzağı olur belki de.

***

Uzaklık artık sadece içimizde…

Bundan on- on beş yıl uzak denildiğin de çok şey sığsa da bu kelimenin içine, şimdilerde “Uzak diye bir şey yok” diye devam ediyor cümlelerimiz.

İnternetin hayatımıza girdiği, hemen hemen her evde en baş sırayı aldığı şu çağda, telefonların fatura hesabı olmadığı şu devirde, uzak kelimesi çıkmış artık hafızamızdan.

Ve içimize girmiş uzaklık, hiç fark etmeden.

Mesafeleri aşmış gibi görünsek de, insanın en büyük gurbeti kendinedir kimi zaman. Birçok işin için de koşuştururken, zamanı yakalamak için uğraşırken, teknoloji, yenilik derken kendinden bîhaberliğinin bile farkında olamamak olsa gerek, şimdilerde ki “uzak” kelimesinin tanımı.

Başkalarının hayatını yaşamaktan, hangi hayatı yaşayacağını unutanlar ve neden sonra bir olay veya kişiyle “Ben nerede kaybolmuştum.” Telaşıyla kendini aramaya koyulup, daha çok kaybolmalar; mesafenin değil mesafesizliğin tuzağına düşerler farkında olmadan. Kişisel gelişim kitaplarının, ekmek gibi satıldığı, hemen hemen tüm gençlerin kısa yoldan hayatı nasıl yakalarım derdiyle meşgul olduğu bu günlerde…

Durup biraz düşünmekte fayda var.

Neredeyim, kime yakın, kimden uzağım.

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Düşen helikopterin yükselen yolcuları



Haftalardır Türkiye gündemini kilitleyen bir seçim daha nihayet geride kaldı. Kazasız belâsız diyemiyoruz. Ama neredeyse beklenir hale gelen daha büyük felâketlerden manen korunduğumuzu söylememiz de kuru bir iddia olmaz herhalde. Şirazesinden çıkmış, zemini kaymış, üslûbu kirlenmiş, koltuk kavgasına dönüşmüş ve oy kaygısına bina edilmiş bir siyaset anaforu, büyük felâketlerin sinyallerini veriyordu ki, Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekileri taşıyan helikopterin düştüğü haberiyle sarsıldık. Keş dağından bir ses yankılandı:

"Ey siyaset! Titre ve kendine dön!“

Zaten o düşüşte, melekülmevtin emin kucağına hemen düşmeyenler, iki hayat ortasında bir süre daha titrediler, titrediler ve nihayet donan bedenlerini bırakarak yükselişe geçtiler. Muhabir İsmail Güneş gibi... Bir de onun, 112 ile irtibatında, “ıhlıyor” dediği “Erhan Abi”si gibi..

Sonra anlaşıldı ki, “ıhlayan” sadece Erhan Abi değilmiş. Türkiye’nin 112’si, bu servisin uzman ekipleri ve teknik donanımı da ıhlayanlar arasındaymış ki, cep telefonunun kapsama alanı dışında olmayan bir yerin tesbitinden âciz kalınmış. Geçmişe kader nazarıyla bakmak imanımızın gereğidir. Kimseyi suçlamak istemiyoruz. Sadece geleceğe dönük tecrübe ve donanıma ziyadesiyle ihtiyaç olduğu kesindir. Bu hadiseden sonra 112’nin dünya çapında ard arda en az 112 kurs ve seminere katılması kaçınılmazdır. Her neyse, zaten düşen helikopterden yükselen yolcular, Türkiye’ye ve dünyaya unutulmaz dersler vererek, lâyık oldukları mertebelere kavuştular. Onlar uhrevî ve manevî mertebelere eriştikleri için, kendilerini burada dünyevî ünvanlarıyla anmıyorum.

Seçim oldu. Kimileri yeni ünvanlar, yeni makamlar kazandılar. Kimileri de aynı makama dördüncü, beşinci kez seçilmeleriyle övündüler. Gerinerek koltuklarına yaslandılar. Muhtarlık koltuğu için kavga oldu, kan döküldü, katl cürmü işlendi.

Ve düşen helikopterin yolcuları da seçildiler. Başkaları değil, onlar seçildiler. İlâhî ve mukaddes programa bakınız ki, muhabirlik vazifesini son defa yapsın diye sadece muhabire biraz daha fazla mühlet verildi. Güneş gibi sıcak ve titreyen sesiyle, karlar ve buzlar ortasından dünyaya muhabirlik yaptı. Meslek aşkı, son nefeslerinde de ondan esirgenmedi. Ama dünya ona el uzatamadı. Yardımını ona yar edemedi. Dünyada yolunu gözleyenlere dönebilmek ve donmamak için merhumların ceketlerini üst üste giyinen, helikopter koltuğunu kızak yaparak dağdan aşağıya kayan; karda, karanlıkta, siste, soğukta yapayalnız bir can düşünün.. Kendinizi onun yerine koyun. Hâlâ makam, koltuk, para, şöhret mi dersiniz; yoksa, "Allah!“ nidalarıyla dağı ve dünyayı mı titretirsiniz? Ve şimdi şöyle bir düşünelim. Hayat dediğimiz; merhum Güneş’in, dünyalılardan medet isteyen son çırpınışları mıdır, yoksa bu çırpınışlarından bir an önce kurtulup sonsuzluğa kanat açan yol arkadaşlarına yetişmesi midir?

Demek ki, asıl olan İlâhî programdır ki, çekirdeğin ağaç olması, tohumların neşvünema bulması, yavruların ana rahmine düşmesi sessizliğinde bütün âlemleri kuşatarak devam ediyor. Bazen de böyle, gafletimiz had safhaya varınca, bir musibetin tahrikiyle, o İlâhî program mukaddes parmaklarını sağır tabiatın, azgın nefsin, dinsiz felsefenin ve kör maddenin gözlerine uzatıyor.

***

Merhum Yazıcıoğlu, denilebilir ki, hayatı boyunca anlatamadıklarını ömrünün son haftasında anlattı. Şanlı ve ünvanlı ölümüyle anlattı. Siyaset meydanında siyasetçilere nasihat etti: "Bir saniyesine bile hakim olamadığınız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur" dedi. Vasiyetini yaptı, vedalaştı, helâlleşti. Ve sonra, dünya gözüyle bakılırsa çok hazin, iman gözüyle bakılırsa, herkese nasip olmayan bir son. Hayat bahşeden bir ölüm. Donduran, üşüten, kemikleri sızlatan, ama sımsıcak mesajlar neşreden bir son. Dünyanın zirve bir noktasından, helikopter fırıldağını parçalar halinde dünyalılara ve fırıldakçılara fırlatarak, sonsuzluğa kanat çırpan bir son.. "Durun kapanmayın pencerelerim, güneşimi kapatmayın. Ey sonsuzluğun Sahibi, Sana ulaşmak istiyorum" sözleriyle özetlenen bir son.. Ve siyaset sahnesini Taceddin Dergâhına dönüştüren bir son.

Not: 2004 Temmuz’unda Avusturya’dan Van’a giderken, Kayseri girişinde dinlenme tesislerinin çay bahçesinde dinlenirken, bir grup arkadaşıyla gelip yakınımıza oturduklarında, ben ona “Nasılsınız Muhsin Bey?” diye sormuş, mutad cevabı almıştım. Ama asıl cevabımı şimdi almış bulunuyorum. Onun ve diğer kazazedelerin mekânları Cennet olsun. Milletimizin başı sağ olsun. M.Y.

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




İbrahim KAYGUSUZ

Etnisite



Dost ve düşman algımızı müspet ve menfi anlamda şekillendiren birçok etken var. Din, coğrafya, ideoloji ve milliyetçilik bunlardan bir kısmıdır. Din ve coğrafya kucaklayıcı ve birleştirici bir misyon yüklenirken, menfi milliyet ve ideoloji tersine bir işlev görür.

Bu bağlamda etnisite ve yerel kimlikler üzerine üretilen teoriler ve uygulanan siyasetler insanlığı her zaman çıkmazlara sürükledi.

Ahtapot gibi her tarafa kollarını uzatan menfi milliyetçilik yüzyıllardır insanlığı perişan ediyor.

Önceki hafta TÜBİTAK dergisinin kapağı ile ilgili yapılan tartışmayı hepimiz hatırlıyoruz. Tartışmanın kahramanı Darwin!

Darwin’in resminin kapaktan çıkarıldığı veya çıkarılmadığı tartışmasına girmeyeceğim.

Ben menfi milliyetçilik ile Darwin arasında bir bağ kuracağım. Darwin’in temel argümanı biyolojik evrim teorisi (kanun değil) idi. Darwin bu iddiasını delillendirmek için yıllarca farklı coğrafyalarda binlerce hayvan üzerinde araştırmalar yaptı. Darwin, “Türlerin Menşei” adlı eserinde kâinattaki yardımlaşmaya gözünü kapatarak ‘kavga ve savaş’ın varlığında ısrarcı oldu. Aslında “kavga” kavramının kâşifi, Darwin’e de fikir babalığı yapan Papaz Thomas Robert Malthus’du. Nüfus ilkesi üzerinde bir “Deneme” kitabı yazan Malthus “hayatta kalma kavgası”ndan bahsederek sadece Darwin’e değil, ırkçı Gobineau, Chamberlain ve dolaylı olarak Marx, Lenin, Stalin ve Hitler’e fikir babalığı yapmıştı.

Kâinattaki kavga ve insanın maymundan geldiği tartışmaları olduğu yerde durmadı.

Filozof Spencer, Gumplowicz vb. birçok düşünür tarafından alınarak olduğu gibi toplumsal alana aktarıldı. Bu duruş, direk ırkçılıktı ve çatışmaya davetiye çıkarmaktı!

Meselâ Hitler bir Darwinci’ydi. Darwin’in teorilerini uluslar arası ilişkilere ve politikaya aktarmıştı. Nasıl Darwin’e göre türlerin tekâmülünün sebebi, güçlülerle zayıfların hayat kavgasından aldıkları sonuçlarsa, Hitler’e göre de dünya tarihi güçlülerin zayıfları ezmesi tarihinden ibaretti. Bu “olan” değil, “olması gereken” bir durumdu. Hitler’e göre Darwinci tekâmül çizgisinin zirvesinde “ari ırk” yanı Cermenler vardı. Öteki milletler “mütereddi” idiler, yani maymun veya yarı maymun, dolayısıyla yarı-insan idiler.

Cermenlerin öteki milletleri ezmesi, köleleştirmesi, hatta toplama kamplarında toptan imha etmesi, Darwinci bir tabiat kanunu idi. Bir kaplanın bir ceylanı parçalayıp öldürmesi ne kadar tabiî ise, bir Almanın bir başka milletten insan öldürmesi, köleleştirmesi de o kadar tabiî idi. Hitler, Marksizmden çok istifade ettiğini söyler. Darwin’in biyolojik teorilerini insanlık tarihine aktaran Hitler, tarih felsefesi sahasında Marx’ın kategorilerinin yerine “ırk” kavramını koymuştur. Yani Marx’ın sınıflar için söylediğini Hitler ırklar için söylüyordu!

Her ikisinin de temel tezi güçlülerin zayıfları ezmesidir. Tarihin bütün fırtınalı dönemleri ve kanlı sayfaları bu anlayışa dayanır. 20. asır ve günümüz terörünün temelinde yine bu çarpık teoriler yatar.

Dünya savaşlarının temel sebebi, güçlünün güçsüzü ezmesi argümanı değil miydi? Bediüzzaman, “Harb-i umumideki hadisât-ı müthişe, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi” diyerek bu gerçeğe parmak basar.

Avrupa coğrafyasının yıllar yılı yaşadığı kanlı dahilî olayların sebebi budur. Yüzyıl savaşları ve otuz yıl savaşlarının başka hangi sebebi olabilir?

Afrika yıllardır bu ahtapotun pençesinde kıvranmıyor mu?

İşte Sudan ve Darfur trajedisi. Devlet Başkanı Ömer el Beşir’i 4 Mart’ta Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde mahkûm eden olayın kaynağı bu hastalıktır.

Milliyetçiliğin insanlığa getirisini anlamak için İslâm coğrafyasına bakmak yeterli.

Bediüzzaman Hazretleri “Dessas Avrupa zalimleri, bunu (ırkçılığı) İslamlar içinde menfi bir sûrette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar” der.

Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar…

Meselâ Kafkasya’ya bakın.

Gorbaçov’un Glasnost (şeffaflık) ve Perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarının da kurtaramadığı SSCB, 21 Aralık 1991’de yapılan Almaatı görüşmelerinin ardından dağılırken hürriyetleri gasp edilmiş milyonlarca insan, kilitlenmiş bir ekonominin kıskacından kurtularak dört bir yana savrulmuştu. Değişimin şiddeti bütün imparatorluğu sarsmıştı. En istikrarsız bölge olarak da Kafkasya karşımıza çıktı.

Kafkasya halklarının tamamı birdenbire kendilerini büyük bir etnik, demografik, siyasî ve coğrafi istikrarsızlığın içinde buldu. Çünkü Komünist dönemde (özellikle Stalin döneminde) izlenen maksatlı iskân politikaları ve oluşturulan sun’i cumhuriyetler, bu bölgede problemli nüfus kombinezonları oluşturmuş ve Kafkasya adeta bir “etnik mayın  tarlası” haline gelmişti. İslâmın yıllar yılı birleştirici bir üst şemsiye rolü oynadığı bu bölge, şu anda ırkçı ahtapotun ağır darbeleri ile boğuşuyor. Gürcistan’ın yakın zaman önce Güney Osetya ile yaşadığı problem bunun göstergesi.

Ortadoğu ve ülkemiz için yer kalmadı, bir başka yazıda inşallah devam edelim.

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara, Türkiye’nin gündemine dönmeli



Seçim bitti; ama tartışmaları bitmedi. Başta iktidar partisi olmak üzere bir iki puan oyunu yükselten partiler bile kendini başarılı buluyor. Başbakan, bu kez coşkulu “balkon konuşması” yapmadı. Balkona konulan mikrofonlar içeri alındı. Ancak seçim gecesi sonuçlarını yorumlarken Türkiye’nin gerçek gündemini yine “teğet” geçti.

Başbakan “Bizler mesajımızı aldık” dedi, ama seçimin mesajının ne olduğu hakkında hiçbir bilgi vermedi. Uzun uzun bazı illerde neden belediyeleri kaybettiklerinin üzerinde durdu; partisinden ayrılan adayların “takım dışı” oynadıklarını, Antalya’ya 28 kez gittiğini hatırlattı. Lâkin Türkiye’nin önündeki demokratikleşme, AB süreci, darbe tortularının temizlenmesi, ekonomik krize karşı tedbirler ve dış politikadaki emr-i vakiler karşısında hiçbir beyânda bulunmadı.

Peşinden seçim sonuçları Bakanlar Kurulunda ve partinin yetkili kurullarında da ele alındı. Yüzde sekizi bulan oy düşüşü, kaybedilen belediyeler tek tek masaya yatırıldı. Ne var ki hep seçim zâyiatının, oy kaybı incelendiği belirtildi.

Halbuki Türkiye’nin başta gelen kalıcı gündemi bu değildi. Ankara’nın biran evvel seçim rakamları anaforundan çıkıp Türkiye’nin gerçek gündemine yönelmesi gerekiyor.

İktidar ve muhalefetin seçimden çıkaracakları mesajın bu açıdan anlamı olacak…

ASIL GÜNDEM

DEMOKRATİKLEŞME…

Başbakan, “mesajı aldık” diyor; ama belli ki bu mesajı yine salt bazı bölgelerdeki oy kaybının giderilmesi olarak görüyor.

Her ne kadar hükümet çevrelerinden yeniden “yeni anayasa”dan söz edilse hükümet sözcüsünün ifadesiyle askıya alınan, parti sözcülerinin ikrarıyla “artık mümkün olmadığı” belirtilen ve en son Başbakan’ın,“Bu parlamento yeni anayasa yapamaz” sözü bu konudaki kırılmayı açığa çıkarıyor.

Seçim öncesinde âlây-ı vâlâ ile gündeme getirilen “paket”in bizzat Başbakan’ın ikrarıyla bir tek “partilerin kapatılmasının zorlaştırılması” ve “ombdusmanlık” gibi hususlarla sınırlı içi boş dört maddelik gözboyama pakete indirgenmesi bunun bâriz belirtisi…

Belli ki demokratikleşmenin temelini oluşturan “yeni anayasa” bazı palyatif paketlerle geçiştirilmek istemiyor. İktidar partisi şimdiye kadar olduğu gibi özellikle demokratikleşmede bir türlü kararlılık ve demokratik direnç göstermiyor.

Yine bu kırılganlıkla Ankara, AB’ye söz verilen demokrasi ve hukuk standartlarına uyumda yerine sayıyor. Üzerinden altı buçuk yıl geçtiği halde hâlâ çokça şikâyet edilen YÖK yasası değiştirilmiş değil. Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı,” imam hatiplerin de içinde bulunduğu meslek okullarının katsayı haksızlığı giderilmemiş.

Ayrıca AİHM’den dönen onbinlerce dâvâya karşılık Türkiye hâlâ insan haklarını, ifâde özürlüğünü ve âdil yargılanma hakkını temin eden yargı reformu yapmış değil. İnanç ve ifâdeyi “suç” sayan, düşünceyi yargılayıp cezalandıran, hak ve hürriyetleri engelleyen yasalar hâlâ yürürlükte, düzeltilmiş değil.

Bunun yanısıra Türkiye’de en çok şikâyet edilen siyasetin demokratikleşmesinin ilk adımı olan, siyasî partilerin genel merkezlerinin ve “lider sultası”nı ortadan kaldırıp “tercih sistemi”yle seçmenin irâdesinin doğrudan siyasete yansımasını sağlayan siyasî partiler ve seçim yasaları değiştirilmemiş…

EKONOMİK KRİZ VE

DIŞ EMR-İ VAKİLER…

İktidar ve muhalefet seçim tartışmalarını aşıp biran evvel Türkiye’nin gerçek gündemine eğilmeli. Aksi halde demokratikleşmeyi savsaklayıp öteledikçe problem daha da büyüyor; toplumun ahengi ve sosyal dengeleri bozuluyor. Halkın demokrasiye güveni sarsılıyor…

Tıpkı “ekonomik krizi önleme paketleri”ninde geç kalınmasının ve ertelenmesinin krizin faturasını daha da ağırlaştırması gibi…

Zira sanayi ve üretim daralması, yüz binlerce fabrika ve işyeri kapısına kilit vurulması, büyümenin küçülmesi; gayr-ı resmî rakamlara göre yüzde 20’leri aşıp 30’lara varan işsizlikle toplumu derinden sarsan ekonomik krizin dalgaları henüz geniş kitlelere ulaşmış değil. Krizin daha da ağırlaşacağı sinyalleri veriliyor.

Üst üste yığılan iç ve dış gündem karşısında Ankara artık seçim sürecinin kavga ve suçlamalarını bir tarafa bırakıp ülkenin meselelerine dönmeli. Kısır tartışmalarla zaman kaybetmemeli…

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Haksızlığa meydan okunan yıllar



Bilindiği üzere geride bıraktığımız Mart ayı, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin fani dünyadan bakî âleme göç ettiği (23 Mart 1960) aydır. Bu sebeple bu ay ve bu tarih, onu anmak ve anlamak için vesile kılınıyor.

Son yıllarda Bediüzzaman’ı anmak için birbirinden farklı seminer, toplantı ve konferanslar düzenleniyor. Bu toplantılar sadece İstanbul ya da Türkiye ile sınırlı da değil. Dünyanın pek çok ülkesinde Bediüzzaman’ı anmak için toplantılar yapılıyor.

Çağın Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur’u insanlığa hediye eden Bediüzzaman’ı anmak ve anlamak için Risale-i Nur Enstitüsü’nce İstanbul’da düzenlenen “Küresel Kriz ve Said Nursî’nin İktisat Görüşü” konulu kongre büyük ilgi görmüştü.

“Barla Platformu” da Bediüzzaman’ın Kastamonu hayatından belge ve bilgilerin yer aldığı “Kastamonu Yılları” adlı bir sergiyi hizmete sunmuş durumda. İstanbul, Eminönü’ndeki Rüstempaşa Medresesi’nde sergilenen belgeler, Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur’u telif yıllarında çektiği çilelerin, maruz kaldığı hukuksuzluğun delilleri olarak görülebilir.

Risâle-i Nur hizmetinin başladığı yıllar, Türkiye’nin en çetin yıllarıydı. 1950’ye kadar devam eden ‘tek parti/CHP’ devrinde dine ve dindarlara yapılan baskıların, haksızlık ve adaletsizliğin haddi hesabı yoktu. Sergi gezildiğinde de görüleceği üzere, bütün bu baskıların haricinde bir de ‘medya mahallesi baskısı’ söz konusuydu. Bir Nur Talebesinin haksız yere tutuklanması bile dönemin ‘kartel medyası’nda manşet oluyordu. Ama nasıl? Sanki yüz kişi öldürmüş bir terörist yakalanmış gibi! Daha da ötesi, ‘Nurculuk suçu(!)’ndan tutuklanan bir mazlum, ifadesi alınırken vefat ediyor ve gazeteler şöyle manşet atıyor: “Bir mürteci ifade verirken öldü!” (Tan, 8 Mayıs 1935)

Bu ve benzeri ‘haber baskısı’nın olduğu bir yerde, dindarlara hak ve hürriyetler tanınır mı? İşte bu çileli yıllarda en başta Üstad Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’a sadaketle bağlı talebeleri her türlü haksızlığa, baskı ve zulme meydan okumuşlar ve hakta sebat etmişlerdi. Onların sebat ve metanesi sayesinde Nur’lar parlamış ve şükür ki bu eserler bugün bütün dünyaya mâl olmuştur.

Bu vesile ile, haksızlığa meydan okuyanları rahmet ve minnetle bir defa daha anıyoruz.

02.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Zenginlerden yoksullara masallar!



G-20 ülkeleri tarihinde ilk kez devlet ve hükümet başkanları düzeyinde Londra’da bugün toplanıyor. Sayın Başbakan Erdoğan da ekonomiden sorumlu iki bakanıyla zirveye katılıyor. 1999 yılında önemli gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin maliye bakanları ve merkez bankası başkanlarını küresel ekonominin kilit sorunlarını tartışmak üzere bir araya getirmesi için kuruldu. Resmî bir kuruluş değil. Amacı aslında gelişmekte olan önemli ülkelerin küresel ekonomik tartışmalar ve yönetime daha fazla dahil edilmesi. Arjantin, Brezilya, Suudi Arabistan, Güney Kore ve Güney Afrika’nın yanı sıra Türkiye de bu amaçla dahil edilen ülkelerden. IMF ve Dünya Bankası baş organizatörler arasında. Pek de azımsanmayacak bir temsil özelliği var G-20’nin. Çünkü dünya ticaretinin yüzde 80’i ve dünya nüfusunun üçte ikisini üye ülkeler oluşturuyor.

Bu toplantının teması “büyüme, istihdam ve istikrar” olarak belirlenmiş. Dünyadaki ekonomik krize bu üç başlık altında çözüm aranacak. Bunun için de sorunlu ekonomilere destek verilmesi, bankaların kredi musluklarının yeniden açılmasının sağlanması ve atılan adımlardan tüm dünyanın yararlanmasının sağlanması görüşülecek. Karar taslağının önceden basına sızması/sızdırılmasıyla öne çıkan bu toplantıda daha çok IMF’nin borç verme kapasitesinin arttırılması için IMF’ye daha çok kaynak sağlanması ve Avrupa hükümetlerinin de bankalara destek sağlaması için Obama’nın bastıracağı biliniyor. Bu zirveden çıkabilecek en önemli sonuç belki de vergi cenneti olarak bilinen kayıtdışı ekonominin kuryeliğini yapan ülkelerin denetim altına alınması yönünde ciddi önlemler alınması olacak. IMF’ye ilâve kaynak sağlanması konusunda da özellikle Çin ve Suudi Arabistan’dan somut taahhütler alınması bekleniyor.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri G-20’nin zengin üyelerine korumacı tedbirler almak yerine tüm dünyada istihdamı arttırıcı, yoksul ülkeleri kayırıcı bir tedbirler paketinin kabul edilmesi çağrısı yaptı ve aksi halde büyük sosyal patlamaların olacağı uyarısında bulundu. G-20 taslak belgesinde ise BM krizin en yoksun ve en korunmaya muhtaç ülke nüfusları üzerindeki etkisini izlemeye çağrılıyor. Yani karşılıklı davet var ama tedbiri kimin alacağı belli değil.

Açıklanan—yalnızca rakam yerleri boş bırakılmış—karar taslağında dünya çapında istihdam oluşturucu bir tedbirler paketi öngörülüyor. Ancak bunun yapılma biçimi daha çok kredi verirken, öbür yandan uzun vadede malî sürdürülebilirliği sağlayacaktedbirler almak olarak belirtiliyor (3. paragraf). Özellikle güçlü ekonomiye sahip olmayan ülkelerde bunu yapmak şapkadan tavşan çıkarmak gibi bir sihir gerektiriyor. Ülkeleri bankalarını güçlendirerek piyasaya daha fazla kredi vermeye zorlayacaklar. Bunu yapmaları için özellikle uluslar arası sermayeye ait bankaların ikna edilmesi gerekiyor. Türkiye’deki güçlü banka yapısına rağmen, kredi vermeyi panik içinde durdurup, verdikleri kredileri de geri çağırmaya başlayanlar ilk olarak yabancı bankalar olmadı mı?

“Gelişmekte olan ülkelere sermaye akışını sürdürmek zorunludur” tespiti yapıldıktan sonra bunun için uluslar arası finans kurumlarının devreye sokulacağı belirtiliyor.

Bütün bu konuşulanlara bakarak Londra’daki G-20 zirvesinin IMF’ye ve Dünya Bankasına daha fazla kaynak temin etmek ve gelişmekte olan ülkeleri daha fazla borçlandırmaktan başka bir tedbir düşünemediğini söylemek mümkün. Dünyadaki yoksulluğun en önemli kaynaklarından birisinin, gelişmekte olan ülkelerin bu kurumların borç boyunduruğu altında ezilmesi olduğu unutulmuş gibi görünüyor. Ve Londra’da yine havanda su dövülüyor. Sonuç bildirgesinde yer alacak şu cümle tipik seçim konuşmalarını hatırlatmıyor mu size: “Krizin sosyal ve çevresel etkilerini azaltmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız.”

02.04.2009

E-Posta:




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bu Meclisle işimiz zor



Millî görüş partisinin bir yılı dolduramayan yarım iktidarı, pusuda bekleyen statüko muhafızlarına 28 Şubat’ı tetikleme fırsatı vermiş ve Türkiye’nin, sıkıntılı sonuçları—yer yer daha da şiddetlenerek—bugünlere sarkan karanlık tünele girmesine yol açmıştı.

Ondan sonraki siyasî gelişmeleri hatırlayalım.

Refahyol çekilmek mecburiyetinde bırakıldıktan sonra Mesut Yılmaz’ın başbakan, Ecevit’in de yardımcısı olduğu bir hükümet işbaşına geldi.

İmam hatiplerin orta kısımlarını kapatan ve Kur’ân eğitimine yaş sınırı getiren sekiz yıl kesintisiz eğitim kanunu o hükümete çıkarttırıldı.

Sonra “işi biten” bu hükümet dağıtılıp, Ecevit’in DSP’sine bir azınlık hükümeti kurduruldu.

Ülkeyi seçime götürme görevinin tevdî edildiği bu partiye, Apo’nun Kenya’da paketlenip teslimiyle verilen “gaz,” öngörüldüğü gibi işe yaradı.

Ve DSP sandıktan birinci parti olarak çıktı. Onu MHP takip etti. 28 Şubat’ın kapattığı RP’nin yerine kurulan FP ve Refahyol’un ortağı DYP, muhalefet konumuna düştü. ANAP ise DSP ile MHP’nin kuracağı ortaklığın payandası oldu.

Asıl baskılar, bu seçimin, yine Ecevit’in başkanlığında iktidara getirdiği DSP-MHP-ANAP hükümeti işbaşı yaptıktan sonra yoğunlaştı.

Vaktiyle terörle daha iyi mücadele edilebilmesi gerekçesiyle kurulan DGM’ler bu dönemde dindarları yıldırmak için kullanıldı. Ve bunun için, Meclisin 1990’da kaldırdığı 163’in yerine ikame edilen 312. madde yoğun şekilde işletildi.

17 Ağustos depremine “ilâhî ikaz” diyenler DGM koridorlarında süründürüldü, hapsedildi.

Başörtüsü yasağı bu dönemde imam hatipleri ve ilâhiyatları içine alacak tarzda yaygınlaştırıldı. Devletteki dindar memurların “irtica” gerekçesiyle tamamen tasfiyesini amaçlayan kanunları çıkarıp uygulamaya koymak için çok uğraşıldı, ama yoğun kamuoyu tepkisi buna izin vermedi.

Buna rağmen, Anasol-M koalisyonu, memur olsun, sivil olsun, dindarlara hiç rahat vermedi.

Sonuçta, Anasol-D ve DSP azınlık hükümetlerinin ardından gelen bu üçüncü 28 Şubat hükümetinin iktidarında Türkiye hem demokrasi, hukuk, hak ve hürriyetler açısından çok gerilere gitti, hem de ekonomide küçülme rekoru kırarak tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıya kaldı.

O dönemde AB faktörünün devreye girmesi ve bu hükümeti, zihniyet olarak karşı olduğu reformlara zorlaması, 2002 Kasım’ında erken seçime gidilmesi mecburiyetini beraberinde getirdi.

2002 seçimi de AKP’yi tek başına iktidar yaptı.

Ama 28 Şubat’a duyulan yoğun halk tepkisinin iktidara getirdiği ve sonraki iki seçimde halkın desteğini arttırarak sürdürdüğü AKP’nin yedinci yılında, AB’nin de demokratikleşme yönündeki ısrarlı takibine rağmen, 28 Şubat’tan çıkılamadı.

Tam tersine, başörtüsü yasağı, yasakçıların bu dönemde icad ettiği “kamusal alan” kılıfı altında, daha da yaygınlaşıp şiddetlendi ve son olarak sandık kurullarına kadar dayandı. Orta kısımları hâlâ kapalı olan imam hatiplere ve onların narına yanan diğer meslek liselerine, üniversite yolunda uygulanan katsayı haksızlığı kaldırılamadı.

Ve dualarla uğurlanan merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Kalksın” diye kanun teklifi verdiği, “Kur’ân eğitimindeki yaş sınırı” da hâlâ sürüyor.

Cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesinden yaklaşık iki, yeni YÖK Başkanının göreve gelmesinden de bir buçuk yıl sonra durum hâlâ böyle.

Özellikle kapatma dâvâsında Anayasa Mahkemesinden çıkan kararın ardından, AKP ile 28 Şubat’tan çıkma ümidi iyice zayıflamış durumda.

Ordunun 28 Şubat’taki tavrını “Sivil toplum örgütü gibi davrandı” diye mazur gösterip meşrulaştırmaya çalışan CHP ile ya da üçüncü 28 Şubat hükümetindeki ortaklığının vebalini hâlâ üzerinde taşıyan ve başörtüsüyle seçtirdiği milletvekiline Mecliste başını açtırdığı hâlâ unutulmamış olan MHP ile de bu tünelden çıkılamaz.

Onun için de bu üç partinin ağırlıkta olduğu Meclis tablosuyla Türkiye hiçbir yere varamaz.

02.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis