|
|
Şükrü BULUT |
Zübeyir Ağabeyi tanımak ve anlamak üzerine… |
|
Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinin hayatını konu edinen kitapların neşredilmesi güzel bir hadise. Çoğu ahirete irtihal etmiş bu güzide şahsiyetlerin hayatları etrafındaki mâlûmatın da çok sınırlı olduğu kanaatindeyiz. Her biri kervanlara yol gösteren kutup yıldızı mesabesindeki ağabeylerin “tevazu ve mahviyet” toprağında, yaşarken gizlenmeleri, onlarla alâkalı mâlûmata ulaşmayı zorlaştıracaktır. Dünyayı bir “Medresetüz-Zehraya” çeviren o büyük kahramanların asıl şahsiyetleri, hep vefatlarından sonra ortaya çıkıyor. Bediüzzaman Hazretlerinin, onların mahiyetlerini anlatan mektuplarının satır aralarına daldıkça, aramızdan uçup kaybolan yıldızların asıl kıymetleri, biraz daha ortaya çıkıyor.
Zübeyir Gündüzalp, hizmetinde bulunduğu Üstadının hayat ve gayesini farklı bir üslûp ve dirayetle hayata yansıttığı için, Risâle-i Nur'u ciddiyetle okuyan Nur talebelerince çok merak ediliyor. Onu Bediüzzaman'ın sır kâtibi, hizmetkâr-ı hassı ve Nurun büyük kahramanı rütbesine çıkaran özelliklerini merak etmek, nura gönül verenlerin hakkı. Fakat burada bir tasrihte bulunmak istiyoruz. Ağabeylerin hayatlarının daha ziyade maddî cihetleriyle ilgilenenler, Risâle-i Nur mekteb-i irfanı içindeki o muallâ şahsiyetlerin asıl özelliklerini, bilinmesi gereken mahiyetlerini ve bizlere örnek olabilecek yönlerini gözden kaçırabilirler.
Zübeyir Gündüzalp’i Risâle-i Nur ağacının en olgun meyvesi olarak telâkkî ettiğimizde, söz konusu ağacın çekirdeğinden meyvesine kadar gelen her bir devrenin izleri o olgun meyvede görülür veya hissedilir. Bediüzzaman Hazretlerinin icazet alıp zamâne ilimlerinin kaynak eserlerini ezberlemeye başladığı günden, rıhletinden kısa bir müddet önce talebelerine verdiği son derse kadarki hayat, mâlûmat, manevî hayat, esrar ve bütün pratiklerden küçücük nümunelerin Zübeyir Gündüzalp'te bulunduğunu iddia etmek yanlış olmaz kanaatindeyiz. Bediüzzaman'ın çileli, maceralı ve ölümle burun buruna yaşanan hayatındaki sonuncu talebelerindendir Zübeyir Ağabey. Fakat öyle geliyor ki, kendisinden önceki bütün o kahramanların şahsiyetlerinden bir parçacık karakter, Zübeyir’in kalb, ruh ve cesed dünyasına akmış. Bediüzzaman'la birlikte küfür ve dalâletle savaşan diğer ağabeyler; belli başlı meziyetleriyle öne çıkmışlardır. Hatta meziyetleri itibariyle birbirine benzeyen ağabeyler arasındaki teşbihleri, Üstad Hazretleri mektuplarında zikrediyor. Meselâ, biraderzâdesi Abdurrahman ile Selâhaddin Çelebi arasındaki ruhî karabeti, Üstad Hazretleri “Abdurrahman Selâhaddin” tarzında ifade edecektir. İleride, büyük şahs-ı manevîlere dönüşecek bu çekirdek karakter, meziyet ve tarzların Bediüzzamanca tesbiti, istidadına göre istihdamı ve dâvâ içindeki pozisyonuna göre taltifi de, Risâle-i Nur´un büyük şahs-ı manevîsini oluşturacak çekirdeklerin hem farklılıklarını ve hem de ehemmiyetini bize ihsas ediyor. Hatta bazen bir talebesindeki fıtratta, diğer birkaç talebesinin karakter ve kabiliyetlerinin nasıl toplandıklarını da örnekleriyle bize bildiriyor. Kastamonu'dan Isparta'ya gönderdiği bir mektubunda “Tahirî'de bir Hüsrev, bir Lütfi, bir Asım gördüm. Cenâb-ı Hak ondan ve sizlerden ebediyyen razı olsun” derken, bir şahsiyette, istidat ve kabiliyet cihetiyle birkaç şahsiyetin bulunabileceğini bize gösteriyor. Bediüzzaman'ın Risâle-i Nur'u hayata aktaran duruşunu veya şahs-ı manevîyi vefatından sonra da vazife başına dâvetini hayatıyla ispat eden Zübeyir Ağabeyin de, Abdurrahman'dan kendi zamanına kadarki seleflerine kadar bir parçacık nüveler taşıması gayet normal sayılmaz mı?
Hal böyle olunca, Zübeyir'i tanımak ve anlamak isteyenler kolaycılığa kaçamayacaklar. Ömer Paşanın konağından başlayan büyük yolculuğun her merhalesinde, yazılan eserlerin her kelimesinde ve Üstaddan bize gönderilen mektupların her cümlesinde Zübeyir'i aramak icab ediyor. Onun Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetine girişi üçüncü Said dediğimiz 1950 sonrasına denk gelse de, şayet Üstadının esrarına vâkıf ise, yolculuğumuzu Seyda'nın cevizini kaybettiği Nur deresine kadar sürdürmemiz gerekecektir.
Şu fâni âlemin maddî boyutlarını aşmış mânâ sultanlarıyla ilgili olarak Avrupalı biyografi yazarlarının üslûbuyla yazı yazmanın zorluğunu elbette bilirsiniz. Üstadımızın teşbihiyle bâlâpervaz cennet kuşunun güzelliğini araştırırken, içinden çıktığı kabuk parçalarına takılmak, tavusa hakaret sayılmaz mı? Bediüzzaman'a, onun dâvâsı olan Kur'ân'a, Kur'ân'ın zamanımızdaki tefsiri Risâle-i Nur'a hayatlarını vakfetmiş ve aramızda tavus misal uçup gitmiş insanların hayatlarını incelerken, onların geride bıraktıkları maddî şeylerin bize fazla bir mânâ kazandırabileceğine inanmıyoruz.
Zübeyir Ağabey; eğer bir Abdurrahman, bir Hafız Ali, bir Hasan Feyzi, bir Tahirî veya Ceylan olarak Bediüzzaman'ın hizmetine girmişse, onu kısacık makaleler, kitaplar ve diğer çalışmalar ifade edemez. Risâle-i Nur'daki imanî hakikatleri, mahkeme müdafaalarını, gurbet lâhikalarını, zindan mektuplarını ve Bediüzzaman'ın hayata yön veren Üçüncü Said derslerini satır aralarıyla birlikte incelemeyenler, Zübeyir Gündüzalp'i anlayamazlar. Hele hele hatıralarla, kısacık görüşme, derslerde uzaktan görme ve yâd-ı cemillerle Zübeyir Ağabey hiç anlaşılamaz. Onun vefatıyla Anadolu topraklarına “Nisan yağmurları” dökülmeye başlamış. Belki de o muhterem ağabey toprak altında bir çekirdek olarak, bârân-ı Nisan’la binlerce Zübeyir'in hayata gözlerini açmasına vesile oldu.
03.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Kocaeli’de iktisad gecesi |
|
Hakka vuslatının 49. senesinde bu yıl Türkiye’de çoğunlukla küresel krizin de yeryüzünü sarstığı bir dönemde “Bediüzzaman ve İktisad” başlığı altında anma programları ardı ardına yapıldı ve yapılmaktadır. Dış dünyada da bu mânâda program ihya edildi ve edilmektedir. İnşaallah Nisan ayında bu muhteva içinde dâvetli olduğum Hollanda’nın bir çok şehrinden ses vereceğiz. Geçtiğimiz hafta Yeni Asya gazetesinin Kocaeli Temsilciliği tarafından aldığım bir dâvet üzerine Sabancı Kültür Merkezi’nde toplanan aziz misafirlere “Küresel Kriz ve Hz. Bediüzzaman’ın İktisad Anlayışı” başlıklı bir saatlik bir konferansımız oldu.
Evvelâ bu aziz şemsiye altında toplanan can dostlarını kemâl-i muhabbetle tebrik ediyorum. Bilhassa gençler bizlere yaptıkları gösterilerle ümit verdiler. Çevreden salona intikal eden mümtaz şahsiyetler ve hanımlar topluluğunun çoğunluğu, bizim için ayrı bir ümit ve şevk unsuru oldu. Seçim akşamı olmasına rağmen Sabancı Kültür Merkezi’nde tamamen maneviyât yüklü böyle bir kültür ve anma programına iştirakın canlı olması, ilgi uyandırması Kocaeli’nin ve Türkiye’nin geleceği bakımından sevindiricidir. Kavgasız gürültüsüz, düşündürücü ve ayrıca inşirah verici böyle gecelere millet muhtaçtır.
Böyle bir gecede “Çağın Mevlânâ”sı kabul edilen Hz. Bediüzzaman’ın eserlerinden ilham alarak, satır aralarındaki tesbitleri mihenk yaparak, Kur’ân ve hadislerin ölmez ve çürümez metreleriyle de arşınlayarak, hiç kimseyi incitmeden yalnız akıl ve kalblere hitap ederek özetle dedik ki:
İktisad, büyük dünya ailesinin sorunu. Genel başlık olarak; iktisad, insan ve iktisad, dinî ve sosyolojik açıdan iktisad, emek ve sermaye münasebetleri, İslâmiyetin yardımlaşma müesseseleri, iktisadî kalkınma teşkilâtları, kalkınmada coğrafî şartlar, kalkınmada siyasî şartlar, fert ve millet bazında kalkınma, geri kalmışlığın sebepleri, mesailerin tanzimi ve teâvün düsturları, şirketleşme ve kolektif çalışma, menfi rekabetin kaldırılması, kalkınmada dinin rölü, Hud Sûresi 112. âyet.
Hz. Bediüzzaman tam yüz yıl önce 9 Ocak 1909’da Teavün ve Terakki gazetesinde söylüyor: “Üç büyük müthiş düşman: Birincisi fakr, ikincisi cehil, üçüncüsü ihtilâftır. Bu üç düşmana cihad etmeye dinen mükellefiz. Üç elmas kılıcı elde etmek lâzımdır. Birincisi muhabbet-i millî, ikincisi ittihat, üçüncüsü maariftir.” Yine Hz. Bediüzzaman, Barla Lâhikası’nda “Hasma göre silâh kullanılır” demektedir. Bugünkü hasmımız, israf ve küresel iktisadî krizdir. Bu şahıstan ve mutfaktan başlar, âleme yayılır.
7 milyarlık dünya ailesinin üçte biri okumakta. Yüzde 50’si İngilizce konuşmakta. Türkiye ve dünya üniversitelerinde İktisad-İşletme, Kamu Yönetimi, Uluslararası ve Halkla İlişkiler bölümlerinde Hz. Bediüzzaman’ın tefsirinde bulunduğu kanun-u İlâhî çağa bakan şekliyle okutulursa, çağın ve iktisadın şekli değişecektir.
Bu mânâda, peygamberler pişdardır. İçtimâî ve iktisadî hayata bakan sayısız âyet ve hadis-i şerif vardır: “Mü'minler ancak kardeştir.” (Hucurat: 10.) “Biriniz kendisi için istediği bir şeyi kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz.” (H. Şerif, Müslim: 71. Buhari: 7) ve yine Efendimiz (asm) diyor ki: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Bu hakikatler karşısında Türkiye, 57 İslâm ülkesi ve dünya nerede?
Hz. Bediüzzaman, 1911’de Şam’da sosyolojik açıdan ikaz ediyor: “Kimin himmeti yalnız nefsi ise o insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenîdir, ebnâ-i cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaîye ile hayat-ı şahsîyesi devam edebilir.” Yine diyor ki: “İsraf sefahatin, sefahat de sefaletin kapısını açar.” (Lemeât) Yine diyor ki: “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfî gelir, harama girmeye hiç lüzum yoktur.”
A’raf Sûresi 31. âyet: “Yiyiniz içiniz israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez.” Yılda, dünyada 5 milyon, Türkiye’de 200 bin kişinin sigara yüzünden öldüğü tesbit edilmiştir. Yalnız Türkiye’de havaya üfürülen asgarî rakam şudur. Günde paketi 2 milyon, 60 yılda 720 milyon. İçen 25 milyon eşittir 18 katrilyon! 18 katrilyon yalnız Kocaeli’ne verilse ne olurdu? Nerede bu 18 katrilyon? Gerisini ve ekmeğin, suyun, elektriğin israfını siz hesaplayın.
03.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Nurların aşk ve heyecanı içi sarınca |
|
Merhum Zübeyir Gündüzalp Gençlik Rehberi’ni okuyunca ruh, kalp ve aklında büyük bir inkılâp hissetmişti.
Allah için olmayan maddî zenginliğin, paranın-pulun ve zevklerin de bitme tükenme bilmeyen, zehirli boş hülyalar olduğunu görmüştü. Asıl zenginlik gönül zenginliği; iman ve Kur’ân hakikatleriyle, mânevî hazinelerle dolmaktı. Önceden peşinden koştuğu maddî zenginliği, “O erişemediğim ve eriştiğim takdirde dahi beni hayatta mes’ud edemeyeceğini sonradan anladığım o neticesiz hayaller, o kupkuru tasavvurlar!” diye nitelemiş, kendi kendine, “Ben neyim? Niçin Yaşıyorum? Nereden geldim? Nereye gideceğim?” diye sormaya başlamış; hayvanlar gibi olamayağını, insan olduğu için insan gibi yaşaması gerektiğini, namaza koştuğu için takdir ettiği bir arkadaşına imrendiğini, ondan ilk defa Gençlik Rehberi’ni dinlediğinde aradan iki saat geçtiği halde dikkat kesildiğini, ruhunda bir kıpırdanış, bir başkalık hissettiğini belirtir. Bu hâli, “Allah Allah! Ne olmuştum? Bir sihre mi tutulmuştum? Yoksa bir mıknatısiyet beni kendine mi çekmişti?” diye anlatır.
Devam eder merhum Zübeyir Gündüzalp: “Ayıldım. Fakat benim aklımda, fikrimde şunlar yer etmişti. Yoksa akıl, fikir ve ruhî varlığımı istilâ mı etmişti? Yoksa kalp ve dimağıma silinmez bir yazı ile mi yazılmıştı, ne olmuştu? Ne olmuşsa olmuştu. Evet, şu cümleler dimağımda çınlıyordu, aklımı dimağımı kaplıyordu: ‘Gençlik muhakkak gidecek!’”
Gündüzalp, eserin o kadar etkisi altında kalmıştı ki, arkadaşından okumak için istemiş ve gece geç vakitlere kadar okumuş, bir kısım yerlerini anlamasa da zevkine kapılıp bırakamamış; içinde bir inkılâp, ruhunda bir sükûn, kalbinde bir sevinç ve derin bir etki hissetmişti. Bunu, “İşte Risâle-i Nur’dan bir Gençlik Rehberi, o da başta sadece bir kısmını okumakla, beni nasıl İlâhî bir inkılâp, böyle insanca, Müslümanca yaşayışa doğru götüren bir kuvvet meydana getirmiş ve beni nasıl etkilemişti” diye anlatır.
Küçük Sözler ve Gençlik Rehberi’nden sonra Asa-yı Musa’ya dalmış, işte bundan sonra şirketlerdeki paylarını bir bir devretmiş, “Risâle-i Nur’u okuyunca oradaki hakikatler dünyaya ait emellerimi bıçak gibi kesti” demişti.
Artık Risâle-i Nurlar onun hava gibi, su gibi, gıda gibi vazgeçilmez ihtiyaçlarından olmuştu. Günde insan on dört saat kitap okuyabilir mi? O okuyordu. Önceden okuduğu kitaplar da zirvelere tırmanmakta birer vasıta oluyordu.
03.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Barla ruhuna dönmek ve onu yeniden yaşamak |
|
Yıl 1926. Senenin başları... Mevsim ilkbahar. Zaman ve zemin zifiri karanlık. Van Erek Dağının etekleri... Şartlar ve ahvâl çok çetin. Anadolu topraklarında, cihan devleti olan “Osmanlı Çınarı” 600 yıllık efsanesini tamamlamış; eskiyle bütün köprülerini atan “cumhuriyet” adı altında “yeni bir rejim” başlamıştı.
Bu yeni rejim, maneviyâtla yoğrulmuş özü, dünyaya örnek olmuş bir ulu devletin bütün değerlerini, geçmişini reddeden ve de eski, köhnemiş ve zararlı kabul eden, kimliğini yeniden belirlemeye çalışan bir programla işe koyulmuştu. Böyle bir zamanda başladı Erek’ten Barla’ya hicret, mecburî ikamet, sürgün, nefiy!
Erciş’te zamanın Bitlis valisinin “Seyda! Devletle, bizimle beraber olursan seni burada bırakırız”1 teklifine de, Van-Trabzon güzergâhındaki samimî sevdalılarının “Seyda bizi bırakıp gitme! Sen istersen her şeye rağmen seni onlara vermeyiz!” arzularına da aldırış etmeyen ve kadere teslim olan bir duruş ve hâli vardı Garibüzzaman’ın, Seyda’nın...
Kader onu; Trabzon, İstanbul, Antalya, Isparta tarikiyle Barla’ya sevk etmişti. Barla, mübarek belde. Yeni bir uyanışın, mânevî dirilişin toprağı ve mezrası olacaktı. Burada sekiz sene sürecek müthiş ve yoğun bir mesâi başlamıştı! Yok edilmek istenen maneviyâtın bütün temelleri “ihsan-ı Îlâhî, inayet-i Rabbânî” ile yeniden tescil ve tecdid edildi. Haşir Risâlesi’yle başladı o büyük mesai. İhtiyarlar, gençler, hanımlar, hastalar gibi bütün insan gruplarını muhatap alan ve birçok “Nur Menzilini” de kapsayan çok geniş ve küllî bir iman hareketinin ilk durağı ve ruhuydu Barla.
Asrın en büyük mesaisi olan “manevî cihad” böyle başladı Barla’da.
Uhuvvet, ihlâs, muhabbet, sıddıkıyet, bağlılık, vefa, sadakat, inayet, muâvenet, ihsan-ı İlâhî, acz, fakr, şefkat, tefekkür, istihdam, istikamet, hakikat mesleği ve müsbet hareket gibi yepyeni bir değerler manzumesi gündeme konuldu ve gönüllere nakşedildi.
Mânen öldürülmek istenen gönül ve kalp toprağına “Kur’ân fidanları” dikildi. El yazısıyla çoğaltılan hakikatler, bu merkezden başlayarak bütün vatan sathına sevk edildi. Gönül ve kalplere İlâhî nakışlar gergef gergef işlendi.
Barla’da doğan Kur’ân güneşinin ışığı İslâmköy, Kuleönü, Sav, Isparta, Antalya, Milâs, Denizli, Aydın, Kastamonu, İnebolu nur merkezleri ve santralleri vasıtasıyla bütün Türkiye’ye ve dünyaya yayıldı. İşte o hâlisiyetin başladığı yer Barla’dır. O samimiyet, gayret, himmet, fedakârlık, sadakat, vefa, bağlılık, irtibat ve uhuvvetin ilk ocağı da Barla’dır. Gecenin, gündüzün, zamanın, saatin, sayının hesaba sığmadığı yerin adıdır Barla.
İman ve maneviyâtın tekniğe, materyalizme, baskıya, diktatörlüğe, zulme, karanlığa meydan okunduğu bir devrin ve destanın adıdır Barla.
Şöhretin, sayının, maddî gücün değil, müellifinin kendi ifadesiyle: “..memleketimde ve İstanbul’da, burada (Barla) benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.” İhlâsın ve samimiyetin bire bir yaşandığı mübarek ve çok farklı bir atmosferdir Barla.
Barla, kimseyle inatlaşmadan, ortamı germeden, gerginliğe sebep olmadan, kırıp dökmeden bu muazzam “tecdid” hareketini başardı ve netice aldı. Bu başarının bütün sırlarını araştırıp o ruh, kalp ve maneviyat atmosferini her gönül erinin kendi iç dünyasında yeniden canlandırması ve yeşertmesi gerektiğine inanıyorum. Dâvâ sahibi olduğuna inanan camiânın bütün fertlerinin mevcut durumu ciddi mânâda sorgulayıp, yeniden bir silkiniş ve öze dönüşe ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Dünyada ve ülkemizde her alanda olduğu gibi “maneviyât” sahasında da meydana gelen kirlilik ve keşmekeşin netleşmesi için ciddî bir iç hesaplaşmanın yapılmasının faydalı olacağını dillendirmek istiyorum.
Dünyevîleşmenin en büyük âletleri ve tuzakları olan “reklâm ve propaganda” vasıtasıyla yaşanan kimlik bunalımı ve benliğimizdeki aşınmanın tek çaresi samimîyet ve meşrûiyet çizgisine dönüş olsa gerektir. Çünkü bu dâvânın banisi ve tatbikçisi muazzez Üstad “Dünyaları başlarını yesin!” demiş ve aynı istikamette öyle de devam etmişti. Dünyevîliği değil, İlâhîliği tercih eden bir duruş ve çelik irade ortaya koymuş, Yaratanına sığınmıştı. Bizim için de kurtuluş aynı reçeteden başkası olamaz.
Barla maddî-mânevî yapısıyla ve güzel tesisleriyle bizleri kucaklamaya ve misafir etmeye hazır! Ya bizler! Barla ruhuna yeniden dönmeye hazır mıyız?
03.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Gündüzalp’in meşveret sistemini tesisi |
|
Bediüzzaman’ın irtihalinden sonra kimi hâricî odaklarca ayrılık tohumları atılmaya başlanıyor ve bu fitne sebebiyle kimisi “Ben anladığım gibi hizmet ederim; gerisine karışmam!” diyor, kimisi de evine çekiliyordu. Birkaç kişi de, “Ben Üstad’ın vekiliyim!” diye ortaya çıkmıştı.
Zübeyir Ağabey, vefatına kadar, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebine aykırı bütün hareketlere müdahale etti; mesele çıkan yerlere gitti; aylarca oralarda kalarak çözüm buldu, büyük inşikak ve ihtilâfları önledi. Şu sözü meşhurdur:
“Kardeşim bütün mesele sadakattir. Asıl sadakat da mürşidin vefatından sonra belli olur. Sarsılacak mı, sarsılmayacak mı? Şahsî dâvâya girecek mi, girmeyecek mi?”
Nur’un Kur’ân dâvâsını yaymak, sistemini yerleştirmek, cemaati canlı tutabilmek, meslek ve meşrebi muhafaza etmek için devamlı “ek, ilâve” anlamında olan “lâhika mektupları” neşrederdi.
Zübeyir Gündüzalp’in ilk işi, Ankara’da “meşveret sistemini” kurmak oldu. Sonra İstanbul’a geçerek, hizmetleri derleyip toparladı. Atabey’den Tahirî Mutlu Ağabeyi de çağırdı, devamlı onunla meşveret ederdi. Nur Talebelerini harekete geçirerek, hizmetin meşveret ve neşriyat—Yeni Asya gazetesi dahil—ekibini kurdu, sistemi oturttu, dağınık olan cemaat fertlerini topladı.
“Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez!” prensibini çok iyi özümseyen Zübeyir Gündüzalp, ne tasavvufvârî, ne siyâsî, ne sâir kıyam ve isyan hareketlerine asla geçit vermedi. Yanlışlık ağabeylerden de gelse karşısında durdu, mihenge vurdu. Kimi mihraklarca görevlendirilip kullanılan ve Nur dairesine sızmaya çalışanları Risâle-i Nur’un mihengine vurarak tesbit eder ve “Bu dâvâya zarar vermene müsaade etmeyeceğim!” derdi.
Bediüzzaman Said Nursî’nin 23 Mart 1960’ta irtihâli ve 27 Mayıs kanlı darbesinin ardından Nur Talebeleri, kısa bir müddet şaşkınlık yaşamıştı. Değişik hizmet tarzları ortaya çıkmıştı. Ancak cemaat “Her meselemizde emir, Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin (talebelerin) ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var”1 prensiplerince kısa zamanda toparlandı. Üstadın hizmetkârları bir araya geldi, meşvereti tesis etti.
Bediüzzaman, Risâle-i Nur mesleğinin esasının kardeşlik olduğunu, “peder ile evlât, şeyh ile mürid” arasındaki vasıtalar olmadığını ifade ederek2, Peygamber Efendimize (asm) ittibâen yerine halife bırakmaz. Zaten, şahıs, lider, imam, şeyh, hoca endeksli bir yapılanmayı değil; istişareye/çoğunluk esasına dayalı sistemi benimsemiştir. Şahısları aradan çıkarmış, düşünce, fikir endeksli bir model geliştirmiştir. Üstad’ın “Nurun kumandanı ve kahramanı” diye vasıflandırdığı Zübeyir Gündüzalp, ağabeyleri ve farklı görüşte olanları bir araya toplar. Tahiri Mutlu, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin, Bayram Yüksel, Mehmet Fırıncı gibi Nur Cemaati’nin ileri gelenleriyle Risâle-i Nur’un meslek, meşrebine uygun meşveret sistemi teşekkül eder. Bu sisteme sâdık Nur cemaati, Zübeyir Gündüzalp ekolü olarak temâyüz eder. Günümüze kadar da “Yeni Asya” çatısı altında sadakat ve metanetle devam eder. Bu ekol, Risâle-i Nur’u bir bütün olarak ele alır; Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebini “tam sadakat ve metanet”le muhafaza eder. Zaten her şart ve vasatta birinci gayesi, Üstad’ın meslek ve meşrebine sadık kalarak Risâle-i Nur’u neşretmektir.
Risâle-i Nur’un meslek ve meşrep prensipleri ortadadır. Gerçeği arayan insaflı hakperestler meseleyi tahkik eder, mihenge vurur. Ölçüsüz, mihenksiz, delilsiz iddiâlar şayan-ı istima değildir; dinlenilmemeli.
Dipnotlar:
1- Hizmet Rehberi, s. 175.; 2- Lem’alar, s. 166.
03.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Pakistan-Afganistan zirvesi |
|
Türkiye, bölgede üstlenmeye başladığı arabuluculuk görevlerini dost ve kardeş ülkeler Pakistan ve Afganistan arasındaki işbirliğine yönelik görüşmelere de aracılık yaparak sürdürüyor. İlki 2007, ikincisi ise 2008 yılı sonunda yapılan görüşmelerin üçüncü ayağında, Cumhurbaşkanı Gül, Pakistan Cumhurbaşkanı Ali Asıf Zerdari ve Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai Ankara’da bir araya geldiler. Zirveye Başbakan Erdoğan da katıldı.
Pakistan ve Afganistan arasındaki sorunların temelinde Pakistan’ın 11 Eylül saldırıları öncesinde kendi sınırları içinde filizlenip güçlenen sonra da Afganistan’da iktidarı ele geçiren Taliban’a destek olması yatıyor. Gerçi 2001 yılından itibaren Pakistan bu desteği çekip Taliban’ın karşısında yer aldı. Ancak sınır bölgelerinde hükümete rağmen Taliban desteği sürüyor. Ayrıca Pakistan’ın yarı özerk kabile yönetimlerine karşı mücadelesi yeterli olmadığından, Taliban ülkenin kuzeyindeki sınır bölgelerinde rahatlıkla barınabiliyor. Şimdi Pakistan’ın Taliban ile görüşmeler yaptığı biliniyor. İslamabad hükümeti ise sınıra 90.000 asker yığdığını ve bütün gücüyle sınırın ötesine Taliban savaşçılarının geçmesini önlemeye çalıştığını ileri sürüyor.
Zerdari’nin kendi ülkesinde muhalefetle yaşadığı sorunlar, ordunun yeterince desteğini alamaması, sık sık sınır bölgelerinde çatışmalar yaşanması, özellikle Amerika’nın ve bu ülkenin himayesindeki Karzai hükümetinin Zerdari yönetimine bakışını olumsuz hale getirdi.
İşte bu ortamda ve Obama’nın Türkiye ziyareti öncesinde gerçekleşen bu görüşme her iki ülke de büyük önem taşıyordu. Toplantılara ilk kez iki ülkenin dışişleri bakanları, genel kurmay başkanları ve istihbarat birimlerinin başkanları da katıldı.
Bu görüşmelerde ortak sınır bölgelerindeki güvenliği arttırmaya yönelik ortak bir strateji belirlenmesi, istihbarat ve operasyon alanlarında işbirliği yapılmasının kararlaştırılması damgasını vurdu. Özellikle Pakistan Cumhurbaşkanı Zerdari zayıflayan Amerikan desteğini yeniden kazanmak için, sınır güvenliği açısından daha fazla işbirliği yapmaya istekli.
İki ülke arasındaki sorunların kaynağı olan Taliban, Amerika’nın Rus işgaline karşı savaşmak üzere, Pakistan’ın Afgan sınırına yakın bölgelerindeki medreselerde, özellikle Peştun kabilesi içinden yetiştirildi. Eğitim, silâh ve operasyon desteği alan Taliban büyüyüp bölgeyi egemenliğine aldıktan sonra Afganistan’da yönetimi ele geçirdi. Afgan halkının yüzde 40’ı Peştun kabilesinden. Ancak 7 milyon Peştun da Pakistan’da yaşıyor. El Kaide ile yakın ilişkileri olan Taliban hareketine karşı 2001 yılından bu yana sürdürülen mücadele kördüğüm noktasına geldi.
İşte Ankara’daki zirvede bu konuda bir strateji masaya yatırıldı. Ancak iki ülkeye yayılmış yaklaşık 17 milyon Peştun’un desteklediği bir hareketin bu hareketle bir tür anlaşmaya varılmaksızın, yalnızca iki ülkenin askerî işbirliği ile çözülmesi zor görünüyor.
Türkiye’nin zirvede özellikle bu konuyu gündeme getirmesi önemli. Temennimiz çatışmanın, tamamı Müslümanlardan oluşan taraflarının daha fazla kan dökülmeden ve mahvolan Afganistan’a bir an önce barışın gelmesine imkân sağlayacak şekilde sona erdirilmesi.
03.04.2009
E-Posta:
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Yakmayalım’ da besleyelim mi? |
|
12 Eylül ihtilâlinin “Netekim Paşa”sının idamları savunurken kullandığı bir söz vardı: “Asmayalım da besleyelim mi?” diye kürsülerden haykırırdı. Londra’da düzenlenen G-20 zirvesini protesto edenlerin kullandığı bir slogan, 12 Eylül’ün meşhur sloganını hatırlattı.
Ekonomik kriz herkesi etkilerken iki kesim var ki bu sıkıntılardan hiç etkilenmiyorlar. Birincisi faiz ve rantiyeden beslenen bankalar, ikincisi de ‘Hazine’den geçinenler. ‘Hazine’den geçinenler kısmen de olsa krizden etkilenmekle birlikte, bankaların krizden hiç etkilenmediği yine bankacılar tarafından ilân ediliyor. İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince, bankaların kârlılığında 2007 yılına göre daralma olacağını, ama ciddî kâr elde etmeye devam edeceğini söylemiş. (Sabah, 1 Nisan 2009)
Bu haber 1 Nisan’da yayınlandı diye sakın “1 Nisan şakası” zannedilmesin. Faizle beslenen ve başkalarını yutmakla yoluna devam eden bankalar, ciddî ciddî kâr edeceklermiş. Hem de krizin daha da büyümesinin muhtemel olduğu 2009 yılında...
‘Memur’ların durumu elbette ki bankalarla kıyaslanmaz. Ama onlar da az ya da çok ‘sabit bir gelir’e sahip oldukları için krizlerden daha az etkileniyorlar. Devletin maaş ödeyemeyecek derecede sıkıntıya düşmesi; yüz değil belki iki yüz yılda bir yaşandığı için, maaş günlerini bekleyerek hayatlarını devam ettiriyorlar. Bunları ifade ederken, ‘memur’ların güllük gülistanlık bir hayat sürdüğünü ima etmeye çalıştığımız akla gelmesin. Onlar da çok fazla sıkıntı çekiyorlar, ama neticede düşük de olsa sabit bir gelirleri var ve işsiz kalma ihtimali yok denecek kadar az.
Bu arada ‘devlet’in nasıl hareket ettiğini gösteren bir haberle daha karşılaştık. Meclis, otomotivdeki ‘ÖTV’ indirimini kaçırmamış ve bu indirimi 54 yeni Volkswagen makam aracı kiralayarak kutlamış! Araçlar için 3.2 milyon TL ödeme yapılmış ve 130 bin TL ‘vergi kârı’ elde edilmiş! (Sabah, 2 Nisan 2009)
Milletin sıkıntısından habersiz olanların attığı bu adımlarla düzlüğe çıkmak mümkün mü? Dünyanın en çok ‘makam arabası’na sahip ülkesi olmakla acaba övünebilir miyiz? Bu arada, başka ‘kurum’ların da bu ‘vergi indirimi’nden faydalanıp faydalanmadığını bilmiyoruz. Muhtemelen onlar da katrilyonluk mevki ve makam araçları satın almışlardır.
Faiz sisteminin kaleleri haline gelen bankalar, eskiye göre daha fazla husûmet cezbediyor. Bir zamanlar faizin aleyhinde konuşmanın dahi ‘ayıp’ karşılandığı dünyamızda artık ‘Bankaları ve bankacıları yakalım!’ nidaları yükseliyor. Londra’da toplanan G-20 zirvesi büyük protestolara sahne olmuş. ‘Dünyanın en zenginleri’ni protesto eden Avrupalı gençler, “Ateş yakalım, ateş yakalım. Bankacıları en üste koyalım. Başbakan Brown [İngiltere Başbakanı] arada kalsın. Sonra kibriti çakalım” diye sloganlar atmış. (Hürriyet, 2 Nisan 2009)
Faizciler için zor günler kapıda, vesselâm.
03.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Seçimden çıkarılacak dersler |
|
29 Mart mahallî seçimleri birçok yönüyle yorumlanmaya, seçim sonuçlarının mesajları tartışılmaya devam ediyor. Seçimleri bir cümle ile özetlemek gerekirse, millet iktidarı ikaz etti. Bunun yanında muhalefete çok fazla destek vermediğini gösterdi.
Seçimi kim kaybetti, kim kazandı? Her parti seçim sonucunu kendi cephesinden değerlendireceği için değişik yorumlar yapılabilir. İktidar “Dünyayı etkileyen ekonomik kriz ve iktidar, partileri yıpratır, bunlara rağmen yine birinci partiyiz” derken, muhalefetteki iki parti “Oylarımızı şu kadar arttırdık” diyebiliyor. Bir başka parti ise yüzde 5-6 oy almasına rağmen “Seçimin galibi biziz” diyebiliyor.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “İktidar partisinin gidici olduğu anlaşılmıştır” derken, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin “Sonuçların hükümete olan desteğin sürdüğünü gösterdiğini söylemiştir” değerlendirmesinde bulunuyor. Diğer yandan, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, oy kaybını inkâr etmelerinin mümkün olmadığını söylerken, “yine de yüzde 39’luk oy oranının AKP’nin hâlâ Türkiye’de siyasetin ana nehri olduğunu gösterdiğini” ifade ediyor.
Öyle anlaşılıyor ki, başarı ya da başarısızlık hangi pencereden baktığınıza bağlıdır.
Bu seçimin sonuçlarına bakıldığı zaman iktidar partisinin de muhalefet partilerinin de çıkartmaları gereken önemli dersler olduğu ortada. Bir parti sadece sahil bölgelerinde, bir diğer parti sadece bir bölgede, diğer parti de belirli bölgelerde oy alıyorsa, elbette başlarını ellerinin arasına koyup, “Nerede yanlış yaptık” diye düşünmesi lâzımdır. Görüldü ki, millet erzak ya da beyaz eşya yardımı ile oyunu vermiyor. Bu, alınması gereken derslerden birisi oldu. Baykal’ın “Halkın CHP’ye yeni bir bakışı ve beklentisi ortaya çıkmıştır. Biz de bu talepleri göz önünde bulundurarak çalışacağız” demesi de kendi açısından bir ders aldığını gösterdi.
Bu arada kendi ilinde seçimi kaybeden Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen’in “niye kaybettikleri”ni ifade ederken, “2S’de 2K’da kaybettik. 2S ile 2K’dan kastım, neredeyse hiç olmadığımız sahil şeridinde kaygı, sınırda ise kimlik gerçeğine takılıp kalmamızdır. Demek ki, sınırdaki, Güneydoğu’da kimlik ile ilgili endişeleri gideremedik. Güneydoğu sorununu çözmede ikna edici olamadık” demesi de ders alındığının izahı olmuştur.
Sonuçlara iktidar açısından bakarsak, oylarında kan kaybı yaşanıyor. Son seçimde alınan yüzde 38.8’lik oy, bir önceki mahallî seçimlere göre yüzde 4, 2007 yılındaki genel seçimlere göre ise yüzde 8 oy kaybı anlamına geliyor. Bunun değişik sebepleri var elbette. Sadece ekonomik krize bağlamak gerçekçi olmayacaktır. Birçok sebep sıralanabilir. Meselâ, aday tesbitindeki yanlışlar, seçim kampanyalarında yaşanan üslûpsuz tartışmalar gibi sebeplerde etkili olmuştur. “Ceketi aday göstersek seçilir” türü propagandalar, hatta helikopter kazasından sonra enkazın günler sonra bulunması bile bu sebepler arasında sıralanabilir. Başbakan “Gerekli mesajı aldık” derken bunları da düşünmüş olmalı.
Sonuçlar hükümet açısından bir durumu daha ortaya çıkardı. Bazı bakanların ve parti yöneticilerinin kendi illerinde seçimi kaybetmeleri başka bir tartışmayı da gündeme getirdi. Bu da uzun süredir konuşulan fakat bir türlü yapılmayan kabine revizyonu. Bu illeri şöyle sıralayabiliriz. Tayyip Erdoğan’a başbakanlık yolunu açan ve ilk milletvekili seçildiği il olan Siirt’te, AKP’nin güçlü isimlerinden eski Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın memleketi olan Manisa’da, Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in seçim bölgesi olan Van’da, Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen’in seçim bölgesi olan Mersin’de seçimi AKP’nin kaybetmesi bu tartışmayı hararetlendirdi.
Bir gazetenin, “Bakanlardan istifa resti” şeklindeki manşeti Başbakan Erdoğan’ı kızdırmaya yetti. Bu kızgınlığa bakılırsa Erdoğan’ın bu konuda ne kadar hassas olduğunu gösteriyor. “Eğer o toplantıdaki bilgilerin dışarı sızması gibi bir şey olsun altı bakanın altısını da dışarıya koyarım” diye sert bir cevap verirken, revizyon olursa da bunun seçime bağlanmaması gerektiğini söylemesi de revizyonun olabileceğini gösteriyor.
Seçim sonuçları ile ilgili olarak Mustafa Karaalioğlu’nun yorumunu yazmadan geçmeyeyim. “SP, ‘nisbeten’ güçlü medya desteği ile girdiği seçimden yüzde 5.2 ile çıkabilirken, DP gibi varlığı unutulmuş bir partinin bile medyada tek kelime bahsedilmeden yüzde 3.7 oy alması dikkat çekicidir…” (Star, 2.4.2009)
Bu seçim sonuçları önümüzdeki günlerde de tartışılacağa benziyor. Son sözü millet söyledi, demokrasiye sahip çıktığını gösterdi, bunu yaparken de herkese dersini verdi. Siyasî partilere de halkın verdiği dersi iyi okumaları ve gereğini yapmaları kaldı.
03.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Alternatif ihtiyacı |
|
On iki yıl önce, bir seneyi dahi tamamlayamadan çekilmek mecburiyetinde bırakılan yarım millî görüş iktidarının Türkiye’ye ne kadar pahalıya mal olduğu, sonraki gelişmelerle ayan beyan gözler önüne serildi.
Üç defa kesintiye uğrayan yarım asırlık çok partili demokrasi döneminin kazanımları, bu iktidarı bahane ederek başlatılan 28 Şubat sürecinde çok büyük zarar gördü ve tahribata uğradı.
Hâlâ bu sıkıntı ve sancıyı yaşamaya devam eden Türkiye, altı buçuk yıla yakın bir zamandır tek başına AKP iktidarı tarafından “yönetiliyor.”
Evvelce defaatle vurguladığımız gibi, AKP 28 Şubat tahribatını kısmen dahi olsa tamir şöyle dursun, bu tahribatın aynen ve hattâ yer yer daha da şiddetlenerek devamına engel olamadı.
Endişemiz, millî görüşten ayrılan kadrolarca kurulan AKP’nin bu kadar uzun süren tek parti iktidarı sonrasında, Türkiye’nin çok daha büyük ve derin sıkıntılarla karşı karşıya kalması.
29 Mart yerel seçiminde AKP’ye duyulan sınırlı halk tepkisinin yer yer CHP, MHP ve DTP gibi partilere verilen destek şeklinde tezahür etmesi, bu endişemizi kuvvetlendiren bir gelişme.
Ekseninde 27 Mayıs-12 Mart-12 Eylül-28 Şubat silsilesinin yer aldığı bir siyasî proje, dönüp dönüp aynı aktörleri kullanarak, halkı da manipüle ederek, perde gerisindeki müdahaleci statükoyu ilânihaye koruyup sürdürmeye çalışıyor.
Statüko, 12 Eylül Anayasasını halkın yüzde 92’sine baskı ve tehditle onaylatarak bu yolda önemli ve stratejik başarılarından birini kazandı. Aynı şeyi, bu anayasa ile getirdiği siyasî yasakların devamı için 1987’de yapılan referandumda da yapmak istedi, ama bu defa kılpayı ile kaybetti.
Sonra, Türkiye 12 Eylül düzeninden kurtulma çabalarının yavaş da olsa gündeme gelmeye başladığı bir sürece girdi. Ve ihtilâl anayasasındaki ilk değişiklikler, DYP-SHP iktidarında yapıldı.
Ama 90’lı yıllarda millî görüşe halk desteğinin artması ve buna paralel olarak laikçi tepkilerin tırmanışa geçmesi, genel iklimi bozdu ve bu olumlu süreci tersine çevirdi. Darbe düzeninden çıkma ve demokratikleşme gündeminin yerini, sonu gelmeyen laiklik ve irtica tartışmaları aldı.
Bu durum AKP döneminde de devam etti.
22 Temmuz’da MHP ile DTP’nin de denkleme katılması, 2007’ye kadar AKP-CHP ikileminde sürüp giden kısır tartışmaya etnik eksenli milliyetçilik boyutunun eklenmesini netice verdi.
29 Mart’ta işaretini vermeye başlayan AKP yıpranması, eğer yine CHP-MHP ikilisinin sınırlı da olsa birlikte koalisyon kurmalarına imkân verecek güce erişmelerini netice verirse, on iki yıl önce Refahyol’un çekilmesini takiben yaşanan sürecin farklı bir versiyonu bir defa daha tekrarlanacak demektir. Buna rızamız var mı?
Birbiriyle kavgalı olan ve toplumu kutuplaşma ortamında tutan AKP-CHP-MHP-DTP dörtlüsüyle ülkede iç barışın kurulamayacağını belirten DP lideri Soylu'nun işaret ettiği gerçek bu noktada önemli. Türkiye’nin, bu dörtlü dışında, farklı ve demokratik bir alternatife ihtiyacı var.
Burada şu gerçeğe de dikkat etmek gerekiyor.
Görünüşte 28 Şubat’ın asıl hedefi olan millî görüş partisi iki kez kapatılır, ama oradan ayrılanlarca kurulan AKP’nin önü açılırken, Refahyol’un koalisyon ortağı DYP o günden bu yana ısrarlı bir şekilde yok sayıldı, silinmeye çalışıldı.
Partideki yönetim hatalarının da katkısıyla hızlanan gerileme süreci, 22 Temmuz’daki 5.4 oranıyla partiyi dibe vurdurdu. Ama sonraki anketler, daha ötesinde, bu oranın yüzde 1’lere kadar düştüğünü gösterdi. Onun için, DP’nin 29 Mart’ta aldığı 3.7’yi 5.4’le değil, 1’le kıyaslamanın daha doğru olacağı görüşünün, DP çizgisiyle ilgisi olmayanlarca dahi seslendirilmesi ilginç.
Soylu haklı olarak “5.4’ün altına düşersek bırakırım” sözünün gereğini yapıyor. Ama partinin yetkili kurullarının 3.7’yi 1’e göre değerlendirip Soylu’ya desteği tazelemeleri ve aksaklıkları düzelterek yola devam etmeleri daha isabetli olur...
03.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|