Ben Zübeyir Ağabeyin lisan-ı hâlinden şunu anlardım: “Risâle-i Nur’u iyi okuyun, iyi anlayın. Bunu yapan zaten dolup taşar ve etrafına da anlatır.” Bir kısım talebeler sadece derslerde dinlemekle yetiniyor. Bu yanlıştır. Kendilerine bir okuma saati belirleyerek ‘iyi okuyup, iyi anlamaya’ çalışmalıdırlar diye düşünüyorum.
Zübeyir Gündüzalp ile ne zaman ve nasıl
tanıştınız?
Zübeyir Ağabey ile tanışmam, benim üzerimde çok tesirli oldu. Neden bu kadar tesirli olduğunu sonradan anladım. Bugün toplum içinde, çeşitli yerlerde konferanslarda konuşmalar yapıyoruz; televizyon, radyo programlarına katılıyoruz. Ben İstanbul İmam Hatip’te okuyordum. İmam hatipte okurken, Risâle-i Nurları yeni yeni tanımaya başlamıştım. İmam Hatip 6. sınıfta iken, bir arkadaşım bana bir kitap vermişti, ondan sonra da sohbetlere katılmıştım. Değişik yerlerden gelen ağabeylerimiz oluyor. Bilmiyoruz tabiî onları, tanımıyoruz… Duyduk ki Üstadın şoförlerinden Ceylan Çalışkan Ağabey trafik kazasında vefat etmiş. Emirdağ’da onun mevlidi var. Bize dediler ki, bir otobüs gidiyoruz, isterseniz siz de dahil olun. Biz de 3-4 kişi o gruba dahil olduk. O arkadaşlarla beraber mevlide katıldık. Yolculuk sırasında otobüsün içinde–hatırlayabildiğim kadarıyla–Mehmet Kırkıncı Hoca, Mustafa Sungur ve Zübeyir Ağabeyler de vardı. Hatta Afyon’da bir camide, avluda namaz kılmıştık... Gittik, konuşmalar yapılıyor, şiirler okunuyor. Şiirlerden birisini de okuyan benim. Yalnız şu an okuduğum şiirin konusunu hatırlayamıyorum. Ama öyle tahmin ediyorum ki, Risâle-i Nur’la ilgiliydi. Ama beni etkileyen durum şuydu: Zübeyir Ağabey neden bizden büyüklere değil de, bana ve benimle beraber orada bulunan öğrencilere okuttu şiiri? Bunu tabiî sonradan düşündük, şimdi çok daha iyi anlıyorum: Toplum karşısına çıkıp televizyonlarda vesâire yerlerde konuşuyorsam, okuduğumuz okulun da etkisi var ama, böyle seçkin bir toplumun, Bediüzzaman’ın Talebelerinin ve nurânî bir cemaatin karşısında Zübeyir Ağabeyin farklı zaman ve zeminlerde henüz küçük yaşta iken bizi toplum karşısına çıkartarak yetiştirmesinin büyük bir payı var.
Üniversiteyi İstanbul’da okumuşsunuz. O yıllarda Zübeyir Ağabey de İstanbul’daydı. Kendisi ile aynı dershanede kaldınız mı?
İstanbul’da Yüksek İslâm Enstitüsünü okuduğumuzdan sık sık İstanbul’a gider gelirdik. Zübeyir Ağabeyin sohbetlerine katıldık, dinledik. Ben yatılı okuduğum için, çok sık görüşemiyordum kendisiyle. Bu nedenle bir yaz kalayım dedim. Meşhur Kirazlımescit sokağındaki 46 numaralı dershanede kalmaya karar verdim. Orada iki-üç ay kaldım. Zübeyir Ağabey de üst katta kalıyordu. Zaman zaman aşağıya iniyordu. O kadar çok hastalığı vardı ki, her zaman inemiyordu. Ama indiğinde kendisi ile görüşmek çok şükür bana nasip oldu. Diğer ağabeylerle de mümkün mertebe görüşmek nasip oldu. Bir arkadaş gibi olduk, kaynaştık o ağabeylerle.
Zübeyir Gündüzalp’te görebildiğiniz özellikler
nelerdi?
Zübeyir Ağabey insanlara değer veriyordu. En büyük özelliği buydu. Ben bunu görüyordum Zübeyir Ağabeyde. Bizim bugün ‘Çocuk ve biz’ programlarında da söylediğimiz şu: “Çocuklarınıza değer verin.” İnsanlar birbirine bağırıp çağırıyor, herkes birbirinden şikâyetçi, en büyük sıkıntı insanların birbirine değer vermemesi. Zübeyir Ağabey bana değer vermişti, bir toplum karşısına çıkarmış, şiir okutmuştu. Şu anda burada olmamın, televizyon ve radyoda programlar yapmamın temelini Zübeyir Ağabey oluşturdu. Bir defa da olsa, toplum karşısına çıkıp konuşabilmek, şiir okumak, az da olsa hayatın planını yapmaya yönlendiriyor insanı.
Eğitimciliğinizin yanı sıra ‘yazar’sınız. Zübeyir
Ağabeyle yaşadığınız dönemdeki hatıralarınızı kaleme almayı düşünüyor musunuz?
Ben şimdi insanlara şunu da söylüyorum. Ne zaman, kiminle, ne konuştuğunuzu not edin. Her zaman cebinizde bir not defteri bulunsun. Daha sonraları hatırlayamayabiliyor insan. Yaşadıklarınızı not edin. Hatıra olarak kalsın. “Keşke, Zübeyir Ağabey veya diğer ağabeylerle ilgili yaşadığım olayları, hatıraları bir kenara not alsaydım” diye esefleniyorum şimdi. Belki de Zübeyir Ağabey ve diğer ağabeylerle ilgili kocaman bir kitap olurdu. Benzer şekilde Mustafa Sungur Ağabey olsun, diğer ağabeyler olsun birçok defa evlerinde misafir olduk, sofralarına oturduk, ama bunların çoğunu günü gününe kaydetmedik. Tabiî birazcık da yoğunluktan dolayı böyle olduğunu düşünüyorum. Çünkü hep koşturmaca geçiyordu hayatımız, ondan dolayı pek kaydedemedik ne yazık ki. Ama insanlar yatmadan evvel bir beş on dakika o gün içerisinde neler yaptığını, önemli olanları bir not defterine yazabilirler, hatta bu ilerleyen yıllarda bir vesika hükmünde olabilir. Yayınlanabilir de, söylenebilir de. Kişinin hiçbir kaybı olmaz, bir kenara not etmesinin. Çocuklarına bir hatıra bırakmış olur.
Zübeyir Ağabeyin size değer vermesi ile alâkalı bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?
Bir arkadaşımı tanıştırmak istediğim zaman hemen kabul ederdi. Meselâ benim hemşerim, Fethiyeli bir arkadaşım vardı. Psikolojik hastaydı, doktorlara gidiyordu. Hiç unutmuyorum, Zübeyir Ağabeyden rica ettim; “Ağabey, böyle bir arkadaşım var, sizi tanıştırmak istiyorum, biraz konuşuverseniz?” diye. Kabul etti. İçeriye gelince, hemen “Hani kim hasta? Hasta falan yok” dedi. O kelimeyi duyar duymaz arkadaşlarımızın gözü ışıldamaya başladı. “Bu mu hasta?” dedi. “Ne hastalığı var!” Zübeyir Ağabey insan psikolojisinden de anlıyordu. Meselâ o arkadaşım ile görüşmesinden sonra, arkadaşım oradan morali çok düzgün bir şekilde ayrıldı. Düşünün şimdi, Zübeyir Ağabey doktor değil. Bana değer veriyor, bana değer verdiği gibi benim hasta arkadaşıma da değer verip onunla ilgileniyor.
Başka bir arkadaşım da bana “İllâki, Zübeyir Ağabeyi bana şimdi göster” dedi. “Ama Zübeyir Ağabey rahatsız, onu rahatsız ederiz!” dedim. Biz bunu konuştuğumuz sırada Zübeyir Ağabeyin bizi duyması mümkün değil. Hatta biz mutfaktayız ve o kadar hasta ki bizim yanımıza inmesi de mümkün değil! Bir de mutfak, Zübeyir Ağabeyin uğradığı, geldiği yer değil! Adeta, sen misin onu diyen, sanki haber gönderilmiş gibi geldi mutfağa “Bu kardeşimiz kim?” dedi. Ben de tanıttım.
Sanırım Zübeyir Ağabey insan psikolojisini iyi
biliyordu, değil mi?
Kesinlikle. Meselâ üst kattaki ev sahibinin oğlu (Risâle-i Nurları tanıyan biri), eline hortumu almış bahçeyi suluyor. Tabiî yukarıdan aşağıdaki bahçeyi suluyor. Sularken de dikkat etmiyor, bazen su içeriye ve Zübeyir Ağabeyin olduğu yere de giriyor. Zübeyir Ağabey oradan sesleniyor–çocuğun adını unuttum–“Bak bu köşe de kaldı, buraları da sulayabilirsin!” v.s. deyip espriyle konuşuyor. Çocuk hatasını anlayıp hemen hortumu çekiyor. Düşünebiliyor musunuz? Zübeyir Ağabeyin yerinde başka biri olsaydı nasıl davranırdı acaba?
En ufak bir işinizde dahi Zübeyir Ağabeye
danışıyor muydunuz?
Evet. Bakın bununla ilgili bir hatıramı sizlerle paylaşayım. Benim bazı rahatsızlıklarım vardı. Zübeyir Ağabeye gidiyoruz, doktor soruyoruz! Yani biz tedavi olmak istiyoruz, Zübeyir Ağabeye gidip “Hangi doktora gidelim?” diye soruyoruz. Bunu neden soruyoruz? Bizimle ilgilendiği için. Hâlbuki ona sormaya ne gerek var? Ama bizimle ilgilenmesi o kadar hoşumuza gidiyor ki, bir baba gibi, derdimizi rahatça anlatabiliyoruz. Meselâ bir gün dedi ki: “Kardeşim, bak, Ayvansaray’da bir doktor vardır. Ona gidin, o hem çok dindar bir insandır. Çok fazla para da almaz. Mutlaka ona gidin, size faydası olur.” Zübeyir Ağabeyin tarif ettiği doktora gittik. İnsanların derdini dinleyen enteresan bir doktordu. Bende egzama vardı. Ayrıca gözlük kullanıyordum, hem miyop, hem astigmat. İkisi de düzeldi. Ben öyle tahmin ediyorum, o doktorun anlatmasına binâen, onun vesilesiyle iyileştim. Dolayısıyla Zübeyir Ağabeye çok şey borçluyuz.
Siz bir eğitimcisiniz. Bu gözle baktığınızda Zübeyir Ağabeyin hangi davranışları daha çok dikkatinizi çekmişti?
Tavizkâr olmayışı; yani inandığı şeylerden taviz vermemesi. O başını verir, fakat çizgisinden şu veya bu sebeple kaymaz! Yedi çeşit hastalığı olduğunu söylerlerdi. Diz üstü bile duramazdı. Ama bütün bunlara rağmen çok hızlı yürürdü.
Zaman onun için çok önemliydi, değil mi?
Evet, tabiî. Bazen derdi ki: “Kardeşim, kolayını bulsam evlerin bacalarından içeri gireceğim, risâleleri ulaştıracağım.” Risâle-i Nur eserleriyle o kadar hemhâl idi ki, birçok kişiye onları ulaştırmak için son derece gayret ederdi.
Rabbim cenazesine yetişmeyi nasip eyledi. Fatih’ten Eyüb’e kadar caddeler insanlarla doluydu. İnsanlar “Bu kim?” diye soruyorlardı. Zübeyir Ağabey o kadar insan tarafından sevilen biriydi işte. İllâ da çok meşhur, siyasetçi, şair vb. olması gerekmiyor, ama akla bu tarz kişiler geliyor bu tür durumlarda. Ama Zübeyir Ağabeyin cenazesine, tâ uzaklardan kalkıp gelen insanlar o kadar çoktu ki…
Bediüzzaman Hazretlerinin vefatından sonra, hizmetlerin organizesinde Zübeyir Ağabeyin ne gibi katkıları oldu?
Tarih boyunca, yeniliklere karşı çıkan insanlar olmuştur. Meselâ bir zamanlar faytonlar vardı. Taksiler çıkınca faytoncular isyan etti. Bizim ekmeğimiz elden gidecek diye. Üstadın zamanında Risâleler Kur’ân hattıyla yazılıyordu; Lâtin harfleriyle çıkmaya başlayınca bunu istemeyenler oldu. Hâlbuki Üstad, Lâtin harfleriyle çok çeşitli insanlara ulaşmak istemiştir.
Zübeyir Ağabeyin, etrafındaki insanların bakış açıları farklıydı. Bir yenilik gördükleri zaman karşı çıkmazlardı. Sözgelimi gazete mi çıkmalı, bu yeniliği kabul ederlerdi. Nurları gazete vasıtasıyla insanlara ulaştıracaksak, gazete çıkmalı, radyo vasıtasıyla hizmet edeceksek radyomuz olmalı vesâire… Meselâ teksir makinesi çıktığı zaman, teksir makinesini övmüştür Bediüzzaman. Ama bunların hepsi birer araçtır; yani vasıtadır, gaye değildir. Bu araçlar vasıtasıyla amacımıza varmak önemlidir. Ağabeylerin sağlığında İttihad gazetesi çıkıyordu, sonrasında Yeni Asya çıkmaya başladı. Şunu hatırladığım için söylemek durumundayım: “Bu kadar kitap varken, ne gerek var gazeteye!” diyenler olabiliyordu. İşte Zübeyir Ağabey ve onun gibi ağabeylerimiz buna mukabil “Bu bir ihtiyaçtır. Ulaşamadığımız bazı yerlere gazete vasıtasıyla ulaşabiliriz” diyerek yeniliklere açık olduklarını gösteriyorlardı. Yeniliklere açık olduklarını da hayatları boyunca göstermişlerdir.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Ben Zübeyir Ağabeyin lisan-ı hâlinden şunu anlardım: “Risâle-i Nur’u iyi okuyun, iyi anlayın. Bunu yapan zaten dolup taşar ve etrafına da anlatır.” Bir kısım talebeler sadece derslerde dinlemekle yetiniyor. Bu yanlıştır. Kendilerine bir okuma saati belirleyerek ‘iyi okuyup, iyi anlamaya’ çalışmalıdırlar diye düşünüyorum.
İbrahim Ünal kimdir?
1945 yılında Muğla’nın Fethiye kazasına bağlı Seki kasabasında doğdu. 1969 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi. Afyon, Nazilli ve Ankara Merkez İmam Hatip Liselerinde Meslek Dersleri öğretmenliği, Nazilli Merkez Ortaokulu ve Ankara Atatürk Lisesinde Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenliği yaptı. Manisa-Demirci İmam Hatip Lisesi Müdürlüğü, Talim ve Terbiye Kurulu Uzmanlığı, Ortaöğretim Genel Müdür Yardımcılığı ile Bakanlık Müşavirliği görevlerinde bulundu. 1992’den Kasım 2000’e kadar Eğitimciler Birliği Vakfı Genel Başkanlığını yürüttü. Çeşitli gazete ve dergilerde makale ve incelemeleri yayınlandı. Türkiye Millî Kültür Vakfının “Televizyonun Millî Kültüre Tesirleri” isimli araştırma yarışmasında ikincilik, Yeni Asya gazetesinin “Cumhuriyet Devrinde Millî Eğitim” ve “Dünyada ve Türkiye’de Irkçılık” konularında açtığı inceleme yarışmalarında birincilikler kazandı. 1998 yılında öğretmenlikten emekli oldu. Ankara’dan yayınını sürdüren Dost TV’de çocuk eğitimi ve aile üzerine sohbetler yapan Ünal, evli ve dört çocuk babasıdır.
|
40 YILLIK OKUYUCULARDAN BASRİ ÖZDEMİR ANLATIYOR:
Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
1952 Elazığ doğumluyum. İlkokul ve imam hatip okulunu Elazığ’da okudum. Ailece 1967’de Mersin’e göç ederek yerleştik. Babamın kurduğu Nas Gıda şirketinde çalışarak ticarete başladım. 1987 yılında Kıbrıs’ta Nas Ticaret şirketini kurarak Kıbrıs’a yerleştim. 7 yıl sonra 1994’te tekrar Mersin’e döndüm. Şu an Yeni Asya Bürosunun bulunduğu mekânı satın alarak, temizlik malzemeleri imalatı ithalat-ihracat işleri ile uğraşıyorum. Büromuzu çalıştıran Cuma Bahçeci ile gazete-kitap, dağıtım ve satışında kardeşlerime yardımcı olmaya çalışıyorum.
Yeni Asya Gazetesi ile ne zaman, nerede ve ne zaman tanıştınız?
Babam Muhittin Özdemir’in Elazığ’da gıda üzerine çalışan bir dükkânı vardı. Rahmetli Hulusi Yahyalıgil Ağabey, zaman zaman oraya gelir ders sohbeti yapardı. Yine Rahmetli Muzaffer Aslan Ağabey de sık sık Elazığ’a gelir, hep bizde kalırdı. En çok 5. Şua’dan ders yapar içtimaî, siyasî ahvali ve neşriyatın önemini anlatırdı. Cemaatimizin o zamanlarda çıkardığı İttihad, Zülfikâr ve İhlâs isimlerinde haftalık gazeteleri ailece okur ve neşrine çalışırdık. Sonra Yeni Asya kuruldu, bizler de ailece maddî manevî yardımda bulunarak kendi şirketimiz gibi ortak olduk. Onu ayakta tutmaya çalıştık ve çalışıyoruz.
Sizi Yeni Asya’ya bağlayan esas sebepler
nelerdir?
Rahmetli dedem ve halen yaşayan babam tek parti döneminde çok sıkıntılar çekmişler. Babam 1960 ihtilâlinde Menderes’e bir telgraf çektiği için 5,5 ay Sivas’ta hapis yatmıştı. Resmî ideolojinin yalanlarına ve zulümlerine karşı, ihtilâlcilere karşı bende küçük yaştan beri bir mücadele azmi uyandı. İşte Yeni Asya, bu zulümlere karşı koymaya çalışan ve hukukumuzu müdafaa eden bir gazete olduğu ve bizim yapamadığımızı geniş dairede İlay-ı Kelimetullah’ı, emr-i bilmarufu, cihad-ı manevîyi en güzel bir şekilde bi hakkın yaptığı için onu okuyoruz.
Yeni Asya’nın size ve ailenize kazandırdığı en
önemli değerler neler olmuştur?
Yeni Asya içtimaî, siyasî meseleleri Risâle-i Nur ışığında yorumluyor, taviz vermeden istikrarlı bir şekilde yayın yapıyor, korkmadan çekinmeden istikametini muhafaza ediyor, bizleri de siyasî içtimaî yanlışlığa düşmekten koruyor.
Yeni Asya ile ilgili yaşadığınız bir hatırayı bizimle paylaşır mısınız?
1971 yılında muhtıra sonrası bir çok ilde tutuklamalar olmuştu. Biz de o dönemde Mustafa Sungur ve Abdullah Ağabeylerle birlikte özel arabamızla il ve ilçelere ziyaretler yapıyorduk. Bazı yerlerde siyasî- içtimaî hastalıklar da baş göstermişti. Gazete (Yeni Asya) aleyhinde olan bazı kişiler dedikodu ve tenkitler yapıyorlardı. Sungur Ağabey onlara: ”Kardeşler üç Mehmetler (M. Emin Birinci, Mehmet Fırıncı, Mehmet Kutlular) bu mevzuları bizden daha iyi bilirler, bizler bu işleri istişare ile yürütüyoruz” diyerek onları ikna etmeye çalışması ve kendisinin de gazeteyi alıp incelemesi bize çok güzel örnek olmuştu.
Son olarak Yeni Asya okuyucularına ne söylemek istersiniz?
Bizler Risâle-i Nur ve Yeni Asya dâvâsı uğruna çok çileler ve işkenceler çektik, hapislerde yattık fakat bizi yıldıramadılar. Hapisten çıktık, hizmete, bıraktığımız yerden daha ziyade aşkla şevkle devam ettik ve ediyoruz. O acı günler geldi geçti. Elemi gitti, lezzeti kaldı. Tarihe, çok şerefli hatıralar o zalimlerin elleriyle yazıldı. “Zalimler için yaşasın Cehennem.” Anadolu’da çok isimsiz kahramanlar var, hepsini tebrik ediyor hizmetlerini alkışlıyor selâm ve sevgiler sunuyorum.
|