"Gerçekten" haber verir 28 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Röportaj

H. HÜSEYİN KEMAL

Türkiye'den kopuk yaşayan asker Türkiye'yi nasıl korur?

Bu hafta yazar Selahattin Yusuf’la Türkiye’yi konuştuk. Yusuf; Kırk Ambar, Meksika Sınırı gibi televizyon programlarının yanında Yeni Aktüel, Gerçek Hayat’ta yazarlık yapıyor. Yazarın askerlik hayatını anlattığı Şafaktan Az önce isimli yeni çıkmış bir kitabı da bulunuyor. Yusuf, Türkiye’de askerin metafizik ihtiyacını “Türkiye’yi kurtarmak” fikri üzerinden beslediğini söylüyor....

Ergenekon hissiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biraz önce Cumhuriyet gazetesi yazarı Balbay’ın günlüklerini okurken, Türkiye’nin kurtulması ve kurulması süreci duygusunun hâlâ devam ettiğini gördüm. O dönem Türkiye’yi kurtarmak bir mecburiyetti, ancak bunun daha sonra mesleğe dönüşmüş olduğu söylenebilir. Bu Türkiye’ye çok kaybettirir.

nMeslek derken?

Askerimizin mesleği orduyu güçlendirmek, modernize etmek ve aziz vatanımızı korumaktır. Türkiye’nin fiziki varlığını kurtarmak elbette ki Türkiye’nin tamamını kurtarmak anlamına gelmiyor. Türkiye’nin başka şeylerini korumak ve kollamak zorunda askerler. Türkiye’nin fiziki varlığını koruma konusunda hiç bir kafa karışıklığı yok, fakat içerdeki manevî varlığını koruma konusunda tartışmalar var. Askerler seksen sene sonra bile kurtarılmaya muhtaç bir şeylerin olduğunu vehmediyorlar. Haklılar mı, haksızlar mı tartışmasına girmeyeceğim.

Girilmesi gereken tartışmadan uzaklaşıyorsunuz. Tam da mesele haklılık, haksızlık meselesi üzerinden tartışılmıyor mu?

Tabiî ki bu konular üzerinde bir fikrim var. Türkiye’de ortalama iyi insanın ne olduğuna karar verilemiyor. Teker teker fikir çevrelerinin ideolojik çevreleri iyi insan hedefleri ve modelleri var. Bunlar derinde çatışıyorlar.

Farklılıklarımızı benzetme çabası içersinde miyiz?

Doğru, ama biz İsveç değiliz. Hungtington meşum önermesinde, “Türkiye en derininden ikiye bölünmüş bir ülkedir” diyor. Doğu’nun ve Batı’nın manyetik etkisinde kalmış ve iki uca yönelmiş bir Türkiye var. Geleneksel kodlara bakıldığında, orda başka bir şey görülür, Osmanlı’nın son döneminden itibaren Batılılaşma anlayışının kodlarına bakıldığında, orda başka kodlar görülür. Aynı fiziki şartlarda bir arada yaşayan bu dünyalar, sürtüşmelere neden oluyor.

Sürtüşme bütün toplumlarda yok mu? Bu sadece Türkiye’ye özgü mü?

Biz tartışmayı ve konuşmayı beceremiyoruz. Almanya ve Türkiye arasında büyük bir eğitim seviyesi farkı var. Fisher, gençliğinde polise taş atan bir gençken, dışişleri bakanı olduğunda Almanya’nın çıkarlarını derin bir maneviyat içersinde korumayı bilmiştir. Türkiye’de bu olmuş mudur?

‘Biz koruruz’ diyene de devlet güvenmiyor ki?

Diğerinin koruması şüphe çekici bir durum oluyor. Ölümcül şüphe giderilemiyor. Ben günlük siyasete inanmayan biri olarak, şunları söyleyebilirim ki; AKP’nin attığı olumlu adımların bazı odaklar tarafından hiçbir önemi yok. “Güzel laf ettin, ama bunu ben etmeliydim” anlayışı, aslında hakikati sahiplenme mücadelesi. Kendi hakikatini dayatma mücadelesi. Onun için ortalama iyi insan konusunda karara varmış değil.

Böyle bir iyi insan tanımını yapmak ve yaptırmak yine belli bir merkeze işi havale etmek olmaz mı?

Muğlak bir karara varılması gerekir. Bunu tek bir insan üzerinden düşünmeyelim. Eğer kişi şizofren çatışma içerisinde ise psikiyatrist o çatışmayı bir nebze gidererek o insanın gündelik hayatını devam ettirmesine yardımcı olabilir. Aynı kafada iki çatışma alanının yaşamasını sağlayabilir. Bakıyoruz, Türkiye bir zaman darbe söylemleriyle, muhtıralarla, tehdit tanımlamalarıyla şifozreniye yöneliyor, zaman zamansa birliktelik havası içersinde hareket ediyor. Türkiye, bu şizofren tartışmayı kaldıracak güce ve lükse sahip değil. 70’lerde sağın da, solun da derdi Türkiye’nin nasıl kalkınacağıyla ilgiliydi. Bugünkü kavga iktidara kimin sahip olacağıyla ilgili. Sözüm ona vatanı satacak olanlarla vatanı kurtaracak olanlar arasındaki çatışma. Bu çatışmanın derinlikli olduğuna inanamam.

2009’da hâlâ bu tartışmaları yaşamak nasıl bir şey?

Askerler dünyanın her yerinde mesleklerini yaptıklarını hissetmek isterler. Buzzati’nin Tatar Çölü romanında Yüzbaşı Dragon adında bir karakter vardır. Dragon gönderildiği uç kalede Tatarları bekler. Belki de kendi hayatına mal olacak savaşın başlamaması Dragon’u ruh sağlığından eder. Büyük bir geleneğe sahip olan Türk ordusu da koltukta oturmaktan hoşlanmayabilir. 2009’da vatanı kollamak ve kurtarmak isteyebilirler. Askerlerden filozof, düşünür, edebiyatçı, şair olması beklenemez. Burada kurumsal ahenk devreye giriyor. Batıda kurumları oluşturan toplumsal, ekonomik, sosyal süreç uzun zaman önce başlamıştı, bizde ise çok yeni...

Bu ahenksizliğin başka sebepleri var mı?

Askerin adi bir kaygıdan, sadece ego, güç ve maddî menfaat için bu işlere girişmediğini düşünüyorum. Zaten asıl mesele de burada başlıyor. Türkiye için bir şeyler yapmanın ortak yolunu bulmamız gerekiyor. Türkiye’de demokrasi olacaksa, bunun yolu kusurlu da olsa sahiplenmekten geçiyor. Eruygur ve arkadaşlarının anlamadığı nokta bu. İletişim zayıf ve kültürel farklar kabul edilmediği için insanlar birbirine yabancı muamelesi yapıyor. Toplumun yüzde sekseni öyle yaşasa bile, bir taraftan baktığınızda sanki Pakistanlı biri gelmiş Türkiye’yi yönetiyormuş gibi görebilirsiniz. Sistem tarafından itilmişlerin gözüyle de baktığınızda, Türkiye’yi Madagaskar’dan gelmiş bir azınlık yönetiyor gibi görebilirsiniz. Bu Türkiye’nin Doğu ve Batıya yönelmiş olmasından kaynaklanıyor.

Toplumun, Eruygur ve arkadaşlarının bazı şeyleri kabullenmesine ihtiyacı var mı?

Bu tarz düşünen insanların rahatlaması ve sakinleşmesi açısından söyledim, yoksa zaten onlara ihtiyacımız olmadığından, savcılar onları içeri aldı. Bu açıdan bakıldığında ise, Türkiye bir Afrika ülkesi değil, ciddi bir ülke.

Ama toplumda askere belli bir mertebe

atfedilerek, “Asker bizi kabullenmeli” algısı yüksek. Kabullenmeleri şart mı?

Kabul etmeseler de demokrasi kendi kurallarını işletecektir. Darbe günlükleri vahim ve düşündürücü. Türkiye darbeleri kendisi mi yapıyor ve generalleri kendi gücüyle mi içeri atıyor? Bunları iyice düşünmek lâzım. Şüpheliyim. Türkiye, Ergenekon sürecini kendi gücüyle yaptıysa düşündüğümüzden yüz sene önde, eğer kendi gücüyle yapmıyorsa yüz sene gerisindedir.

Diyelim ki salt kendi gücüyle yapmadı. Bu ne

anlama gelir?

Türkiye’nin hâlâ güçsüz ve manipülasyonlara açık bir ülke olduğunu gösterir. Dünyadaki güç odaklarının ve Amerika’nın hale yola koyabildiği bir ülke olur. Çok basit ve açık.

Ergenekon dâvâsı Türkiye’nin de önünü açan bir dâvâ olamaz mı?

Türkiye aynı zamanda operasyonel bir zekâya da sahip olmalıdır. Amerika, bize bunu, büyük bir oyunun küçük bir adımı gibi dikta ettiriyorsa, bunun bilincinde olup Türk gibi yapalım. Ordu her şeye rağmen Türkiye’nin bekası için önemli bir kurum. Generallerin gururlarını incitmeden bunları yapalım, çünkü bu tür şeyler ordu içinde travmalara neden olabilir. Bir taraftan da; general de olsa hukukun önünde herkes eşittir. Burada işler çatallaşıyor.

Bu operasyonu Amerika destekliyorsa, dikkat edilmesi gerekir mi diyorsunuz?

Ben, Türkiye’nin geleneklerine, göreneklerine, kültürel yüküne kalpten bağlı bir insanım. Neden, Türkiye laik demokratik bir ülke olmasına rağmen, İslâm dünyasına örneklik teşkil eden bir ülkedir. Batılıların resmî romantizminin ilk cümlesi olan bu görüş, şüphe çekicidir. Sanki büyük bir operasyonun uygun cümlesidir. ABD’nin ve AB’nin yakın partnerleri olan Ürdün, S.Arabistan, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri’nde ideolojik olarak sorunsal olmayan şey, Türkiye’de niçin sorun oluyor? Türkiye, niçin krallık, ya da imparatorluk değil? Türkiye’ye niçin demokratik, laik ve İslâm devleti olmak gibi bir görev biçilmiş? Bize toplumsal, siyasî ve ekonomik bir düzen empoze edilmiş. Biz laik, demokratik biz düzeni kabul etsek bile, bazı soru işaretlerini de yanına koymamız lâzım.

ABD ya da Avrupa istese Ürdün’de de Türkiye’ye benzer bir sistem kurdurabilir. Bunu oralarda niye yapmıyor demek istiyorsunuz değil mi?

Türkiye, ne olacaksa, buna kendisi karar vermelidir. Darbe günlüklerine bakıldığında, asker darbe yapacaksa da Amerika’nın fikrini merak ediyor veya Türkiye nasıl bir İslâm anlayışına sahip olacaksa, buna Amerika’nın vizöründen bakıyor. Çevreleme politikasının güçlü bir unsuru olarak ılımlı İslâmcı olunuyor. 24 Ocak kararları dikte ettiriliyor, ardından darbeyle sistem değiştiriliyor. Bu yanılsamaların ortadan kalkması gerekiyor. Türkiye büyük bir entelektüel, sosyal ve ekonomik hamleyle önce kendisi olmalı. Amerika çöktükten sonra biz varoluşsal problemleriyle ortada kalan bir ülke mi olacağız? Cumhuriyet kurulurken bu anlayışa erişemedi.

Cumhuriyet dönemi bir dayatma mıdır?

İngilizler halifeliğin kaldırılmasını isterken, Almanlar halifeliği niçin destekliyordu? Bu önemli bir sorudur. Halifeliği, “Halife adına savaşıyoruz” diyen Osmanlı subayları mı kaldırdı? Bu laf stratejik bir şey miydi, içinde hiç duygu taşımıyor muydu? Türkiye’nin modernizasyonuna inanan bir insan olarak, bu süreç kendi kültürünü hırpalayarak mı olmalıydı? Yöneticiler kendi kültürel varlığını bu kadar aşağılamak zorunda mıydı? Bunlar önemli sorular...

Cumhuriyeti kuran İttihatçıların bazılarının mason locasına bağlı olduğu söyleniyor. Bu iddiaların bir etkisi olabilir mi?

Bu iddiayı casusluk faaliyeti yürütür gibi isimler üzerinden sürdürmek anlamsız ve gereksiz. Bu tür yapıları çözümlemeli ve karşılarına büyük anlayışlar koymalıyız. 18. yüzyılda Paris’te “Türkeri” diye bir akım başlıyor. Bütün Fransızlar evlerine Şark köşesi yapıyorlar. Biz taklit edenlerin taklitlerini de onları taklit ederek alıyoruz. Cümleyi takip etmek bile zor. Böyle bir acayiplik içinde Türkiye.

Demin askerlerin savaşmak gibi bir genetik özellik taşıdığını, savaşamayınca da ülkeyi kurtarmak bir hissiyat içine girdiğini ima ettiniz. Türk ordusunu küçültmek ve modernize etmek gerekir mi?

Amerika gibi ideolojik kaygılarını parayla çözememiş ülkelerde orduyla siyaset arasında bir gerilim vardır. Ordunun üniforması, bayrağı, sancağı vardır. Bazı sürtüşmelerin olması normal, ancak beni kaygılandıran, bunun sokaktaki insanın hayatını olumsuz şekilde etkilemesi. Türkiye, denizaltı ve savaş uçağı yapmaya odaklanmalı. Dört milyonluk İsrail’e savaş teknolojileri bakımından boyun eğmemeye odaklanmalı.

Ordunun teknolojik olarak kendini yenilemesi

sözünün daha çok geçerli olmasını beraberinde getirmez mi? Niye buna yönelmiyorlar?

Türkiye’nin tehlikede olduğu duygusu paradoksal olarak orduya iyi geliyor. İnsanların olduğu gibi, kurumların da bir metafiziğe ihtiyacı var. Bir irrasyonaliteye ihtiyacı vardır. Türk ordusu irrasyonalite ihtiyacını “Türkiye’yi koruyorum” duygusunu yoğunlaştırarak tatmin ediyor. Bunun yol açtığı bir takım sorunlar var. Bu arttığında fiilî müdahaleyi beraberinde getiriyor. O zaman kaosa yol açıyor.

Bazı askerler bir taraftan ülkeyi korumak için

darbe yapmak istiyor, ama öbür taraftan ABD’nin dediği oluyor, öbür taraftan da halkıyla barışık değil. Üniforma çıkarıldığında Amerikan düşmanı oluyor... Çok kaotik bir durum. Sizce ordu değişiyor mu?

‘Ordu hiç değişmiyor’ demek, bir yanılsamadan ibaret. Yanılsamaya sebep olan değişimin jeolojik hızla olması. Orduyu halktan insanlar teşkil eder, halkın batıl inançlarını, hurafelerini taşıyan insanlardan oluşan topluluk. Üst mertebelere çıktıkça Türkiye’nin seksen yıllık modern tarihini taşıyan, ondan öncesine pek önem vermeyen yapıya bürünüyor. Belki de Türkiye’nin geleceğini burada görüyorlar. Mesele de bu... Tıpkı Türkiye’ye kabul ettirildiğini düşündüğüm bir takım zorlamalarda olduğu gibi.

Türkiye’yi koruma duygusunun devam etmesi, büyük projede Türkiye biçilen rolü mü destekliyor?

Tekabül ediyor. Türkiye’yi kurtarırken yardım edenlerden çalabilirdik. Türkiye’yi kurtardık, ancak onu çalmaya da ihtiyacımız vardı. Türkiye’nin değerlerini koruyamadığımızı düşünüyorum. Ziya Gökalp’i milliyetçi, ırkçı bir insan olarak görebilirsiniz, ancak derine indiğinizde memleketi nasıl kurtarırız fikrini görürsünüz.

Siz iyi yürekli bir insansınız. Sizin bakış açınızla olaylara bakacak olursak, Şener Eruygur da vatanı kurtarmak istiyor. İnsanların kişisel romantizmi üzerinden hareket edebilir miyiz?

Şener Eruygur meselesinde iki evrenin çatışması var. Türkiye’nin derinden ikiye bölündüğünü düşünüyorum. Türkiye Osmanlı’nın son dönem kurumlarını, yaşayış alışkanlıklarını devam ettirseydi, modern dünya içinde nasıl yer alacaktı? İnsanlar hep kendi kafalarındaki hikâyenin icbar edici sonucu olarak vatanperver oluyor. Kendi hikâyesini nötralize edip sadece vatanperverlik duygusuyla hareket etmiyor. İngiliz muhibbi olan Halide Edip, Suriye’de, Ürdün’de Amerikan okullarında hocalık etmiş ve onların göğermesine yardımcı olmuştur. O düşüncedeki kadrolara baktığımızda, Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi’ni, Robert Koleji’ni, Galatasaray Lisesi’ni yaptırdığını görüyoruz. Bu yapılar Türkiye’yi kendi geleneksel bağlarından çözmeye yardım etmiştir. Onların vatan severliği de böyle bir vatanseverliktir. İstanbul’u Paris yapmak üzerine kurgulanmıştır. Halide Edip Yahya Kemal’i sözüm ona mürteci bir dergide yazı yazdığı için aforoz etmiştir. Görüldüğü gibi herkes kendi kafasındaki hikâyenin uzantısı olarak vatanperver oluyor...

“Vatanı halktan kurtarmak” çok acayip bir şey değil mi?

Anderson Hikâyeleri’ndeki kahraman gibi konuşuyorum; 84’lerde generallerimiz, karargâh komutanlarımız doğu illerini ziyareti sırasında aynı zamanda camilerde namaz kılsalardı Kürt sorunu olur muydu ? Bu soruyu sormak bir namus borcudur. Ben Siirt’te askerlik yaptım biliyorum. Üniformanızla camiye girdiğinizde insanların gözleri yaşarıyor. Yeterince açık mı? Cemal Süreyya, “Kahvelerde subay yok bu ne iştir” diye şiir yazmış. Türkiye kurtulurken Siirt modern bir şehir olacaktır, balolar düzenlenecektir, insanlar dans edecektir. Kafalardaki hikaye bu oldukça en iyi yorumla Kürt meselesinin çözümü gecikir çünkü Siirt’in kafasındaki hikâye bu değil.

Siz komutanların camilerde namaz kılmasının güzel olacağını söylüyorsunuz. Avni Özgürel bir konuşmamızda kütüphanesindeki Kur’an tefsirlerini Kur’an okumaya yarışması sonrası babasına komutanının hediye ettiğini söylemişti. Kutlu Doğum haftasının kutlanmasından rahatsızlık hisseden bazı komutanların bunu 27 Nisan Muhtırasında açıkça ifade etmesi bu hikayede bir uçurum olduğunu göstermiyor

mu?

Bu anlayışı ordunun kendisimi geliştiriyor bilmiyorum. Bir gece Siirt’de çatışmaya giden arkadaşlarımıza komutan bir saat inancın çatışmada ne kadar önemli olduğunu anlattı. Bu görüşleri şiddetli bir şekilde gizlemenin ne alemi var. Burada İslami hareketlerin de suçu var. 60’larda Türkiye’yi gözbebeği gibi sevme ve sahiplenme anlayışı yerleştirilemedi. Türkiye’ye sosyalistlerin yaptığı gibi enstrümantalist bir anlayışla yaklaşıldı. Türkiye’yle başka şeyler yapacağız anlayışı geliştirildi. Halbuki esas olan Türkiye idi. Ben kendim için okul yıllarım için öz eleştiri yapıyorum.

O döneme ait hangi düşüncelerinizi

eleştiriyorsunuz?

Eğer Türkiye’de şeriat düzeni kurulmazsa günah içinde olduğumuz inancı vardı. Sakin kafayla düşününce bunun tersi olması gerektiğini düşündüm. Bir taşı kaldırın altındaki ıslaklık bana metafizik bir duygu verir, memleket hisleriyle beni ıslatır. Bunun mübarek bir şey olduğunu düşünüyorum. Ancak bunları Müslüman olarak söyleyebilirim. Biz bu duygunun dillendirilmeyecek kadar güçlü ve içkin bir duygu olduğunu düşünemedik. Duygumuza itimat etmediğimizden fazlaca dillendirdik ve yozlaştırdık.

Askerde de böyle bir sapmanın olduğunu mu

düşünüyorsunuz?

Generallerin yemek masasına oturduklarında memleketi kurtarmak gibi bir insani acemilik taşımaları birazda buradan kaynaklanıyor. Türkiye denildiğinde askerde kabaran ilk duygu onu kurtarmaksa çok sakat ve hastalıklı bir durum. Sevdikleri için kurtarmak istediklerinden eminim ancak bu sadece onlara ait bir duygu olamaz. Askerlerin Türkiye’yi hakikatte tanımadıklarını düşünüyorum. Türkiye’yi kendilerini de zenginleştirecek şekilde sevmediklerini düşünüyorum. Sevmek emek ister, yorulmak ister, empati gerektirir. Onlar zaten oturdukları evler ve yaşayış biçimleri olarak Türkiye’den kopuk yaşıyorlar. Kopuk yaşadıkları memleketi nasıl sevecekler. Bu tartışmayı aile içi bir mesele gibi halletmek gerekir. Dışardan bir müdahale olduğunda tüylerimiz diken diken olmalı.

H. HÜSEYİN KEMAL

28.03.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (27.03.2009) - Mektup bekler gibi hergün Yeni Asya’yı bekliyorum

  (26.03.2009) - Risâle-i Nur’u, Konak Meydanında hoparlörlerle tanıttık

  (25.03.2009) - Yeni Asya, bizim gazetemiz

  (24.03.2009) - Gazetemi okumadan rahat edemiyorum

  (23.03.2009) - ‘Beşleme’ Türk klasikleri arasına girecektir

  (22.03.2009) - Yeni Asya Risâle-i Nur dâvâsını savunan gazetedir

  (21.03.2009) - Gazetemiz için kaset doldurdum

  (20.03.2009) - Hissiyatımıza tercüman oluyor

  (19.03.2009) - Gazetemizi, ‘hakikatin gür sesi’ olarak görüyoruz

  (18.03.2009) - Gazetem, Risâle-i Nurun sözcüsü

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis