Yıl 1926. Senenin başları... Mevsim ilkbahar. Zaman ve zemin zifiri karanlık. Van Erek Dağının etekleri... Şartlar ve ahvâl çok çetin. Anadolu topraklarında, cihan devleti olan “Osmanlı Çınarı” 600 yıllık efsanesini tamamlamış; eskiyle bütün köprülerini atan “cumhuriyet” adı altında “yeni bir rejim” başlamıştı.
Bu yeni rejim, maneviyâtla yoğrulmuş özü, dünyaya örnek olmuş bir ulu devletin bütün değerlerini, geçmişini reddeden ve de eski, köhnemiş ve zararlı kabul eden, kimliğini yeniden belirlemeye çalışan bir programla işe koyulmuştu. Böyle bir zamanda başladı Erek’ten Barla’ya hicret, mecburî ikamet, sürgün, nefiy!
Erciş’te zamanın Bitlis valisinin “Seyda! Devletle, bizimle beraber olursan seni burada bırakırız”1 teklifine de, Van-Trabzon güzergâhındaki samimî sevdalılarının “Seyda bizi bırakıp gitme! Sen istersen her şeye rağmen seni onlara vermeyiz!” arzularına da aldırış etmeyen ve kadere teslim olan bir duruş ve hâli vardı Garibüzzaman’ın, Seyda’nın...
Kader onu; Trabzon, İstanbul, Antalya, Isparta tarikiyle Barla’ya sevk etmişti. Barla, mübarek belde. Yeni bir uyanışın, mânevî dirilişin toprağı ve mezrası olacaktı. Burada sekiz sene sürecek müthiş ve yoğun bir mesâi başlamıştı! Yok edilmek istenen maneviyâtın bütün temelleri “ihsan-ı Îlâhî, inayet-i Rabbânî” ile yeniden tescil ve tecdid edildi. Haşir Risâlesi’yle başladı o büyük mesai. İhtiyarlar, gençler, hanımlar, hastalar gibi bütün insan gruplarını muhatap alan ve birçok “Nur Menzilini” de kapsayan çok geniş ve küllî bir iman hareketinin ilk durağı ve ruhuydu Barla.
Asrın en büyük mesaisi olan “manevî cihad” böyle başladı Barla’da.
Uhuvvet, ihlâs, muhabbet, sıddıkıyet, bağlılık, vefa, sadakat, inayet, muâvenet, ihsan-ı İlâhî, acz, fakr, şefkat, tefekkür, istihdam, istikamet, hakikat mesleği ve müsbet hareket gibi yepyeni bir değerler manzumesi gündeme konuldu ve gönüllere nakşedildi.
Mânen öldürülmek istenen gönül ve kalp toprağına “Kur’ân fidanları” dikildi. El yazısıyla çoğaltılan hakikatler, bu merkezden başlayarak bütün vatan sathına sevk edildi. Gönül ve kalplere İlâhî nakışlar gergef gergef işlendi.
Barla’da doğan Kur’ân güneşinin ışığı İslâmköy, Kuleönü, Sav, Isparta, Antalya, Milâs, Denizli, Aydın, Kastamonu, İnebolu nur merkezleri ve santralleri vasıtasıyla bütün Türkiye’ye ve dünyaya yayıldı. İşte o hâlisiyetin başladığı yer Barla’dır. O samimiyet, gayret, himmet, fedakârlık, sadakat, vefa, bağlılık, irtibat ve uhuvvetin ilk ocağı da Barla’dır. Gecenin, gündüzün, zamanın, saatin, sayının hesaba sığmadığı yerin adıdır Barla.
İman ve maneviyâtın tekniğe, materyalizme, baskıya, diktatörlüğe, zulme, karanlığa meydan okunduğu bir devrin ve destanın adıdır Barla.
Şöhretin, sayının, maddî gücün değil, müellifinin kendi ifadesiyle: “..memleketimde ve İstanbul’da, burada (Barla) benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.” İhlâsın ve samimiyetin bire bir yaşandığı mübarek ve çok farklı bir atmosferdir Barla.
Barla, kimseyle inatlaşmadan, ortamı germeden, gerginliğe sebep olmadan, kırıp dökmeden bu muazzam “tecdid” hareketini başardı ve netice aldı. Bu başarının bütün sırlarını araştırıp o ruh, kalp ve maneviyat atmosferini her gönül erinin kendi iç dünyasında yeniden canlandırması ve yeşertmesi gerektiğine inanıyorum. Dâvâ sahibi olduğuna inanan camiânın bütün fertlerinin mevcut durumu ciddi mânâda sorgulayıp, yeniden bir silkiniş ve öze dönüşe ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Dünyada ve ülkemizde her alanda olduğu gibi “maneviyât” sahasında da meydana gelen kirlilik ve keşmekeşin netleşmesi için ciddî bir iç hesaplaşmanın yapılmasının faydalı olacağını dillendirmek istiyorum.
Dünyevîleşmenin en büyük âletleri ve tuzakları olan “reklâm ve propaganda” vasıtasıyla yaşanan kimlik bunalımı ve benliğimizdeki aşınmanın tek çaresi samimîyet ve meşrûiyet çizgisine dönüş olsa gerektir. Çünkü bu dâvânın banisi ve tatbikçisi muazzez Üstad “Dünyaları başlarını yesin!” demiş ve aynı istikamette öyle de devam etmişti. Dünyevîliği değil, İlâhîliği tercih eden bir duruş ve çelik irade ortaya koymuş, Yaratanına sığınmıştı. Bizim için de kurtuluş aynı reçeteden başkası olamaz.
Barla maddî-mânevî yapısıyla ve güzel tesisleriyle bizleri kucaklamaya ve misafir etmeye hazır! Ya bizler! Barla ruhuna yeniden dönmeye hazır mıyız?
03.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|