Avusturya’nın şirin bir kentinde, İslâm ve Kur’ân’la aydınlanmış bir hanede üç meslektaş, gecenin ilerleyen saatine bakmadan güzel sohbetimizi derinleştirmiştik ki, az aralıklarla iki yeğenimden, Belkıs ablamın vefat haberini aldım. En geç Çarşamba sabahında ulaştırmak zorunda olduğum Perşembe yazısının konusunu düşünürken geldi bu haber. Gecenin ortasında vakit Çarşamba’ya dönüşmüş, Perşembe’nin gelişi de Çarşamba’dan belli olmuştu. Muhabereyi sağlayan yeğenlerimden birinin teyzesi, diğerinin halası olan ablam vefat etmişti. Yemen Padişahı Belkıs’e kalmayan dünya Belkıs ablama kalacak değildi. İlerleyen yaşı, vücudunu saran hastalıklarıyla, güzel ve imanlı ölümün mânâsını, geride bıraktıklarına da güzelce ilân eden bir veda. Vefatı kolaylaştıran ve ölümü sevdiren sebeplerin cenderesinde, kendisini el üstünde tutan (gelinler ve damatlar da dahil) evlâtlarına ve torunlarına, “Sizi seviyorum, sizi çok yordum, hakkınızı helâl ediniz, benden de helâl olsun, artık Rabbime ve öteki sevdiklerime kavuşmak istiyorum” dercesine bir ayrılış.
Hani “Yaşamak ne güzel” tabiri, yerli yersiz dillerde çok dolaşır. İman ve Kur’ân gözüyle bakarak, hem hayatın, hem de ölümün hakikî mahiyetini bilenler için, elbette ki “yaşamak ne güzel.” Hatta onlar için aynı zamanda “ölmek ne güzel.”
Öyle hayatın ve ölümün hakikî mânâsını bilmeden, sadece dünyalık zevk ve eğlenceleri kastederek, “yaşamak ne güzel” naraları atanların hali, mezarlıkta türkü söylemeye benzer. Öylelerine bu sözü sık söyleten dürtü; içlerinde her an yaşattıkları ölüm korkusunu açığa vurmalarından başka birşey değildir. Hem de hayatın asıl gayesinin, hakikî mânâsının kendilerine yüklediği sorumluluktan kaçarken, ölümün korkunç çehresini gördükçe ve irkildikçe, “yaşamak ne güzel” tesellîsiyle avunmak isterler. Halbuki dünya hayatı, Rabbimizin bize bahşettiği, bize tanıdığı öyle bir fırsat, öyle bir nimet, öyle bir pazar, öyle bir resm-i geçit yeridir ki, “bilmek, bulmak, kazanmak ve kavuşmak” adına herşeyin yolu buradan geçmektedir. Bu da kazanmaya talip olanlar içindir.
Hem dünya hayatı meddahlarının “yaşamak ne güzel” sözlerinde bile güzellik kalmadı. Çünkü hakikî mânâ, ihlâs ve ruh kayboldu. Kupkuru kışır kaldı. Çünkü dünya hayatını güzel yaşamayanların, hayatın hakikî Sahibi olan Hayy-ı Kayyum’un izni dairesinde hayatlarını geçirmeyenlerin ağızlarının sakızı oldu “yaşamak ne güzel” sözü...
«««
Biz de gurbetten sılaya, hem sevgili ablamın veda ziyaretine, hem geride kalanların tesellî ve taziyetlerine, Birinci Mektup’tan ve Onyedinci Söz’den okuduklarımızla katılmış olalım. Rabbim, bu mânâda katılışımızı kabul buyursun. Van’da taziyeye oturanlar da, okunan bu derslerin hürmetine, bendenizi de aralarında kabul etsinler.
Birinci Mektup’tan, “İhtiyarlık gibi, şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni’met olarak gösterir. Mesela: Sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar ni’met olduğunu bilecektin” dersini, Onyedinci Söz’den de,
“Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git. Herzekârâne, fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma’ gibi zahir hakikatlerle, dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan mufarakati (ayrılığı) gayet hafifleştirir, belki hüşyar (uyanık) olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir“ ifadelerini aktararak, taziyede oturanları bu bahislerin tamamına havale ediyoruz.
09.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|