"Gerçekten" haber verir 09 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Irak ve Afganistan



Geçen dönemde Türkiye ne yazık ki Bush Amerika’sının müttefiki bir görüntü verdi. Irak işgali öncesinde bile ABD taleplerini karşılamaya can atan bir tavır sergiledi.

Ama 1 Mart tezkeresinin Meclisten dönmesi bu görüntüyü kamufle ederek bizi kurtardı. Gerektiğinde ABD’ye kafa tutan bir ülke imajıyla dünyanın her yerinden takdir görüp alkışlandık.

Her ne kadar iktidar, oylama öncesinde tezkerenin kabulü, sonrasında da ABD’yi kızdıran bu neticenin “telâfi”si için çok çırpındıysa da, ilâhî takdir ve tanzimle ortaya çıkan sonuç bizi işgal ve savaşın ortağı olarak görülmekten kurtardı.

Öyle ki, bilâhare Irak’taki işgal güçlerinin bilumum lojistik ihtiyaçları Türkiye üzerinden karşılandığı halde, bu durum dahi göze batmadı.

Ancak her halükârda Bush Amerika’sı ile verilen içli dışı görüntü Türkiye için bir handikaptı.

Ve şimdi ABD’nin başkanlık koltuğunda Bush yerine Obama oturuyor. Yeni Başkanın en âcil ve önemli ihtiyacı, selefinin bıraktığı enkazı olabildiğince temizleyip, geçen dönemde dibe vuran ABD imajını düzeltmek ve yeniden parlatmak.

Bu fasıldaki öncelikler listesinin başında da Türkiye ve İslâm dünyası ile ilişkilerin düzeltilmesi geliyor. Obama’nın Kanada’dan sonra ziyaret ettiği ikinci ülkenin Türkiye olması bundan.

Ancak ilişkilerin düzelmesi pek kolay değil.

Çünkü İslâm dünyasında uzun yıllar ABD’nin dahliyle büyüyen, Bush politikalarıyla ise iyice kronikleşen son derece sancılı kriz alanları var:

İsrail-Filistin, İran, Suriye, Irak, Afganistan...

Bunlardan özellikle Irak’la Afganistan, şu an için en fazla öne çıkan sorunlu ülkeler. İkisinde de sıkıntının bu boyutlara erişmesinin sorumlusu ise, Bush’un uyguladığı mâlûm işgal politikaları.

Şimdi Obama, “Kötü bir fikirdi” dediği Irak işgalini sona erdirip ABD askerlerini oradan çekmeye hazırlanıyor. Bu noktada, çekilmenin Türkiye üzerinden gerçekleşmesi için bizden kolaylık ve yardım istiyor. Ve görünen o ki, bu talep, görüştüğü muhataplarından olumlu karşılık buldu.

Tabiî, işgal öncesi verilecek destekle çekilmeye sağlanacak kolaylık farklı şeyler. Ve Bush Amerika’sının yerini artık Obama Amerika’sının almış olması da hayli önemli bir fark oluşturmakta.

Ama çekilmek için dahi olsa ABD askerlerinin, tanklarının, zırlı araçlarının karayollarımızda uzun konvoylar oluşturması; Türk üslerine inip kalkan ABD uçaklarıyla limanlara yığılan ABD gemilerinin görüntüleri hoş karşılanmayacak.

Zira Türkiye ABD’nin üssü olarak algılanacak.

Afganistan meselesi daha da sıkıntılı. Nazarlar Irak’a yöneldiği için gölgede kalan Afganistan da 11 Eylül sonrasında bir savaş alanı haline geldi.

Yine ABD ve İngiltere askerlerinin başı çektiği NATO güçleriyle Taliban arasındaki savaş kıyasıya sürüyor. Ve dahası, Pakistan’a da sarkıyor.

Afganistan ve Pakistan’da Taliban’ı vurma gerekçeli bombardımanlarda binlerce sivil ölürken, işgal güçlerinin komutanları çoktandır Taliban’la baş etmenin zorluğundan, hattâ imkânsızlığından dem vuruyor ve “Masaya oturup anlaşmamız lâzım” gibi açıklamalar yapıyorlar.

Bush’un 11 Eylül sonrası bir numaralı hedef ilân ettiği halde görevden ayrıldığı âna kadar izini bulamadığı Usame bin Ladin ise, ne olduğu ve nerede bulunduğu meçhul bir hayalet olarak Obama’nın da gündemine intikal etmiş vaziyette.

Ve Pakistan’a da sıçrayan boyutuyla Afganistan’daki durum hem Obama, hem de Türkiye için tehlikeli bir tuzak. Usame’yi yok edip Taliban’ı yenme gerekçesiyle Türkiye’den çok sayıda muharip asker talep edilmesi ise, bu tehlikenin bizim açımızdan en riskli ve de sakıncalı tarafı.

Dize getirilemeyen Taliban’ın karşısına Mehmetçiği dikme hesabı ve bu eksende alevlenecek savaşta bilhassa sivil kayıpların artması, bizi altından kalkamayacağımız sıkıntılara sürükleyebilir.

*Dünkü yazının yarım çıkan son cümlesi:

“İki Amerika”nın kendi içindeki mücadelesi sürerken, çok dikkatli ve temkinli olunması şart.

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İlk “kırılma” sinyalleri…



Obama’nın Türkiye ziyareti, sempatik yeni yüzüyle ABD-Türkiye ilişkilerini neoconların “terörle savaş” perdesinde sadece “stratejik güvenlik ve askerî işbirliği konsepti”nden çıkarması beklentisini ne yazık ki karşılayamadı.

Ancak İsrail-Filistin meselesinden “Ermeni soykırımı tasarısı”na kadar birçok konuda bir suikasta kurban giden Kennedy’in ardından kırılan, otuz yılı aşkındır klasikleşen baba-oğul “Bushlar”dan kalma politikaları sürdürmesi, daha baştan hayal kırıklığı havasını yaydı.

Bilindiği gibi 20 Ocak’ta daha görevi devralmasından önce Hindistan’ın Mumbai kentinde onlarca insanın ölümüne sebebiyet veren ve Pakistan’a fatura edilen patlamayı derhal kınayan Obama, yarısı çocuk ve kadın bin beş yüz sivilin katledildiği, beş bin insanın yaralandığı Gazze’nin üç hafta boyunca bombalanmasına “sessiz” kalmıştı. “Amerika’dan tek ses çıkması” bahanesiyle İsrail’in katliamını Bush yönetiminin insafına bırakmıştı.

Daha işe başlamadan Amerikan yönetimi üzerinde büyük etkisi olan Yahudi lobisinin “tepkisini çekmeme” gerekçesi bunun bir bir derece “izâhı” olabilirdi…

Ne var ki Meclis’te Türkiye’ye ve İslâm dünyasının hoşuna gidecek “sevimli” telkinlerde bulunurken, daha üç ay önce bütün dünyanın gözü önünde işlenen bu insanlık trajedisini görmezden gelip bu hususa tek kelimeyle de olsa değinmemesi dikkat çekici oldu.

Türkiye’deki kamuoyunu ve İslâm âlemini derinden yaralayan soykırıma lâkayd kalması bir yana, “Davos fatihi” Başbakanın ve milletvekillerinin gözünün içine baka baka, “İsrail’in güvenlik kaygılarının meşru olduğunun kabul edilmesi” ve vahim cinayeti tıpkı Bush gibi “İsrail’in kendini savunma hakkı” görmesi, bu konudaki ümitleri de boşa çıkardı…

“ERMENİ MESELESİ”NE

“KIZILDERİLİ” KIYASI…

Obama’nın bir diğer çelişkili “kırılma sinyali,” “Ermeni meselesi”nde...

Seçim öncesi Amerika’daki Ermeni seçmenlerin oyunu almak için “soykırımı tanıyacağı” vaadinde bulunan Obama’nın, Çankaya’da Cumhurbaşkanı Gül’ün yanında yerli ve yabancı basının önünde, “Bu konudaki görüşlerim kayıtlar altında, değişmiş değil” diye başlayan sözleri, oldukça ilginçti.

Kendisini örnek göstererek “herkes geçmişiyle yüzleşmeli” tavsiyesiyle ülkesinin de bir zamanlar Kızılderililere ve son zamanlara kadar zencilere yaptığı soykırım, zulüm ve baskıları misal veren garip mukayesesi, Obama’nın “soykırım”ı telâffuz etmezse de Ermeni iftiralarını onaylarcasına konuşması, Ermeni iddialarına ne denli geldiğinin göstergesi.

ABD’nin yakın tarihte yaşadığı kölelik ve ayırımcılığı, iç savaşları, kanlı trajedik olayları örnek gösterip 1915 olaylarını bu kapsamda “Türkiye’nin geçmişinin bir kara lekesi” olarak değerlendirmesi, diasporanın propaganda kandığının ya da kandırıldığının ifadesiydi…

Belli ki Obama da provoke edilmiş; yanlış yönlendirilmiş. Bundandır ki Ermeni çetelerinin Osmanlı ile savaş halindeki Ruslarla işbirliği yaptığından, yüz binlerce Müslüman ahaliyi toptan katlettiklerinden, Doğu Anadolu’daki birçok kenti ve köyü ateşe verip yıkıp yaktıklarından ya haberi yok veya politika gereği “habersiz” görünmekte…

Osmanlı idaresinin, işbirlikçi çete ve komitelerin fitne ve kargaşaya âlet etmeye kalkıştığı, bin senedir barış ve birlik içinde yaşayan “sâdık tebâ” Ermeni vatandaşlarını korumak için yine Osmanlı toprakları olan Suriye’ye nakledilmesinin “soykırım” değil, bir “tedbir” ve “tehcir”den ibâret olduğunu ya bilmemekte yahut bilmezden gelmekte…

OBAMA’NIN GÜCÜ YETECEK Mİ?

Keza TBMM’de “Ermenistan’a sınır kapısını açın” çağrısında bulunurken Ermenilerin yıllardır süren Azerbaycan topraklarını işgalini, Azerilere yaptığı zulüm ve etnik temizliği “teğet” geçmekte. Başta Hocalı katliamı olmak üzere Ermeni işgali altındaki Azerbaycan’ın Yukarı Karabağ bölgesindeki insanlık trajedisi soykırımı, Ermeni zulmünden ve katliamından kaçan perişan haldeki bir milyon Azerî kaçkını (göçmeni) görmemekte…

İçinden geldiğini söylediği mazlum dünyanın hassasiyetleri nazara almaması, yüklenen onca anlama rağmen küresel gücün ve uluslararası mâlum mihrakların insanlığı ateşe veren politikaları rotasından çıkamayacağının ilk açık işâretlerini vermekte.

Gerçekten kabinesinde bir dizi “İsrail muhibbi” bulunan Obama’nın gücü, ifsad şebekelerinin önüne koyup peşinen bir nevî mahkûm ettiği muallel “menfî politikalar”a yetecek mi?

Bekleyip göreceğiz…

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sahipsiz ‘dil’in batması haktır



Konuşma ve yazma dilinin sürekli bozulduğu ve bozulmanın devam ettiği ülkelerden biri de herhalde Türkiye’dir. Öyle ki, değil asırlar önce ecdadımızın yazdığı eserleri, neredeyse 30 yıl önce yazılanları dahi anlamakta zorluk çekiyoruz.

Dilimizin bozulması elbette tesadüfî değildir. Özel bir planla yapılmakta ve dilimizi bozanlar bir anlamda gizli ya da açık teşviklerle desteklenmektedir. Sebebi basittir: Konuştuğumuz dil, ‘din’imizle irtibatlı kavramları kullandığı için birilerinin işine gelmiyor. Yeni icad edilen kelime ve kavramların ise mânevî değerlerden tamamen uzak olduğu ortada.

Şaşırtıcı olan, dildeki bozulmadan şikâyet edenlerin de bu durumu teşvik etmesidir. “Eyvah, dedelerimizin konuşmasını anlayamaz hale geldik” diyenler de zaman zaman ‘argo’ kelimeleri tercih edebiliyorlar. ‘Dil’ ile ‘din’in/inancın irtibatlı olduğu malûmdur. Çok sıradan gelebilecek bir misâl verelim: Evlerimizin ısınmasında kullandığımız gaza ‘doğal gaz’ demek ile ‘Rahmânî gaz’ demek arasında ‘teknik’ anlamda ne fark var? Yani kullandığımız gaza “Rahmanî gaz” demiş olsaydık ne kaybederdik? Bize çok pahalıya mı mâl olurdu? Sadece ‘irtica’ hortlayabilirdi...

Maalesef dilimiz ve anlayışımız o kadar ‘bozulmuş’ ki, böyle bir şeyi gündeme getirmek, teklif etmek bile bazılarını ‘şok’ edebilir. “Vay be! Bu çağda bu kafa! ‘Doğal gaz’a ‘Rahmanî gaz’ demeyi teklif ettiler” diyebilirler! Desinler... Onlar böyle diyecek diye biz hakilatleri ifade etmekten geri mi duracağız? Hayır, asla ve kat’a!

Peki, ‘Rahmânî gaz’ demekten niçin uzak dururlar? Çünkü bu isim bir ‘Rahman’ı, Yaratıcıyı hatırlatır; o sebeple ‘Doğal gaz’ derler, ‘Rahmanî gaz’ demek istemezler.

Geçen günlerde Almanya’da da benzer bir tartışma yaşanmış. Haberlere bakılırsa, Almanya’nın başkenti Berlin’de bir uydu alıcısı şirketinin hazırladığı “Türkçe afiş”ler tartışma konusu yapılmış. İlgili haber şöyle: “Neukölln bölgesi Belediye Başkanı Heniz Buschkowsky, ülkenin başkentinde yabancı dilde bir afişin asılmasını doğru bulmadığını söyleyerek, kaldırılmasını istedi. Buschkowsky, ‘Çok kültürlü bir kent demek farklı dillerin sokaklara hâkim olduğu bir kent demek değildir. Bu entegrasyona ve birlikte yaşama kurallarına aykırı’ dedi.” (Vatan, 2 Nisan 2009)

Tartışma konusu yapılan afiş, Berlin’de yaşayan Türklere hitap ediyor ve neticede bir ‘ürün’ün daha çok satışını hedef alıyor. Alman yöneticilerin, kendi dillerini muhafaza etmek için böyle bir afişe karşı çıkması bir yere kadar anlaşılabilir. Peki, aynı şey Türkiye’de yapılabilir mi?

Değil geçici ‘afiş’ler, Türkiye bir baştan öbür başa ‘yabancı’ dille yazılan afişlerle, tabelalarla dolup taşıyor. Zaman zaman karikatürcülere de konu olduğu üzere, sokaklarda gezen bir ‘yabancı’ hiç de yabancılık çekmez. Aksine, meselâ Taksim’in Türkiye’nin büyük bir şehrinin bir semti olduğunu anlamakta zorlanır. Çünkü bütün tabela ve dükkân isimleri ‘yabancı’ dille yazılmış, Türkçe yazılan tabelalar ise azınlıkta kalmıştır...

“Sahipsiz memleketin batması hak” olduğu gibi, “sahipsiz dil”in bozulması da haktır. Bu sebeple; hem dilimize, hem de dinimize, mânevî değerlerimize sahip çıkalım.

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

NATO’nun yeni rolü



Başkan Obama ve Avrupa’nın liderleri NATO’nun altmışıncı yıldönümünü kutladılar. Obama burada, çoğunluğu NATO’nun kumandasında olan 70 bin askerin savaştığı Afganistan hakkında bir konuşma yaptı. Başkan Obama NATO’nun yıldönümü vesilesiyle buradaki savaşa bir destek toplamak istedi. Obama son dönemde Afganistan’a 21 bin fazladan ABD askeri yolladı ve 10 bin asker daha yollamayı planlıyor.

Obama bu mevzu hakkında şunları söyledi: “Afganistan yeniden kaosa sürüklenirse yahut El Kaide kontrolden çıkarsa dünya bunun bedelini ödeyemez. Bu konuda harekete geçmek için hepimizin ortak sorumluluğu var, bunun sebebi sadece burada gücümüzü göstermek değil, bilakis bizim barış ve güvenliğimiz buna bağlı olduğu için hareket etmek zorundayız. Burada da önplanda olan sadece bizlerin kendi güvenliğimiz değil, ancak birlikte hareket eden özgür ulusların kendi ortak güvenliklerini koruma fikridir.”

Obama Afganistan’daki savaşın şiddetini arttırmayı planlarken, bizlerin karşısına çıkan en önemli soru işe şudur: O halde NATO neden var? Berlin Duvarı yıkıldı. NATO’nun kuruluş amacı Batı’yı Rus işgali ve tehlikesinden korumaktı. Sovyetler Birliği’nin yok olmasıyla birlikte ve Berlin Duvarı’nın da yıkılmasıyla, NATO’nun varlığına gerek kalmış mıdır? O halde NATO neden hâlâ var?

NATO esasında Amerika Birleşik Devletleri komutasındadır.

Sırf NATO’nun varlığını korumak için eski ABD Başkanı Bill Clinton NATO’nun doğuya doğru genişlemesini sağlamıştır ki bu da şüphesiz Rusya’nın güvenliğine karşı bir tehdit oluşturmuştur. Clinton’un bu konudaki girişimiyle açığa çıkan Rusya’daki gerilim günümüze kadar devam etmektedir.

Başkan Obama’nın ulusal güvenlik danışmanı James Jones, şimdilerde NATO’nun daha da doğuya doğru genişlemesini savunmakta ve buna bir de güneye doğru genişlemeyi eklemektedir. Gerçekte doğuya ve güneye doğru genişlemenin altında yatan en önemli sebep ise enerji kaynakları bulunan bölgeleri kontrol altına almaktır. NATO’nun eski şefi, Alman Genel Sekreter De Hoop Scheffer, NATO’nun enerji kaynaklarını koruma sorumluluğunu üzerine almasını ve batıya enerji akıtan boru hatlarının, deniz hatlarının ve diğer yolların güvenliğinin sağlanmasını savunmakta ve önermekteydi.

Şimdilerde yavaş yavaş NATO’nun temel misyonunun Batı’yı Sovyet tehlikesine karşı korumak yerine, Amerika’nın enerji çıkarlarını korumaya kaydığına şahit olmaktayız.

Afganistan ise tam da bu enerji sisteminin orta yerindedir. Çok önemli bir enerji hattının Türkmenistan’dan Orta Asya ve Hindistan’a uzanması planlanmaktadır.

Bu ise Birleşik Devletler için hayatî önem taşımaktadır. Öncelikle, böylesi bir enerji hattı Afganistan içinden, Kandahar bölgesinden geçmek zorundadır. Böylece İran safdışı bırakılacaktır. Nitekim İran, şu anda Hindistan’ın çok önemli bir doğal gaz sağlayıcısı konumundadır. Orta Asya’dan Hindistan’a doğru akacak olan doğal gaz böylece İran’ı geride bırakacak, Amerikan politikalarına ve çıkarlarına birebir uygun gelecektir. Obama’nın bu konudaki tutumları da açıkça gösteriyor ki; somut bir şekilde bölgedeki ülkeler arasında bir birliktelik sağlamakla İran’a karşı bir cephe oluşturulmak niyeti vardır. İran’ın, Hindistan ile ticari ilişkilerinin bu yolla kesilmesi ise ABD’nin İran konusundaki politikalarıyla birebir uyuşmakta ve böylece İran’ı İsrail konusundaki tutumunda da iyice marjinalleştirecektir.

Senato’nun Uluslar arası İlişkiler Komitesi’nin başkanı John Kerry, geçtiğimiz günlerde İsrail-Filistin sorununa dair bir konuşma yaptı. Özetle dedi ki, “Bu sorunun artık İsrail- Filistin sorunu olmaktan çıkarılması gerekmektedir. Bunun yerine ise, anti-İsrail hareketlerin açığa çıkması ve gelişmesinin önüne geçilmesi gerekmekte ve bu amaçla “ılımlı” Arap ülkeleri olan Mısır ve Suudi Arabistan’la beraber hareket ederek, İsrail ve ABD ile el ele bir anti-İran birliği oluşturmaktır. Bu ise artık İsrail-Filistin problemini bir kenara koymamızı sağlayacaktır.”

Afganistan, Amerika Birleşik Devletleri’nin enerji üreten bölgeler olan Körfez ülkeleri ve Orta Asya ile ilişkileri bakımından ideal bir konumdadır. Bu bölgeler ise zaman içinde Batı’nın enerji çıkarları ve askeri planları açısından anahtar stratejik bir alan haline gelmiştir. NATO ise bütün bu çıkarlar için bir anahtar kurumdur.

Amerika Birleşik Devletleri bu bölgeler hakkındaki politikalarında İran’ı, Hindistan’ı, Rusya’yı ve Çin’i bir şekilde safdışı bırakarak, Afganistan’ın da bu bölgenin güçlü ülkeleri ile birlikte çalışmasına engel olmaktadır. Bu ülkeler ise NATO askerlerinin Afganistan’da konuşlanmasından hiç ama hiç memnun değiller. Çünkü bu açık bir şekilde onlar için bir tehdit ve tehlikedir.

ABD’nin bu bölgedeki sözkonusu girişimlerine karşı geçtiğimiz günlerde Tacikistan’da bir toplantı düzenlendir. Bu toplantıya CIS Kollektif Güvenlik Teşkilatı (CIS CSO) üyesi olan 6 ülke iştirak etti. Rusya, Ermenistan, Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan oluşan bu teşkilat, “Varşova Paktı” benzeri bir teşkilatlanmaya gitme konusunda görüş birliğine vardılar.

Bu anlaşma ise Rusya’nın bölgedeki etki ve gücünü bir hayli arttırdı. Rusya son zamanlarda Kırgizistan gibi ülkeler üzerinde etkisini arttırmak için inanılmaz bir çaba sarfediyor. Kırgizistan Devlet Başkanı Askar Akayev ise zaten Rusya’nın yardım ve desteklerini isteyen bir başkan pozisyonunda. Bu ülkede çok yakın bir zamanda CIS’in önemli bir hava üssü konuşlanacak.

Görülüyor ki, bir kez daha Amerika Birleşik Devletleri’nin enerji çıkarları ve politikaları dünyanın bu bölgesinde ciddi bir negatif etkiye sebep oluyor. NATO da bir kez daha ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket ediyor.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

President Obama and European leaders celebrated NATO’s sixtieth anniversary. Obama spoke to the world about Afghanistan , where 70,000 troops, mostly under NATO command, are at war. President Obama will use the anniversary to enlist support for his escalation of the war. Obama has sent 21,000 extra US troops to Afghanistan and is considering deploying 10,000 more.

“The world cannot afford the price that will come due if Afghanistan slides back into chaos or al-Qaeda operates unchecked. We have a shared responsibility to act, not because we seek to project power for its own sake, but because our own peace and security depends on it. And what’s at stake at this time is not just our own security; it’s the very idea that free nations can come together on behalf of our common security,” said President Obama.

As Obama prepares to escalate the war in Afghanistan , the obvious question for us all is this: Why does NATO exist? The Berlin Wall has fallen. NATO was constructed so that the West would be able to defend itself from Russian invasion. With the fall of the Soviet Union and collapse of the Berlin Wall is there a need to keep NATO intact? Why does NATO exist?

NATO’s essentially run by the United States .

To keep NATO operating former president Bill Clinton moved to expand NATO to the east, which, of course, is a threat to Russian security. Clinton ’s action drew tension from Russia , tension still festering to this day.

President Obama’s national security adviser, James Jones, now advocates for NATO to expand further to the east and to the south and that, in fact, he states that doing so—to the east and to the south means to control the energy-producing regions. The head of NATO, Dutch, the Secretary General de Hoop Scheffer, has proposed, advocates that NATO should take the responsibility for protecting energy supplies to the West—pipelines, sea lanes, and so on.

We are slowly witnessing that NATO’s initial mission, to prevent the Soviet Union from invading the West, is changing to protect American energy interests.

Afghanistan is right in the middle of this energy system. A pipeline was once debated from Turkmenistan in Central Asia and India .

This is significant for the United States . First, such a pipeline would run right through Afghanistan and through Kandahar province, it would bypass Iran , a big supplier of natural gas to India . Natural gas flowing from Central Asia to India, avoiding Iran, would support US policy, which is now very clear—in Obama’s case, it’s been made more concrete—of forming an alliance of regional states to oppose Iran. Cutting off Iran ’s ability to do commerce with India is in line with U.S. policy to marginalize Iran for its stand on Israel .

John Kerry, the head of the Senate Foreign Relations Committee, recently made a speech about Israel-Palestine. He said we have to reconceptualize the issue so it’s not an Israel-Palestine problem, but rather, preventing the growth of anti-Israeli sentiment by including “moderate” Arab states Egypt and Saudi Arabia , and so on, to join with Israel and the United States in an anti-Iranian alliance. That puts the Israel-Palestine problem—issue to the side.

Afghanistan, which is in the right location for the United States , relative to the energy-producing regions in the Gulf region and in Central Asia , is fast becoming a key strategic zone for Western energy interests and military campaigns. NATO is key to these initiatives.

The United States is upsetting the balance in the region by not including Iran , India , Russia , and China into its policy making discussion, and not allowing regional settlements to take place with the Afghans working something out among themselves. These countries are not happy about having a NATO military center based in Afghanistan . It’s obviously a threat to them.

To counter U.S. actions in the region, a recent meeting held in Tajikistan by the six members of the CIS Collective Security Organisation (CIS CSO) - Russia, Armenia, Belarus, Kazakhstan, Kyrgyzstan and Tajikistan -agreed to establish a Warsaw Pact-style rapid reaction force.

This agreement has increased Russian presence and influence in the region. Russia has made a significant effort to re-assert its influence in nations such as Kyrgyzstan where its president, Askar Akayev, is seeking Russian support. A CIS air-rapid deployment force will be stationed in the country soon.

Once again, United States energy interests is becoming a negative factor in this part of the world. NATO is moving United States interest once again.

NATO’s new role

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Azerbaycansız çözüm olmaz



Obama’nın ziyaretinde en çok üzerinde durduğu konu Ermenistan sınır kapılarının açılması oldu. Aslında bu konuda Obama sıkışmış durumda. Seçim kampanyasında sıklıkla “Ermeni soykırımı”ndan söz eden ve bu soykırım iddiasını resmen tanımayı yazılı olarak taahhüt eden Obama’nın önünde 24 Nisan gibi yakın bir tarih, son tarih olarak duruyor. Ama Türkiye’nin bu konudaki görüşünü de biliyor. Bunun için Obama, Türkiye’den ısrarla 24 Nisan’a kadar kendisini bu darboğazdan kurtaracak bir adım atmasını bekliyor.

Türkiye ise bunun önünde iki engel olduğunu açıkça belirtti: Diasporanın soykırım iddialarının Ermeni yönetimince de desteklenmesi ve Dağlık Karabağ’ın işgalinin sürmesi.

Azerbaycan’ın Ermenistan’a yapılacak jestler konusunda hayli hassas olduğu biliniyor. Aliyev’in Medeniyetler İttifakı İkinci Forumuna gelmemesinin sebebi, Türkiye’nin Obama’nın baskısıyla bu konuda yumuşayacağı yönündeki haberlerdi. Hem Cumhurbaşkanımız hem de Başbakanımız bu engelleri Obama’ya ayrıntılı olarak anlattı. Bu konuda asıl adımın Ermenistan’dan gelmesi gerektiğini de vurguladılar. Bunun üzerine programda olmadığı hâlde Obama, İstanbul’a geldiği akşam Ermenistan Dışişleri Bakanı ve Babacan’la bir araya geldi. Görüşmenin içeriğinin Ermenistan’ın bu konuda atması gereken adımlar olduğu anlaşılıyor.

Türkiye ile Azerbaycan arasındaki uzun geçmişe dayanan ilişkiler, Obama’nın hatırından çok daha önemli. Tarih boyunca hem dost ve kardeş ülke olduk. Kurtuluş Savaşına Azerbaycan’ın yaptığı petrol ve 1 milyon altın ruble yardımını hep minnetle hatırlıyoruz. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı Türkiye için büyük önem taşıyor. Ayrıca Azerbaycan, Türkiye’nin Kafkaslar ve Orta Asya ile ilişkilerinde de çok önemli bir müttefik ve arabulucu konumunda.

Dağlık Karabağ’ın Ermenistan tarafından işgal edilmesi, bu topraklarda yüzlerce Azeri’nin katledilmesi, binlercesinin halen yurtlarından edilmiş göçmenler halinde yaşaması görmezden gelinemeyecek kadar büyük sorunlardır. Rusya’nın nüfus politikaları yüzünden Dağlık Karabağ’da yerleştirdiği Ermenilere dayanarak Ermenistan bu topraklarda hak iddia ediyorsa da, uluslar arası hukuk bu toprakların Azerbaycan’a ait olduğunu resmen kabul ediyor. Tabi bu toprakların kaybedildiği savaştaki başarısızlığın sebepleri, sonrasında bu konuda çok fazla gayret gösterilmemesi pek tartışılmıyor.

Bu şartlar çerçevesinde Ermenistan sınır kapısının açılıp, ilişkilerin normale döndürülmesi kolay değil. Hele Azerbaycan’ın içinde yer almadığı bir yumuşama ve normalleşme politikasının sonuç vermesi hiç mümkün olmayacaktır. Ancak Azerbaycan’ın da bu konuda duygusal davranmaktan çok, böyle bir normalleşme sürecinde kaybettiği toprakların hiç değilse bir kısmını geri alabilmesini sağlayacak adımları atması gerekir. Yani çözümsüzlük ve herşeye hayır deme politikası bu ülkeye yarar sağlamayacaktır.

Kısacası; Obama’nın durumu zor. Türkiye Ermenistan sınır kapısını 24 Nisan’a kadar açamaz. Öncelikle Ermenistan ve Azerbaycan’ı iknâ etmesi gerek. Bunu da bir telefon görüşmesiyle yapamaz.

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Yaşamak da, ölüm de güzel aslında



Avusturya’nın şirin bir kentinde, İslâm ve Kur’ân’la aydınlanmış bir hanede üç meslektaş, gecenin ilerleyen saatine bakmadan güzel sohbetimizi derinleştirmiştik ki, az aralıklarla iki yeğenimden, Belkıs ablamın vefat haberini aldım. En geç Çarşamba sabahında ulaştırmak zorunda olduğum Perşembe yazısının konusunu düşünürken geldi bu haber. Gecenin ortasında vakit Çarşamba’ya dönüşmüş, Perşembe’nin gelişi de Çarşamba’dan belli olmuştu. Muhabereyi sağlayan yeğenlerimden birinin teyzesi, diğerinin halası olan ablam vefat etmişti. Yemen Padişahı Belkıs’e kalmayan dünya Belkıs ablama kalacak değildi. İlerleyen yaşı, vücudunu saran hastalıklarıyla, güzel ve imanlı ölümün mânâsını, geride bıraktıklarına da güzelce ilân eden bir veda. Vefatı kolaylaştıran ve ölümü sevdiren sebeplerin cenderesinde, kendisini el üstünde tutan (gelinler ve damatlar da dahil) evlâtlarına ve torunlarına, “Sizi seviyorum, sizi çok yordum, hakkınızı helâl ediniz, benden de helâl olsun, artık Rabbime ve öteki sevdiklerime kavuşmak istiyorum” dercesine bir ayrılış.

Hani “Yaşamak ne güzel” tabiri, yerli yersiz dillerde çok dolaşır. İman ve Kur’ân gözüyle bakarak, hem hayatın, hem de ölümün hakikî mahiyetini bilenler için, elbette ki “yaşamak ne güzel.” Hatta onlar için aynı zamanda “ölmek ne güzel.”

Öyle hayatın ve ölümün hakikî mânâsını bilmeden, sadece dünyalık zevk ve eğlenceleri kastederek, “yaşamak ne güzel” naraları atanların hali, mezarlıkta türkü söylemeye benzer. Öylelerine bu sözü sık söyleten dürtü; içlerinde her an yaşattıkları ölüm korkusunu açığa vurmalarından başka birşey değildir. Hem de hayatın asıl gayesinin, hakikî mânâsının kendilerine yüklediği sorumluluktan kaçarken, ölümün korkunç çehresini gördükçe ve irkildikçe, “yaşamak ne güzel” tesellîsiyle avunmak isterler. Halbuki dünya hayatı, Rabbimizin bize bahşettiği, bize tanıdığı öyle bir fırsat, öyle bir nimet, öyle bir pazar, öyle bir resm-i geçit yeridir ki, “bilmek, bulmak, kazanmak ve kavuşmak” adına herşeyin yolu buradan geçmektedir. Bu da kazanmaya talip olanlar içindir.

Hem dünya hayatı meddahlarının “yaşamak ne güzel” sözlerinde bile güzellik kalmadı. Çünkü hakikî mânâ, ihlâs ve ruh kayboldu. Kupkuru kışır kaldı. Çünkü dünya hayatını güzel yaşamayanların, hayatın hakikî Sahibi olan Hayy-ı Kayyum’un izni dairesinde hayatlarını geçirmeyenlerin ağızlarının sakızı oldu “yaşamak ne güzel” sözü...

«««

Biz de gurbetten sılaya, hem sevgili ablamın veda ziyaretine, hem geride kalanların tesellî ve taziyetlerine, Birinci Mektup’tan ve Onyedinci Söz’den okuduklarımızla katılmış olalım. Rabbim, bu mânâda katılışımızı kabul buyursun. Van’da taziyeye oturanlar da, okunan bu derslerin hürmetine, bendenizi de aralarında kabul etsinler.

Birinci Mektup’tan, “İhtiyarlık gibi, şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni’met olarak gösterir. Mesela: Sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar ni’met olduğunu bilecektin” dersini, Onyedinci Söz’den de,

“Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git. Herzekârâne, fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma’ gibi zahir hakikatlerle, dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan mufarakati (ayrılığı) gayet hafifleştirir, belki hüşyar (uyanık) olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir“ ifadelerini aktararak, taziyede oturanları bu bahislerin tamamına havale ediyoruz.

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Bir Yahudi devlet istese!



ir Yahudi genç veya yaşlı ölse..

Ama;

1940’lı senelerden evvel!

Mevlâ’mızın huzuruna çıktığında veya hesap verdiği gün…

Dese ki:

“Ey Allahım!

Sen; Kur’ân-ı Kerim’de benim soyumu, yani

Yahudi kavmini lânetlediğini buyurdun.

Hem de;

Bakara Sûresinde soyum olan Yahudilerin ısrarla kuvvet ve kudretine karşı geldiğini insanlığa bildirdin!

Ancak:

Bu çok uzun asırlar önceydi!

Aradan yüz yıllar..

Bin yıllar geçti…

Ey Rab:

Sen bize yeniden bir ülke kurmayı nasip et.

Söz!

Bir daha asla sapkınlık göstermeyeceğiz!”

Bu Yahudi ne hallere düşer bir düşünün.

***

Bu Yahudi’ye denmez mi?:

Gel, bak:

Size; “İsrail” diye bir devlet kurma imkânı doğdu.

Sen1940’lı senelerde öldükten sonra

Yahudi kavmi:

“İzrael” adı verdiğiniz ve nev-i şahsına mahsus; gudubet bir memleket olarak zuhur etti.

Bak, gör:

Yine insanlığın başına belâsınız!

O kadar dünya malına tamah eden bir ka-vimsiniz ki, ne yapacağınız belli değil.

Para ve mal için değil insanlara...

Bitki ve diğer canlılara da dünyayı dar edi-yorsunuz.

Domates...

Karpuz…

Maydanoz, tere.

Geniyle oynamadığınız nebat kalmadı.

Sırf; ülkenizden, sizden alınsın diye ekildiğinde ikinci kez asla ürün vermeyen ve bir ekimlik olan karpuz-kavun çekirdeği ile övünülür mü hiç? Övündünüz!

Neye el atsanız kuruttuğunuzun farkında değil misiniz?

Tüysüz tavuk üretmekle dahi övündünüz!

Bu zavallıcığı cıbıl cıbıl görüntülediniz.

Yetmedi:

Haber ajanslarına dahi geçtiniz.

***

Filistin’i dişinize kestirdiniz. Şamar oğlanı gibi dövüp duruyorsunuz.

İmkânınız olsa:

Tüm insanlığın kanını kurutursunuz!

“Antisemitizm” yani soykırımı kendiniz Filistin’e yapıp uygularken iyi!

Ama;

Sizin bir kılınıza zarar gelse dünyayı ayağa kaldırmayı başarıyorsunuz.

Şımarıksınız..

Ve de pişkin!

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İman hakikatlerinde yoğunlaşma



Temelsiz bina, köksüz ağaç, ruhsuz beden düşünülemez. Yirmi Üçüncü Söz’de belirtildiği gibi bütün hakiki ilimlerin temeli, madeni, ruhu ve nuru da marifetullah, yani Allah’ı tanıma, onun temeli de Allah’a imandır.1

Dünya ve ahiret mutluluğunu temel taşı olan iman, taklidden tahkike ulaştığında dünya da Cennete döner.

Her türlü belâ, şer ve azabın dinimizi iyi bilmemekten, tahkikî iman nuru ve feyzinden uzak kalmaktan, cehalet karanlıklarından geldiğini belirten merhum Zübeyir Gündüzalp, “Her nevî saadetler, her çeşit selâmetler, ferah ve neşeler, umum huzur ve sükûnlar, her sınıf güzellikler, tahkikî iman ilmi ile tenevvür etmekten, aydınlanmaktan ileri gelir”2 der.

Kur’ân’ın seçkin ve güçlü bir tefsiri olan Risâle-i Nurların bir tahkikî iman hazinesi olduğunu biliyoruz. Taklidî imanı tahkileştiren, şeytanın dahi sökemeyeceği kadar kalp ve zerrelere kökleştiren, kâinatı bir kitabın sayfa ve satırları gibi okutturan Nurları, yine merhum Gündüzalp’ın, “İman hakikatlerini tetebbu ve mütalaaya bilhassa çok muhtacım”3 dediği gibi gerçekten son derece muhtacız. Bu sayede ruh ve zevkimizi yükseltmiş, fikrimizi geliştirmiş, aklımızı inkişaf ve hissiyatımızı tatmin etmiş oluruz.

Evet, bu hakikatleri inceleme ve araştırmaya son derece muhtacız. Çünkü Üstadın ifadesiyle Risâle-i Nur iman hakikatlerinin izahı olduğu için onunla meşguliyet hem ilim, hem marifetullah, hem ibadettir.4

Yine Üstadın ifadesiyle bu eserleri anlayarak ve kabul ederek bir sene okuyan bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir.5

Sonra Risâle-i Nur’un hakikatleri gıda, hava ve su hükmünde olduğundan akıl, ruh, kalp, nefis ve dugygular gıdalarını alır, rahata ererler.

Evet, Risâle-i Nur nice tecrübelerle sabit olmuştur ki kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket ve vücuda sıhhat kazandırmaktadır.

Böylesine önemli, ince sır ve hikmetlerle dolu bir hazineyi satır satır, altını çize çize, ruha, kalbe, duygulara sindirerek okumaktan başka akıl için yol yok.

Geçen hafta Adana ve Mersin’e gittiğimde nice Nur talebesinde Risâle-i Nurlarla haşir neşir olma iştiyakını gördüm. Adana’dan bizi Mersin’e arabasıyla götüren Muzaffer Beyle yol boyunca ve daha sonraki süre içerisinde Nurlardaki bir kısım konuları mütalaa etme fırsatı bulduk. Nurlara eğilen Muzaffer Bey o engin hazinenin inceliklerini kavrama konusunda bayağı gayret sarf etmiş. Leziz ve feyizli bir sohbetle Adana Mersin yolunun nasıl bittiğini fark edememiştik.

Böylesine maddî ve manevî kazançları bulunan tetebbuata, mütalaaya ne kadar muhtacız.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 286. 2- Altın Prensipler, s. 17. 3- A.g.e., s. 18. 4- Tarihçe-i Hayat, s. 447. 5- Lem’alar, s. 171.

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Avrupa’nın maddî kalkınmasının bir sebebi: Nehirler



Bediüzzaman, Sünuhât isimli eserinde Avrupa’nın maddî kalkınmasının sebeplerinden birisinin “tabiî nakil vasıtası nehirler” olduğunu tesbit eder.

İlgili bölümü bilmânâ nakletmeye çalışalım:

Bu zamanın medenî engizisyonu, “Ey Müslüman, bak nerede bir Müslüman varsa diğerlerine nisbeten fakir, gafil, bedevîdir. Nerede Hıristiyan varsa, bir derece medenî, mütenebbih (uyanmış, uyanık) ehl-i servet / zengindir, demek...” demektedir.

Bediüzzaman, “Ey Müslüman! İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun!”1 dedikten sonra, Avrupa’nın üstün olmasının, biri maddî, biri mânevî olmak üzere iki sebebini açıklamaya devam eder:

“Umum Hıristiyanın kilisesi ve mâden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir (yani coğrafyasıdır). Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır. Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bâriddir (soğuktur).”

İşte Avrupa’nın maddî ilerlemesinin psiko-sosyolojik tesbitinin açılımı:

Avrupa, yeryüzünün ellide biri iken, fıtrî güzelliğinden dolayı nüfusun dörtte birini kendisine çekmiş. İlmen sabittir ki, nüfus, ihtiyaçları arttırır. Görenek gibi çok sebeplerle çoğalan ihtiyaçlar, dar olan Avrupa’ya sığmadı. İşte şu noktadan ihtiyaç, san’ata ve merak ilme ve sıkıntı sefahet vasıtalarına hocalık edip tâlime (eğitime, öğretime) başlarlar.

Sanat fikri, bilgi, ilim meyli çok nüfustan çıkar. (Ne kadar nüfus varsa, o kadar beyin, o kadar da fikir üretimi var.) Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enharı (nehir, çay, ırmakları) az meyilli olduğundan ulaşım vasıtaları içinde dolaşıyor. Meselâ, Ren, Sey gibi nehirler, Avrupa’yı baştan sona dolanıyor. Bu da ticareti, tanışmayı, yardımlaşmayı ve işbölümünü getirmiştir. Tanışma ticareti; yardımlaşma işbirliğini; temas dahi fikirlerin birleşmesini, rekabet de yarışı doğurur.

İşte, ilmini, bilgisini, tecrübesini, ticârî malını gemiye bindiren nerede ise baştan sona Avrupa’yı dolaşarak ilim, fikir, tecrübe ve mal alışverişinde bulunuyor, hem zenginleşiyor, hem zengin ediyor.

İğneden ipliğe, sanayi doğuran demir madeni, en çok Avrupa’da çıkıyor. (AB, kömür ve çelik birliği olarak kurulmuştu.) Bu, teknoloji ve silahları geliştirmelerine, bu da dünyanın bütün medeniyetlerinin mahsulünü gasbedip yağmalamalarına sebep oldu.

Hem de herşeyi geç almak, geç bırakmak şânından olan dengeli soğuk, metanetle çalışmalarına sebep oldu ve medeniyetlerini devam ettirdi. Devlet yapılanmasını ilme dayandırdılar; yani, psiko-sosyal yapılarına göre yapılandırdılar. Mütekabil kuvvetlerinin çarpışması, gaddarane istibdatlarının (baskının) tacizi, engizisyonâne taassuplarının aksülâmel yapan tazyikatı, mütevazi unsurlarının rekabetle müsabakatı, Avrupalıların istidatlarını inkişaf ettirip meziyetleri ve milliyet fikrini uyandırdı.

Dünya çapında bir sosyoloğumuzun, bu dersi dinledikten sonra, “Yeniden Bediüzzaman’ın dizinin dibine çöküp sosyoloji dersi almak lâzım” dediği rivayet edilir.

Wiesbaden ve Küçük İstanbul

Almanya’ya gitmişken ve 10 günlük bir zaman dilimi varken; tarihî şehirlerinden birisi olan Wiesbaden’e gitmemek olmazdı. Gerçekten Alman mimarisini yansıtan binaları, köşkleri, kiliseleri ile göz kamaştırıyor. Savaşta teslim oldu, tarihi binaları yıkılmaktan kurtuldu!

Süleyman Efendinin talebelerinin, kiliseden camiye çevirdikleri muhteşem merkezlerini de ziyaret ettik. Hem erkekler, hem bayanlar, hem çocuklar, hem de gençlerin ibadet ve Kur’ân öğrenimi için kullandıkları bu ferah müessese, eskiden bir ailenin kilisesi imiş. Sonradan satmışlar. Ancak, yine de küçük bir mekânı kendilerine bırakmışlar.

Caminin imam-hatibi ve cemaati ile sohbet edip, hizmetleriyle ilgili bilgiler aldıktan sonra, Küçük İstanbul diye nam yapmış olan caddeyi gezdik. Baştan sona Almanca-Türkçe karışımı dükkân isimleri… Ne var ki, aralarında bir tane bile Alman yok! Zira, orada tutunamaz..

Tuhaflığa bakınız ki, Türkiye’de, bilhassa İstanbul’daki bir çok mağazanın ismi yabancı (İngilizce), Almanya’daki Küçük İstanbul caddesindeki işyerlerinin ismi Türkçe!

En çok dikkatimizi çeken “Helal et!” kasapları ve lokantaları… İslâmî usullere göre et kesimi yapılıyor. Divan Welleristr restoran sahibi Adil Yıldız, “Yine de dikkatli olmak gerekir. Bu civarda, 15-20 restoran var, ancak, dört-beşinde gerçekten helâl et kullanılır! Alman televizyonu ZDF, dönerler üzerinde bir araştırma yapmış, yüzde 98’inde domuz eti kullanıldığını tesbit etmiş! Adam, Türk ismi vermiş, Türkiye’den gemli, ama ya ateisttir, ya Süryani’dir veya gayr-i müslimdir. Helâl olan dönerlerin de yüzde 50’si dana, yüzde 50’si hindidir” şeklinde ikazlarda bulundu.

Dipnot: 1-Sünuhat, s. 76-78.

09.04.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Özür durumunda namaz nasıl kılınır?



Ankara’dan Kadir Özkaya: “Secde farz olmayana kıyam farz olur mu? Farz olmazsa ayakta durup rükûdan sonra sandalyeye oturmak mı doğru, yoksa oturduğu yerden kılmak mı daha doğru?”

Farzların her birisi müstakildir. Namazın farzları için de bu böyledir. Secde farz olmayana kıyam da farz olmaz gibi bir ölçümüz yoktur. Gerek bağımsız farzları, gerekse namazın farzlarını, ayrı ayrı ele almalıyız. Yetişkin ve akıllı olduğu sürece, secde farz olmayan kimse yoktur, kıyam farz olmayan kimse yoktur. Fakat özrü sebebiyle secdesini tadil-i erkân üzere yapamayan kimse vardır, kıyamını tadil-i erkân üzere yapamayan kimse vardır. Bu kimseler secde yaparlar, kıyam yaparlar, namazın diğer farzlarını yaparlar.

Fakat bu kimselerin tadil-i erkân tanımı, özrü olmayan kimselerinki gibi değildir. Bu kimseler özür sahibi olduklarından, kolaylık ön plândadır; güç yetirebildikleri gibi yaparlar. Gerek sandalyede oturarak, gerek sandalyesiz yerde oturarak, gerek yatarak, gerek kalbinden geçirerek; nasıl güç yetirebiliyorlarsa öyle… Sözgelişi secdeyi tadil-i erkân üzere yapamayan kimse, biraz eğilebilme imkânına sahipse, onun secdesi biraz eğilmekten ibarettir. Kıyamı tadil-i erkân üzere yapabiliyorsa yapar; fakat secdede, ayaklarını büküp toplamada özrü varsa, ayaklarını uzatması gerekiyorsa uzatarak secde yapar; sandalyede oturması gerekiyorsa sandalyede oturur, secdeyi havaya veya varsa bir sehpa üzerine yapar.

Namaz farz bir ibadettir. Fakat Cenâb-ı Hak kullarına güç yetirebildiklerini teklifte bulunuyor.1 İslâmiyet’in özünde de bu vardır. Güç yetirilemeyecek teklif güzel dinimizde yoktur.2 Bu açıdan kişi, sıhhati elverdiği ölçüde ibadetlerini eksiksiz yapmaya çalışır. Sıhhati müsaade etmediği zamanlarda, farzları gücünün yettiği şekillerde yapar.

Hastaların nasıl namaz kılacakları konusunda dört mezhep de görüş ve içtihatlarda bulunmuşve dört mezhep de yüce dinimizde “teklif-i mâlâ yutak” olmadığı noktasından hareketle hastaların lehine çözümler sunmuşlardır.

Namazda kıyam farz olmasına rağmen; hasta olup kıyamda bulunamayacak kimseler namazlarını oturarak kılarlar. Duvara veya değnek ya da sandalye gibi bir desteğe dayanarak ayakta durabilen, bu şekilde kıyamını yapar. Biraz olsun ayakta durabilen kimse, namazına ayakta başlar, gücü kesildiğinde oturarak devam eder.

Namazda nasıl oturulacağına gelince; Hanefî Mezhebine göre, oturabiliyorsa teşehhüdde oturduğu gibi oturur. Bu şekilde oturamıyorsa dilediği gibi oturur. Maliki Mezhebine göre, secdeler ve teşehhüt halleri dışında bağdaş kurarak oturması menduptur. Hanbelî Mezhebine göre, rükû ve secde hâli dışında bağdaş kurarak oturması sünnettir. Dilediği gibi oturması da caizdir. Şafiî Mezhebine göre ise, oturarak namaz kılan kimsenin secde ve teşehhüt hali dışında ayaklarını altına sererek oturması sünnettir. Bu şartlarla oturmaya gücü yetmeyen kimse ise, dört mezhebe göre de dilediği gibi oturur.

Oturarak namaz kılan kimse rükû ve secde yapabiliyorsa yapar; yapamıyorsa ima ile yapar. Bu durumda secde için yaptığı ima, rükû için yaptığı imaya göre biraz daha eğimli olur ki bu vaciptir. Ayakta durabildiği halde oturmaya ve rükû ve secde yapmaya muktedir olmayan kimse ise, rükû ve secde için, ayakta iken ima eder. Bu durumda yine secde için, rükû için eğildiğinden biraz fazlaca eğilir.

Ayakta durmaya da, oturmaya da muktedir olmayan kimseler namazlarını mümkünse ayakları kıbleye gelecek şekilde arkası üzerine yatarak kılarlar. Bu durumda yine mümkünse başları altına bir yastık koyarak başlarını hafifçe kaldırırlar ve böylece kıbleye dönmeleri sağlanmış olur. Rükû ve secdeleri ise ima ile yaparlar. Bunlar mümkün değilse, imkânları ölçüsünde önce sağ yanı üzerine döner; bu da mümkün değilse dilediği gibi ima ile kılar.

Yatarak ima ile de namaz kılmaya güç yetiremeyen ve bu şekilde beş vakitten fazla hastalığı devam eden kimselere artık, muktedir olana kadar, Hanefî Mezhebine göre namazın farziyeti düşer. Şafiî Mezhebi ise kılabiliyorsa göz ile kaş ile ve hatta kalp ile îmâda bulunarak kılması gerektiğine hükmetmiştir. Buna da güç yetiremeyenler, iyileştikleri zaman kaza ederler. Binaenaleyh, aklı başında olduğu sürece namaz yükümlülüğü düşmez.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 286.

2- Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 73.

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




İbrahim KAYGUSUZ

Batı medeniyeti



Medeniyetler İttifakı Forumunun İslâm kültür ve medeniyetine yüzyıllarca başkentlik yapmış olan İstanbul’da yapılması güzel bir gelişme.

“Doğru anlamak” bütün ittifakların ve diyalogların ilk adımıdır. Medeniyetler, ittifak veya diyaloğa girerken karşı tarafın artı ve eksi kutuplarını iyi bilmek zorundadır. Yoksa ittifak sürecinin ayakları yere basmaz ve karşılıklı iyi niyetler fiyasko ile neticelenir.

İttifak, diyalogdan ileri bir aşamadır. Bediüzzaman Hazretleri “ittifak” kavramını elli yıl önce kullanır.

Onun önerisi, dinsizliğe ve küfr-ü mutlak’a karşı Hıristiyanların dindar ruhanileri ile ittifak edilmesi yönündedir. Bediüzzaman’ın ittifak kavramını “İsevî dindar ve ruhanî” ibareleri ile yan yana yerleştirmesi çok anlamlıdır.

Eğer diyalog ve ittifak süreci Müslümanların “ben idrakleri”ni bir tarafa atmaları ile neticelenirse muhakkak tehlikelidir. Böyle bir duruş, batının sefih ve batıl fikirlerini taklidden öteye geçmeyen zavallı bir duruş olur.

Said Nursî, Müslümanların Kur’ân temelli bu ben idraklerine seslenerek, “Agâh olunuz” der. Çünkü ahlâksızcasına taklit veya ittiba hamiyet dâvâsında yalancılıktır.

Avrupa, tarihinin hiç bir döneminde tek cephe olmadı. Küçücük coğrafyada biri birine zıt çok farklı Avrupa cepheleri oldu. Avrupalılar bu özelliklerinden dolayı birbirleri ile yüzyıllarca boğuştular.

Dolayısıyla ittifak, hakiki Hıristiyanlıktan feyiz alan ve sosyal hayata bilim, sanat, adalet ve hukuk bağlamında faydalar sağlayan Avrupa cephesi ile olmalı. Yoksa İlâhî vahye kulaklarını tıkayan tabiat felsefesinin zulmeti ile medeniyetin kötülüklerini iyilik zanneden ve sonuçta insanlığı sefahet ve dalalete yönlendiren diğer bir Avrupa ile ittifak olamaz.

Peki Bediüzzaman medeniyetin kötülükleri ile ne kast ediyor?

Bediüzzaman İlâhî vahye dayanmayan bu anlamdaki Batı menşeli medeniyet kavramının başındaki “Mim”harfini kaldırır. Sonuç; “deniyet”dir yani alçaklık. Merhum Âkif bunu “tek dişi kalmış canavar” olarak tarif eder.

Bediüzzaman sebebini şöyle açıklar: “Bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmıştır” Halbuki Kur’ân medeniyeti herkesin, hiç olmazsa çoğunluğun huzurunu sağlar.

Bu sefih medeniyetin temelleri de iç açıcı değildir: Dayanağı kuvvet, kuralı savaşmak, ötekisi ile iletişimi ırkçılık, hizmeti ise sınır tanımayan arzuların tatmini…

Ne kadar acı!

Ayrıca bu medeniyet bu haliyle öyle bir kustu ki, Said Nursi’nin tabiri ile yeryüzünü kanla buladı. On milyonların hayatına mal olan birinci ve ikinci cihan savaşlarının adresi bu gaddar medeniyettir.

İstanbul’daki medeniyetler ittifakı forumunun siyasî konjonktürle renklendiğini ve şekillendiğini hissediyorum. Yoksa medeniyetlerin ittifakı çok büyük tasaffilerden sonra ancak mümkün olabilir...

Eğer gaye bir arada yaşamayı öğrenmek ve biri birini anlamaya çalışmaksa ne alâ… Medenî insanlar bunu becermek zorundadır.

Devlet Bakanı Sayın Prof. Mehmet Aydın’ın dediği gibi, “Asıl kavga edenler insanlardır, milletlerdir. Onlar, kavgaları için gerekçeler ararlar. Bu gerekçeler tarih boyunca dinlerle ilgili olmuştur.” (1995:35)

İnsanlar ne kadar zıt fikirli olurlarsa olsun bir arada yaşamasını bilmelidir. Eşya ve varlıklar zıtları ile bilinir. Bu fıtratın kuralıdır. Huntington’ın iddia ettiği gibi çatışma zorunlu değildir. Çünkü kavga hayvanî bir haslettir. Halbuki insan mahiyeti itibarı ile hayvanî dürtülerini kontrol edebilen medenî bir varlıktır.

Çatışma kavramı zannedersem tarih ve toplum bilimci Toynbee’ye aittir. Huntington bu kavramı ondan hırsızlamıştı. Hoş o da Darwin’den o da Malthus’dan… Derken yolunuz Roma felsefesine oradan kadim Yunan’a çıkar.

Çatışmaya davetiye çıkaran bu duruş Kur’ânî duruş ile örtüşmüyor. “Şeriattaki İlâhî hidayetin Roma felsefesinin dehası ile aşılanmamasının ve imtizaç etmemesinin” sebeb-i hikmeti budur. Çatışma değil barış esastır. İlâhî vahye isyan değil itaat esastır.

Dolayısıyla ittifaklar, mimsiz medeniyetin Kur’ân medeniyetini bel’ (yutma) etmesi ile sonuçlanmamalı. Kur’ân medeniyeti, hayata ve insan fıtratına yabanî olan bu medeniyete tâbi olmamalı, ona yol göstermelidir.

09.04.2009

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Yeniden diriliş



Yerküremiz yaklaşık bir buçuk milyon canlı türüyle şenlendirilmiştir. Bu canlılar da, kendi aralarında cins ve kategorilerine göre çeşitlilik arz ediyor. Bu varlıklar, özellikle şu bahar günlerinde kendini gösteriyor. Sadece bir baharda yaratılan sineklerin sayısının, ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem Aleyhisselâm’dan bu zamana yaratılan insan sayısından daha fazla olduğu söyleniyor. Ve eğer bu sinek cinsinin ölen cesetleri Cenâb-ı Hakk’ın tanzif fiili ile temizletilmezseydi, yeryüzünün üzeri yirmi beş santim sinek cesediyle örtülü olacağını ekoloji uzmanları söylüyor.

Vücudumuz yılda bir defa âdetâ yenileniyor. Milyonlarca hücre ölüyor, yerine yeni hücreler yaratılıyor. Benzer olaylar hayvanların vücudunda da yaşanıyor. Her gece, uyku vasıtasıyla ölüyor, sabahleyin adeta yeniden diriliyoruz. Aslında dikkatle düşündüğümüzde, kâinatta muntazam işleyen bir mekanizmanın varlığını görürüz. Ama alışkanlık perdeleri bunları hatıra getirmiyor.

Özellikle şu bahar günlerinde, bunun canlı misâllerini açıkça görebiliyoruz. Her şey bir anlamda bize ders veriyor. Kur’ân-ı Hakîm’de buna bir çok misâl verilir. Zaten Kur’ân’ın dörtte biri haşir, yani dirilişin örneklerini nazarımıza verir. “(İnsan) Kendi yaratılışını unutup, Bize misâl getirmeye kalktı: ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diye.” (Yasin: 78) Muazzam bir sorudur bu. Günümüzde bu soruyu fiilen ve içinden soran nice insanın varlığını biliyoruz. Âyet, buna yine güzel bir beyan ile cevap verir: “De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltilecek.” (Yasin Sûresi: 79)

Yasin Sûresinin 77’nci âyetinde ise şöyle beyan eder: “Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize ap açık bir düşman kesiliverdi.” Bunlar bizim çok net anlayabileceğimiz dehşetli cevaplardır. Cenâb-ı Hak “Ol” der ve oluverir. Onun için cenneti halk etmek bir bahar kadar kolaydır. Ve Yasin Sûresi’nde yine şöyle devam eder: “Şanı ne yücedir O’nun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir.” (83. âyet)

Bizler nereden geldiğimizi biliyoruz. Bu uçsuz bucaksız muazzam sistemin sadece sakinleriyiz. Bizler farkında olmasak da, asırlardır bu sistem devam etmektedir. Yeniden dirilişin her an yeni örneklerini görüyoruz. Yine Yasin Sûresi’nin 83. âyeti de “Siz de Ona döneceksiniz” diyerek geldiğimiz yere tekrar döneceğimizi haber vermektedir.

09.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis