NATO zirvesinde yeni genel sekreterle ilgili olarak varılan sonuç, iktidar tarafından içeride Davos benzeri bir rüzgâr estirmek için kullanılıyor; “Türkiye’nin NATO zaferi, bastırdık, kazandık” gibi yorumlarla parlatılıyor.
Peki, bu yorumlar doğru mu, işin gerçeği ne?
Türkiye, Roj TV ve karikatür krizi konularındaki ısrarlı uyarı ve taleplerine duyarsız kalan Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olmasını engelleyebildi mi? Hayır.
Tam tersine, Erdoğan’ın red anlamındaki son sözünü söyleyip Türkiye’ye döndüğü saatlerde televizyonlar, “NATO’nun yeni Genel Sekreteri Rasmussen oldu” haberini altyazıyla geçiyorlardı.
Peki, ne olmuştu da Türkiye son âna kadar böylesine kararlı göründüğü veto kozunu kullanmaktaki bu ısrarlı tutumundan vazgeçmişti?
Bizim cenahtan yapılan açıklamalara göre:
Rasmussen Roj TV’yi kapatma ve karikatür krizindeki tavrı için İslâm âleminden özür dileme sözü verdi. Ayrıca Genel Sekreterin Yardımcısı Türk olacak. NATO’nun Afganistan temsilciliği görevi Türkiye’ye verilecek. (Hikmet Çetin yıllarca o sıfatla Kâbil'de görev yapmadı mı?) Ve bunlar Obama’nın garantörlüğü altında gerçekleşecek.
Erdoğan ve Gül özellikle bu son şıkkı çok önemsiyor olmalılar ki, altını çizerek vurguladılar.
Avrupa cenahının konuya nasıl baktığı ise, Merkel’in “Rasmussen için hepimiz kararlıydık” beyanıyla ifadesini buluyor. Türkiye’yi ikna etmesi için Obama’yı devreye sokanların da Merkel’le Sarkozy olduğuna dair haberler geliyor.
Hal böyle olunca, hızını alamayan bir Türk diplomatına atfen çıkan “AB ilk defa önümüzde eğildi” sözünün, bu olayı da Davos gibi iç politika malzemesi olarak kullanma hesabını açığa vuran, dahası AB’ye bakıştaki sakatlığı ele veren bir işaret olmanın ötesinde anlamı olabilir mi?
Türkiye AB’ye, birlik üyeleri kendisine boyun eğsinler diye mi girmek istiyor? Bu nasıl mantık?
Kaldı ki, genel sekreterlik krizinde ortaya çıkan netice belli. Türkiye’nin vetosuna rağmen, Rasmussen NATO Genel Sekreteri. Bunun karşılığında alındığı ifade edilen garantörlük ve güvencelerin ne sonuç vereceği ise meçhul.
Öte yandan, Türkiye’nin Roj TV’ye bakışının ne derece sağlıklı olduğu ayrı bir tartışma konusu.
Ve diyelim ki, bu TV kapatılsın. Danimarka'da başka bir isimle veya başka bir Avrupa ülkesinde yayına devam etmeyeceğinin garantisi var mı?
Karikatür krizindeki tavrı için çoktan pişman olan, özellikle İslâm âleminin Danimarka mallarına uyguladığı ambargo ile işin ciddiyetini daha iyi anlayan Rasmussen’den şimdi talep edilen özürden ziyade, genel sekreterliğine oturacağı NATO’nun yeni dönemde İslâm dünyasına kurumsal bakışının nasıl şekilleneceği çok daha önemli değil mi?
Bu noktada kritik alanlardan biri Afganistan.
Obama’yı da, işbaşı yaparken verdiği pozitif mesajlarla çelişkili bir konumda tutmaya devam eden Afgan sorunu, NATO üzerinden bu ülkedeki askerî varlığı daha da artarak devam edecek gibi görünen Türkiye için de netameli bir konu.
İşin ilginç tarafı, bizimkilerin “kazanım” hanesinde gösterdiği yeni Afganistan görev ve yükümlülüklerimiz, Ankara ziyareti öncesinde Obama’nın çantasındaki talepler listesinin ilk sırasında yer alıyordu. Daha Ankara’ya gelmeden o mesele “çantada keklik” misali halloluverdi bile.
Hem Rasmussen’i engelleyemedik, hem de Afgan batağına kendi talebimizle daha fazla çekildik.
Ve bu hengâmede gözden kaçırılan çok önemli bir nokta: Fransa, 1966’da çekildiği NATO’nun askerî kanadına kaşla göz arasında dönüverdi. Oysa öncesinde Türkiye’nin esas buna karşı veto kozunu elinde tuttuğu ve karşılığında tatminkâr kazanımlar verilmedikçe Fransa’ya “evet” demeye niyetli olmadığı öne sürülüyordu.
Ama böyle birşey olmadı. Fransa, elini kolunu sallayarak döndü. Dahası, Sarkozy, Merkel’le birlikte Rasmussen’i NATO’nun başına geçirdi.
Türkiye’ye de kala kala, AB’ye kafa tutup Obama’nın garantörlüğünden medet ummak kaldı!
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|