|
|
Ali OKTAY |
Şiir, gazel ve kader |
|
Şiirler, şarkılar bazen insanların kaderlerinden izler taşır. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz” hitabının izdüşümüdür bir nev'î. Çok değil henüz bir iki hafta önce hepimiz nefesimizi tutmuş, endişeli bir bekleyiş içinde helikopter kazasında kaybolan insanlarımızın kurtulması için duâlar ediyorduk. Ancak mutlu haber ne yazık ki gelmedi. Ölüm şekli, yeri, müteveffaların kimlikleri itibarıyla acımız ayrıca büyüktü. Şiir ve kader dedik ya başlıkta, merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatta iken yazdığı “Üşüyorum” şiirinin ölüm biçimi ile paralellik gösterdiğini görünce “ takdir-i İlâhî” bu deyiverdim. Önce şiiri bir okuyalım:
“Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır,
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerin parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgâr gibi süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum.
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey,
Güne gülümserken papatyalar
Duâlar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz Peygamber çiçekleri toplarken
Ben çesme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde, ben sonsuzluğu düşünüyorum.
Ey sonsuzluğun sahibi sana ulaşmak istiyorum
Durun kapatmayın pencerelerimi
GÜNEŞİMİ KAPATMAYIN
BETON ÇOK SOĞUK ÜŞÜYORUM…”
Bu şiirin yazarı merhum Muhsin Bey Mehmet Akif Ersoy’la özdeşleşmiş Tâceddin Dergâhı’nda toprağa verildi. Aynı gün gazetemizde yine nefis bir İbrahim Özdabak çizgisi vardı: Muhsin Beyin kabrinin yer aldığı karikatürde Mehmed Akif’in aşağıdaki dizeleri vardı. Ne büyük bir tevafuk dedim. Adeta büyük şair Mehmed Akif, merhum Muhsin Bey’in şiirine cevap yazmış gibi diyordu ki:
“ - Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım
Haklısın, bende kabahat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun. .
Hele dinlen azıcık, anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komsu kadın
ÜŞÜYORSAN eşiver mangalı eş eş de ısın. ”
Şiir ve kaderin birbiriyle benzeşmesi ancak bu kadar olur. Bu vesileyle hem büyük şairimize hem de Muhsin Yazıcıoğlu ve kazada vefat edenlere Cenâb-ı Hak’dan rahmet diliyorum.
07.04.2009
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
NATO'da ne oldu? |
|
NATO zirvesinde yeni genel sekreterle ilgili olarak varılan sonuç, iktidar tarafından içeride Davos benzeri bir rüzgâr estirmek için kullanılıyor; “Türkiye’nin NATO zaferi, bastırdık, kazandık” gibi yorumlarla parlatılıyor.
Peki, bu yorumlar doğru mu, işin gerçeği ne?
Türkiye, Roj TV ve karikatür krizi konularındaki ısrarlı uyarı ve taleplerine duyarsız kalan Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olmasını engelleyebildi mi? Hayır.
Tam tersine, Erdoğan’ın red anlamındaki son sözünü söyleyip Türkiye’ye döndüğü saatlerde televizyonlar, “NATO’nun yeni Genel Sekreteri Rasmussen oldu” haberini altyazıyla geçiyorlardı.
Peki, ne olmuştu da Türkiye son âna kadar böylesine kararlı göründüğü veto kozunu kullanmaktaki bu ısrarlı tutumundan vazgeçmişti?
Bizim cenahtan yapılan açıklamalara göre:
Rasmussen Roj TV’yi kapatma ve karikatür krizindeki tavrı için İslâm âleminden özür dileme sözü verdi. Ayrıca Genel Sekreterin Yardımcısı Türk olacak. NATO’nun Afganistan temsilciliği görevi Türkiye’ye verilecek. (Hikmet Çetin yıllarca o sıfatla Kâbil'de görev yapmadı mı?) Ve bunlar Obama’nın garantörlüğü altında gerçekleşecek.
Erdoğan ve Gül özellikle bu son şıkkı çok önemsiyor olmalılar ki, altını çizerek vurguladılar.
Avrupa cenahının konuya nasıl baktığı ise, Merkel’in “Rasmussen için hepimiz kararlıydık” beyanıyla ifadesini buluyor. Türkiye’yi ikna etmesi için Obama’yı devreye sokanların da Merkel’le Sarkozy olduğuna dair haberler geliyor.
Hal böyle olunca, hızını alamayan bir Türk diplomatına atfen çıkan “AB ilk defa önümüzde eğildi” sözünün, bu olayı da Davos gibi iç politika malzemesi olarak kullanma hesabını açığa vuran, dahası AB’ye bakıştaki sakatlığı ele veren bir işaret olmanın ötesinde anlamı olabilir mi?
Türkiye AB’ye, birlik üyeleri kendisine boyun eğsinler diye mi girmek istiyor? Bu nasıl mantık?
Kaldı ki, genel sekreterlik krizinde ortaya çıkan netice belli. Türkiye’nin vetosuna rağmen, Rasmussen NATO Genel Sekreteri. Bunun karşılığında alındığı ifade edilen garantörlük ve güvencelerin ne sonuç vereceği ise meçhul.
Öte yandan, Türkiye’nin Roj TV’ye bakışının ne derece sağlıklı olduğu ayrı bir tartışma konusu.
Ve diyelim ki, bu TV kapatılsın. Danimarka'da başka bir isimle veya başka bir Avrupa ülkesinde yayına devam etmeyeceğinin garantisi var mı?
Karikatür krizindeki tavrı için çoktan pişman olan, özellikle İslâm âleminin Danimarka mallarına uyguladığı ambargo ile işin ciddiyetini daha iyi anlayan Rasmussen’den şimdi talep edilen özürden ziyade, genel sekreterliğine oturacağı NATO’nun yeni dönemde İslâm dünyasına kurumsal bakışının nasıl şekilleneceği çok daha önemli değil mi?
Bu noktada kritik alanlardan biri Afganistan.
Obama’yı da, işbaşı yaparken verdiği pozitif mesajlarla çelişkili bir konumda tutmaya devam eden Afgan sorunu, NATO üzerinden bu ülkedeki askerî varlığı daha da artarak devam edecek gibi görünen Türkiye için de netameli bir konu.
İşin ilginç tarafı, bizimkilerin “kazanım” hanesinde gösterdiği yeni Afganistan görev ve yükümlülüklerimiz, Ankara ziyareti öncesinde Obama’nın çantasındaki talepler listesinin ilk sırasında yer alıyordu. Daha Ankara’ya gelmeden o mesele “çantada keklik” misali halloluverdi bile.
Hem Rasmussen’i engelleyemedik, hem de Afgan batağına kendi talebimizle daha fazla çekildik.
Ve bu hengâmede gözden kaçırılan çok önemli bir nokta: Fransa, 1966’da çekildiği NATO’nun askerî kanadına kaşla göz arasında dönüverdi. Oysa öncesinde Türkiye’nin esas buna karşı veto kozunu elinde tuttuğu ve karşılığında tatminkâr kazanımlar verilmedikçe Fransa’ya “evet” demeye niyetli olmadığı öne sürülüyordu.
Ama böyle birşey olmadı. Fransa, elini kolunu sallayarak döndü. Dahası, Sarkozy, Merkel’le birlikte Rasmussen’i NATO’nun başına geçirdi.
Türkiye’ye de kala kala, AB’ye kafa tutup Obama’nın garantörlüğünden medet ummak kaldı!
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ülkem, neresine bakarsan bak, yüreklerde fırtınalar koparacak manzaraların ülkesi; “Gitme ey yolcu! Oturup beraber ağlaşalım / Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım” diyenlerin kendisine dert ortağı aradığı memleket…
Türkiye’nin karakutusu Muhsin Yazıcıoğlu, şüpheli bir kaza ile vefat etti. On yedi kez ölümcül kazalarla karşı karşıya kaldıktan sonra yine bir kaza ile hayata veda etmek pek çok açıdan şüpheleri de beraberinde getirdi. Kaza sonrası yaşananları basit bir arama-kurtarma skandalı olarak adlandırmak, bu olayın boyutları açısından çok küçük bir tanımlamadır.
Ergenekon soruşturmasındaki gizli şahitlerden biri olarak adı geçen Alperenlerin lideri, muhtemelen, seçimden sonra planladığı yeni açılımlarla ve açıklamalarla Türk siyasetinin ve demokrasisinin omurgasını değiştirebilecek bir isim olarak öne çıkacaktı ki, olmadı. Seksen öncesinden başlayarak Türkiye’nin bir çok karanlık noktasını aydınlatabilecek isimlerden biri olan Yazıcıoğlu’nun ölümü, gözü yaşlı anasıyla birlikte Alperenleri acılara boğarken aydınlatılmayı bekleyen utanç meselelerini karanlığa mahkûm etti.
Derin karanlıkların mahkûmu olmaya devam mı edeceğiz? Öyle görünüyor. Meselâ; Levent Ersöz, Ergenekon soruşturmasının önemli bir ismi olarak son günlerin en popüler kişisiydi. Sağlam girdiği GATA’da şimdi ölümle pençeleşiyor. Olay Kurtlar Vadisi’nde değil, bizzat Türkiye’de yaşanıyor. Manzara-i umumiye: Türkiye’de “konuşmak” o kadar da kolay değil.
Siyaset, bildiğiniz gibi. Türkiye, tartışmalı bir seçimi geride bıraktı. “Savaş hiledir” hadisini “seçim hiledir”e dönüştüren pragmatik bir anlayışın neler yapabileceğini kestirmek zordur. “Hizmet” odaklı bir siyaset anlayışı yerine “rant” odaklı bir siyaset anlayışının ülkemizi nerelere sürüklediği artık buradan da zor gözüküyor.
Yerel seçimler, üzerinde çokça bir tartışılacak bir seçim olmakla birlikte, sonuçları itibariyle analizinin doğru yapılması gereken bir seçimdir. Seçimin en çok dikkat edilmesi gereken kısımlarından biri Güneydoğu ile ilgilidir. AKP Güneydoğu’da yenildi. Seçim stratejisini kamplaşmalar üzerine kuran, Kürt meselesinde tarihi hatalar yapan AKP’nin yenilgisini doğru okumak gerekir. Seçim sonuçları haritasına bakıldığında ve Kuzey Irak’taki gelişmelerle birlikte PKK’nın son durumu göz önüne alındığında, Güneydoğu için “eşik” noktasına gelindiği görülecektir. Diyarbakır’ı alınacak İstanbul, kendilerini de Fatih zanneden zevat-ı muhterem, Allah rızası için, şunu anlamaya çalışsın: Bölgenin problemlerinin kaynağını ekonomik ve etnik sebeplere indirgeyerek üç beş buzdolabı yardımıyla bölge halkının oylarına talipli olmak da neyin nesidir? Meseleyi özgürlük, kardeşlik, hukuk, adalet ve refah üzerinden değerlendiremeyenlerin başımıza açacağı faturanın bedeli çok ağır olabilir.
Sportif manzara: Türk millî takımı iki maçta da İspanya’ya yenilerek Dünya Kupası finallerine katılma şansını zora soktu. Türkiye’de, ayda iki yüz elli bin euro kazanan Fatih Terim’in yerine iki maçta da takımı mağlûp ettirecek, Estonya ile berabere bıraktıracak pek çok kişi—hem de bu ekonomik krizde—çok daha ucuza (ben de dahil) bulunabilir.
Kronik manzara: Bu hafta sonu yapılan Açık Öğretim sınavlarında başörtülüler yine Marslı muamelesi gördüler. Üniversitelerden gelen görevliler sınav salonlarını bizzat denetleyerek başörtülülerin tutanaklara geçirilip geçirilmediğini kontrol ettiler ve bu konuda müsamahakâr davranmaya çalışan salon başkanlarını fırçaladılar. Dindar Cumhurbaşkanıyla, dindar Başbakanımız “füruat” fetvasına güveniyor olmalılar ki iki cihanda yakalarına yapışacak bir meseleyi görmezden geliyorlar. Hiç şüphesiz, ehl-i İslâm’ın başörtüsü imtihanı çetin olacaktır. Demokratlığı şartlı tevillerle AKP’ye yapıştıranlar istediklerini alabildiler mi bilemiyorum; ama birçok noktada havayı aldığımız böylece tescillenmiş oldu.
İşte ülkemin panoraması; aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık… Ee, bu kadar çetrefilli durumlar karşısında biz ne yapacağız? Hiç, işimize bakacağız.
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bursa, ‘Nursa’ oldu |
|
Yeşil Bursa, baharın ilk günlerinde ‘nur çiçekleri’ne de ev sahipliği yapmış oldu. Pazar günü Bursa Ulu Cami’de okutulan “Bediüzzaman Mevlidi” vesilesiyle bir araya gelen Nur Talebeleri, ihlâsın ve samimiyetin en güzel örneğini ortaya koydular.
Bazı kesintiler olsa da, yıllardan beri devam eden “Bediüzzaman Mevlidleri,” Nur Talebelerinin bir araya gelip kaynaşlamalarına vesile oluyor. Van, Şanlıurfa, Denizli ve benzeri “Nur merkezleri”nden sonra Bursa Ulu Cami’de de ilk defa “Bediüzzaman Mevlidi” okutuldu.
Her mevlid gibi, Bursa mevlidi de coşkulu bir kalabalığa ev sahipliği yaptı. Çevre il ve ilçelerden gelen kalabalık bir dâvetli topluğu, Ulu Cami nur yüzlü insanlarla doldurdu. Ulu Cami'deki muhteşem manzarayı görünce, espri ile karışık, “Bursa, bundan sonra ‘Nursa’ olarak anılabilir” dedik.
Hatırlanacağı üzere, geleneksel hale gelen Van ve Isparta mevlidleri 12 Eylül 1980 İhtilâli sonrasında yasaklanmıştı. Şanlıurfa’daki mevlid ise daha mahallî kalmak üzere devam etti. 1990’da Ankara’da okutulmaya başlanan “Kocatepe Mevlidi” büyük ilgi gördü. Fakat her hayırlı işin muzır manileri olabileceği gerçeği tecelli etti ve ilerleyen yıllarda bu mevlide de çeşitli bahanelerle izin verilmedi. “Tek başına iş başına” gelenler için bu da ayrı bir ‘olumsuz puan’dır ve unutmamalıdır.
1980 İhtilâli öncesinde düzenlenen “son” Van ve Isparta mevlidlerine katılmak nasip olmuştu. Mevlidde gördüğümüz kaynaşma ve muhabbet ile birlikte, Nur menzillerinin ziyaret edilmesi herkesi cezbediyordu. “İn- şaallah her yıl bu mevlidlere katılırız” diye düşünürken meşhur 12 Eylül fırtınası esmişti.
Pazar günü Bursa Ulu Cami’de düzenlenen mevlid, İnşallah bundan sonra her yıl düzenlenmeye devam eder ve geleneksel hale gelir.
Bursalı hizmet erlerinin misafirleri ağırlamak hususunda gösterdikleri gayret de takdire şayan. Bursa’da Yeni Asya Vakfı’nın çok güzel bir ‘hizmet merkezi’ var ve her türlü ihtiyaca kâfi geliyor. Mevlid öncesi Cumartesi akşamı vakıf salonunda Risâle-i Nur’dan bir bahis okuyan Dost TV programcısı Seyfettin Bulut “Burası pek çok TV stüdyosundan daha güzel. Bursalıları tebrik ediyorum” diyerek haklı bir tesbiti dile getirdi.
Bursa’da sabah saatlerinde sisli bir hava hakimdi, ama öğleye doğru güneş açtı. Mevlide gelenler ne soğuktan üşüdü, ne de sıcaktan terledi. Rabbimizin ihsanıyla güzel bir bahar gününde, coşkulu ve nurlu bir gün yaşandı.
Mevlid öncesi Ulu Cami’de toplanan cemaate hitap eden emekli müftü ve İstanbul Pendik’te faaliyetlerini devam ettiren Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezi hocalarından Yahya Alkın, çok istifadeli bir sohbet icra etti. Risâle-i Nur’un bakış açısıyla hadiseleri değerlendiren Alkın Hocamız, bütün cemaati Risâle-i Nur’u okumaya dâvet etti. Müftü ve vaizlere ‘tefsir’ dersi okuttuğunu hatırlatan Alkın, “Meslekî tecrübeme dayanarak diyorum ki, Risâle-i Nur’un bir cüz’ü olan İşarat’ul İ’caz tefsiri şimdiye kadar yazılan en önemli tefsirdir. Anlamıyoruz demeyin, mutlaka bu eserleri okuyun” diyerek tavsiyede bulundu.
Velhasıl Bursa, tarihî geçmişi ve misyonuna uygun olarak “Nursa” şeklinde hatırlanmayı hak edecek bir gün daha yaşadı. Emeği geçenlere teşekkürler...
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ankara’ya emr-i vakiler… |
|
Amerikan Başkanı Barack Obama’nın Türkiye ziyareti, Ankara’yı “razı” ettiği NATO’nun yeni Genel Sekreteri Danimarka Başbakanı Rasmussen’nin Peygamberimize yönelik “karikatür krizi”nden dolayı “özür dilememe” tartışmalarıyla başladı.
Bu arada hangi limuzine bineceği benzeri magazine büründürülen Obama’nın iki günlük temaslarında ABD’nin “Ankara’dan talepleri” yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor. Bunların başında PKK’nın “silâh bırakması”na karşılık, Türkiye’nin “Irak plânı”nı kabulü gelmekte…
Gerçek şu ki iki milyona yakın Iraklının katledildiği ve binlerce coninin öldüğü , “özgürleştirme” sloganıyla başlattığı altı yıllık Irak işgali fiyaskoyla biten Bush yönetimi, işgalcilerin etnik ve mezhebî ayırımların tahriki fitnesiyle ülkenin üçe bölüp parçalayamadı…
Bundandır ki 1991’deki Birinci Körfez Savaşında Irak’tan ayırdığı ve Çekiç Güç’le koruduğu 36. paralelin üstündeki bölgeyi, işgal sonrası dayattığı “federatif sistem”le kâğıt üstünde “otonom,” lâkin fiilen “Irak’tan ayrı bir devlet”le ikiye ayırma peşinde. Askerlerinin bir kısmını çekmekte; geri kalanını adım adım Irak’tan kopardığı Kuzey Irak’a kaydırıp hazır yapı üzerine sürekli yerleşme plânını devreye sokmakta.
Ülkenin güneyindeki Şiî bölgeyi işgal eden İngiltere’nin sinsî petrol sömürüsüne mukabil özellikle orta ve kuzey bölgesine odaklanan ABD, işgalin meydana getirdiği tepki ve nefrete karşı “politikalar” geliştirmekte. Ülkesinin yerlerde sürünen itibarını kurtarmak ve özellikle Afganistan ve Irak işgaliyle bozulan “Amerikan imajı”nı düzeltmeye soyunan Obama’nın “çekilme vaadi”yle Ankara’nın Kuzey Irak’taki oldubittiyi “kabullenmesi”ne çalışılmakta…
“KULLANMA MİÂDI” DOLDU AMA…
Bilindiği gibi Türkiye ile “stratejik müttefiklik”ten dem vuran Bush yönetimi, Ankara’nın en üst seviyede defalarca—50 kişilik listesini verdiği—Irak’ta serbestçe dolaşan terörist elebaşlarının bir tekini dahi teslim etmemiş; daha kendi güvenliğini sağlayamayan güdümündeki Irak yönetimine havale etmişti…
Yine hatırlanacağı üzere 2007 Eylül’ünde bizzat Başbakan Erdoğan’ın açıklamasıyla Kuzey Irak’ta PKK’nin elinde Amerikan yapımı top ve tank gibi ağır silâhlar bulunduğu Amerikan Kongresi raporuyla ve Amerikan savcılarının itirafıyla sabit olmuştu. Amerikan güçlerinin silâh, para ve sağlık yardımıyla her türlü lojistik destek sağladığı belirtilmişti.
Gelinen safhada, baştan beri İsrail’in kontrolündeki Beka Vadisi’nde ve ardından Irak’ta PKK’yi himâye eden ABD, artık “işi biten” ve “kullanma miâdı” dolan terör örgütünün tasfiyesini de yine bölgedeki hegemonya ve çıkar projelerine âlet etmekte. Yıllardır bölge projelerinde istimal ettiği terör örgütünün “silâh bırakması”na ve tasfiyesine mukabil bölgeyi hegemonyası hesabına Türkiye’nin himâyesi ve “bekçiliği” rolünü vermekte.
Bunun içindir ki Washington, öncelikle terör örgütü için toptan “genel af” çıkarılmasını ve terörist elebaşlarının Avrupa’ya gitmesini teklif ediyor.
Kısacası Bush’un sert ve askerî güçle sürdürdüğü Amerikan hegemonyasını Obama’nın yöntem değişikliğiyle yumuşak güç unsurlarıyla devam ettirme peşinde olduğunu gösteriyor.
Gerçi siyasî iktidar, 30 bin vatandaşımızı katleden teröristlerin tümünün affının toplumda meydana getireceği infiâlden çekiniyor. Hükûmet sözcüsü ve Adalet Bakanı, “Böyle bir şey gündemimizde yok” diyor. Lâkin Ankara’dakilerin “PKK’nın propagandası olmamak şartıyla…” cümlesiyle başlayan kırılmanın bu anlama geldiği tesbitleri yapılıyor…
Başta Başbakan olmak üzere bazı bakanların, “Zaten ‘pişmanlık yasası’ var; belki kapsamı biraz genişletilip etkin işletilebilir” beyânları, hükümetin bu hususta da “ABD’nin istekleri”ne peşinen teşne olduğunu ortaya çıkarıyor.
“TERÖR ÖRGÜTÜNÜ
TASFİYE” PERDESİNDE…
Diğer yandan Cumhurbaşkanı Gül’ün geçtiğimiz ay Bağdat’a yaptığı ziyarette, Talabani için “seçilmiş Irak Cumhurbaşkanını Köşk’te ağırlamaktan onur duyarım” demesinden “Kürdistan bölgesel yönetimi” Başbakanı Neçirvan Barzani’yi kabul edip görüşmesine ve hükûmetinin ABD’nin desteklediği “Kürt Konferansı”na arka çıkmasına kadar verilen işaretler, Ankara’nın bu “plânı”na geldiğini ele veriyor.
Obama’nın Gül’le görüşmesi sonrasında telâffuz ettiği “model ortaklık”la “terörle mücadele” perdesinde “Afganistan’da birlikte çalışma”, Kafkaslar, Balkanların yanı sıra bilhassa Ortadoğu’da ve Irak’ta işbirliğine dikkat çekmesi, bunun açık ifâdesi.
Neticede AKP siyasî iktidarında Ankara, Obama’yla gelen emr-i vakilere geliyor…
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Medeniyetler İttifakı |
|
Medeniyetler İttifakı 2. Forumu dün başladı. Obama’nın Türkiye ziyaretinin gölgesinde kalan bu önemli toplantıya otuzdan fazla ülkeden devlet veya hükümet başkanları ya da ilgili bakanlar katılıyor. Bugün Barak Hüseyin Obama’nın da Forumda bir konuşma yapması bekleniyor. Eski İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin de katıldığı Forum, gerçek anlamda bir medeniyetler buluşmasına dönüştü.
2005 yılında Başbakan Erdoğan’ın İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero ile birlikte önerdiği ve Birleşmiş Milletlerin 59. Genel Kurulunda kabul edilen bu oluşum, ikinci büyük toplantısını İstanbul’da yapıyor. İttifakın amaçları “Medeniyetler arası uzlaşmanın önünde engel oluşturan önyargılar, yanlış anlamalar ve kutuplaşmayı yenmek için kurumsal düzeyde ve sivil toplum düzeyinde kolektif siyasal irade oluşturmayı ve koordineli bir şekilde harekete geçmeyi sağlamak” olarak açıklanıyor. BM Genel Sekreteri himayesindeki girişim farklı toplumlar arasında güven ve saygı inşa etmeye yönelik eğitim, gençlik, medya ve göç projelerini destekliyor.
Türkiye’nin de bu kapsamda hazırladığı bir ulusal programı var. Ancak bu programın fiilen uygulandığına ilişkin somut sonuçları henüz göremiyoruz.
Forumun I. Genel Kurul Oturumunda Kültürel Çeşitliliği'n iyi yönetişiminin kriz dönemlerinde neden daha önemli olduğu tartışılacak. İkinci oturumda ise diyaloğun genişletilmesi ve işbirliğinin güçlendirilmesi konusu görüşüldü. Yuvarlak masa toplantılarıyla somut konuların tartışılmasının yanı sıra 100 ülke ve uluslar arası kuruluşun üst düzey temsilcilerden oluşan Dostlar Grubu da “Medeniyetler İttifakına Bağlılığımızın Güçlendirilmesi” konusu ele alındı. Yuvarlak masa toplantılarında ise “Farklılıkları Öğrenmek”, “Göçmenlerin Entegrasyonu”, “Kültürlerarası Anlayış ve Diyaloğun Güçlendirilmesi” gibi hususlar ilk gün görüşüldü. Bugün görüşülecek en önemli konu başlığı ise “İslâm’ın ve Müslümanların Avrupa Kültürüne, Toplumlarına ve Kimliklerine Katkısı”.
Samuel P. Huntington’un 1993’te savunmaya başladığı ve Amerikan dış politikasını da önemli ölçüde etkileyen “Medeniyetler Çatışması” tezi, 11 Eylül saldırıları ile Hıristiyan ve İslâm Medeniyetleri çatışmasına dönüştürülmüştü. Bu çatışmadan en çok zarar gören masum Müslümanlar oldu. Özellikle Irak ve Afganistan’da bu zulüm devam ediyor. Huntington’un “Bu yeni dünyada temel çatışma kaynağı ideoloji ya da ekonomi olmayacak. İnsanlık arasındaki büyük bölünmeler ve çatışmanın egemen kaynağı kültürel olacaktır” tezinin doğru olmadığı, her ne kadar başka kılıflara bürünse de, bugün dünyanın çeşitli yerlerindeki çatışmaların temelde güç ve çıkar çatışması olduğu açıkça görülmektedir. ABD’nin Sovyet İşgaline karşı besleyip büyüttüğü el-Kaide ve Taliban’ın eylemlerinin İslâm âlemini terörist gibi göstermek için kullanıldığı, bu bahane ile özellikle petrol kaynakları ve yollarının bulunduğu ülkelere saldırıldığı artık gizlenemeyecek bir gerçek.
Huntington yapay medeniyetler çatışması teorisinin başarıya ulaştığını göremeden öldü. Şimdi zaman medeniyetlerin ittifakında. Toplumlar arasında kaynaşmayı, birlik ve beraberliği sağlayacak olan, “birbiriyle tanışsınlar kaynaşsınlar diye yaratılan” milletlerin barışçıl bir ortamda uzlaşması. İslâm’ın özünde var olan, dinsizliğe ve kötülüklere karşı bütün Ehl-i Kitab’ın ittifakı anlayışının egemen olma zamanı geldi de geçiyor bile.
İstanbul’daki Medeniyetler İttifakı Forumu’nun bu uzlaşmanın güçlendirilmesine katkıda bulunması en büyük dileğimiz. Gelişiyle bu toplantıyı gölgede bırakan ABD lideri, toplantıda yapacağı konuşmayla da bu ittifakı dünya gündeminde ön sıraya taşıyabilir ve vereceği olumlu mesajla küstürülen İslâm âleminin gönlünü alabilir.
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Sigaranın dumanı |
|
Ankara, Obama’nın gelişini heyecanla beklerken, bir yandan da uzun zamandır tamir edilmeyen yahut tamamlanmayan asfaltlarına, yollarına kavuşmanın sevincini yaşıyordur tahminimce. Obama’nın yüzü suyu hürmetine, seçimlerden altı gün sonra, yoğun bir hafta sonu olan Cumartesi günü, günün en yoğun saatlerinden 12:00-13:00 civarı, en merkezî yollardan birinde yol ve asfalt bakım çalışmasının yapılmasına çok da şaşırmadım doğrusu. Obama’nın kesinlikle fark edip, “Ah bu Türkiye ne kadar da güzel ve bakımlı bir ülkeymiş” demesinden şüphe etmemek adına yol kenarlarına ekilen çiçekler, süslendirme çalışmaları vs. benim ve Ankara halkının yolda beklemekle geçen zamanlarını telâfi edecek kadar işe yarar İnşallah. Eh, hep Mısırlılar yapacak değildi ya alâkasız çalışma ve zamanlamaları?
Sonra düşündüm de, yine kaç zamandır Mısırlılar hedefi olmuş eleştirilerimin. Bunu insan daha çok ülkesindeyken anlıyor. Bugün gerçekleştirdiğim birkaç toplantıdan sonra, üstüm başım leş gibi sigara kokmuş halde eve geldiğimde bunu bir kere daha anladım. Öncelikle ülkemizde sigara yasağı uygulamasını başlatan ve denetleyenleri tebrik ediyorum! Zira yasak öyle sağlam işliyor ki, eskisinden daha çok sigara içiliyor kapalı mekânlarda. İnsanların birbirine saygısı ise neredeyse sıfır. Hatırladığım kadarıyla önceden nezaketen de olsa “İçebilir miyim?” diye sorarlardı, ama sanırım pek de iyi uygulanmayan yasak, insanları iyice agresifleştirmiş. Hem sigara içenlerin sayısında bir artış varmış gibi hissettim, hem de kapalı bütün mekânlarda sigara içiminde yarış olduğunu fark ettim.
Aklımdan bunlar geçerken, “Medeniyetler İttifakı” buluşması için Norveç’i temsilen İstanbul’a gelmiş olan arkadaşımla konuşup, İstanbul’daki ilk gününün nasıl geçtiğini sordum. Her şey olumluydu olumlu olmasına, ama onu hayal kırıklığına uğratan çok büyük bir olay vardı. Ne olduğunu merak ederken; “sigara” dedi. Ben de hazır bu dertten muzdaripken, ülkemi bu konuda koruma çabasına girmeden, yasağın tam olarak ciddiyetle uygulanmamasından bahsediyordum. Ama arkadaşım, bu görkemli ve büyük toplantının gerçekleştirildiği görkemli ve büyük otel lobisinde bile sigara içildiğini, ana salona geçebilmek için yoğun bir sigara dumanı bulutu arasından geçmek zorunda olduğunu ve bunun çok anlamsız ve lüzumsuz olduğunu belirtti. Benim de benzer düşünceler içindeyken duyduğum bu sözler, konuya ilişkin “Ne yapılabilir, hangi şartlar iyileştirilebilir?” sorularını zihnime soktu. Sanırım öncelikle, insanları bilinçlendirmekten ziyade (ki hiç şüphesiz bu da çok önemli), işyeri sahiplerinin her şeyin para olmadığını öğrenmeleri gerekiyor. Biliyoruz ki birçok işletme sahibi, sigara yasağından dolayı mekânlarına gelen müşteri sayısı azaldığı için yasağın esnekliklerinden faydalanarak uygulamaya hâlâ başlamıyor. Bu da biz zorunlu pasif içicileri tehdit eden bir unsur haline geliyor, bir de ülkemiz hakkındaki kötü düşünceleri tetikleyen…
Halbuki Obama uğruna yollar yapıp, yolları çiçeklerle döşeyip, olmayan bir sürü şeyi varmış gibi göstermektense, “Medeniyetler İttifakı” buluşmasına ev sahipliği yapan ülkemizi gerçekten medenî ülkeler seviyesine taşımak daha isabetli olmaz mıydı? Sigara içilmesi yahut içilmemesinin kesinlikle bir medeniyet temsili değil, fakat “içmeyene saygı”nın kesinlikle bir medeniyet örneği olduğunun gerçeği inkâr edilemez. Zira oturduğumuz, yemek yediğimiz yerlerde sigara içenler var diye, onlar sigaralarını bitirene dek balkona yahut dışarıya çıkıp bekleyecek olanlar bizler değiliz!
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Rahatı hizmette aramak |
|
“Fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa’y ve cidaldedir.” 1
ediüzzaman Hazretleri böyle diyor.
Evet, heyecanlı, hareketli bir fıtratta yaratılan insanın rahatı ancak gayret ve faaliyettedir, hayatın güçlükleriyle mücadele etmektedir. Bu her hususta böyledir.
Hele hizmet söz konusu olduğunda insan hizmetin büyüklüğü ve yüceliği ölçüsünde gayret ve faaliyette olur, zorluklardan yılmaz, zevkle, şevkle çalışır.
Zevkle, şevkle çalışır dedik. Çünkü “Her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet, ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet ayn-ı lezzet olan vücûdun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebâud ile silkinmesidir [bütünüyle elem olan yokluktan uzaklaşarak silkinmedir.]”2
Bu manevî lezzetin yanına bir de Allah için gayret etmenin ve Onun ihsan edeceği mükâfat ve sevapları katın.
Böylesine mukaddes bir dâvâ uğruna çırpınmanın lezzetini tadanlar için hiç rehavet, duraklama söz konusu olabilir mi?
Geçtiğimiz Cuma, Cumartesi Pazar günlerinde gittiğimiz Adana ve Mersin’de dâvâ arkadaşlarımızı görünce bu gerçeği hatırladım. Adanalı dostlar maşaallah büyük bir gayretle 9 katlı bir külliye yapmayı başarmışlar. Çok maksatlı konferans salonundan sohbet salonuna, misafirhaneye varıncaya göre çok yönlü bir hizmet binası... İnsan yeter ki niyet etsin, gayret etsin, başaramayacağı şey yok. Cuma gecesi tıklım tıklım kalabalığın bulunduğu bir sohbette Kur’ân’ın bu asra bakan hakikî, kuvvetli ve tesirli tefsiri olan Külliyattan Cenâb-ı Hakkın, fazl, lütuf, ihsan ve rahmetleriyle ilgili bir bahis okuduk. Bu arada vefatının yıl dönümü vesilesiyle merhum Zübeyir Gündüzalp’le ilgili hususlara girdik, Risâle okumanın önemi üzerinde durduk.
Ertesi günü dostların dâveti üzerine Mersin’deydik. Öğleden sonra hizmet aşk ve şevkiyle kavrulan bayanlara Yeni Asya Bürosunun seksen kişilik salonunda hizmetin önemi, hizmette şevk ve gayretle ilgili örnekler üzerinde durduk. Biz Mersin’de bu konularda konuşurken şu tevafuka bakın ki aynı anda Adana’da Mersinli Tuba kardeşimiz de bayanlara aynı konuyla ilgili bir seminer vermiş. Akşam da Mersin’de dostlarla buluştuk. İmanın sonsuz nur ve faydalarıyla ilgili bahisler okuduk. Şevkli, iştiyaklı cemaat bizleri son derece mutlu etti. Muhterem ağabey ve kardeşlerle tanıştık. Konferansımız ise Pazar günü Adana Seyhan Belediyesinin Mehmet Akif Kültür salonundaydı. Onun üzerinde de bir sonraki yazımızda duralım İnşaallah.
Dipnotlar:
1- Münâzarât, s. 139.
2- Lem’alar, s. 340.
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Omzumuzdaki akrep |
|
İNSANLIK zor günler yaşıyor. Ekonomik krizin doğurduğu kişisel ve toplumsal bunalımlar gittikçe tırmanıyor. Egoları şişirilen insanlık, hayatı körebe gibi algıladığından beri kendinden başka hiçbir insanı göremez oldu.
Yalnızca kendini ön plana çıkarmayı hedeflemiş, her şeyi kendi menfaatinin etrafında dolaştırmaya alışmış hırs, ihtiras, hased virüslerine yenik düşmüş ve böylece de sağlıklı olmayan ruh hâletine bürünmüş. Dağılmış, parçalanmış kişiliklerle yaşamaya çalışan insancık, sağa sola yalpalayan patlamış tekerle yol almaya çalışan aracın kaçınılmaz kazasının âkibetine gitmektedir.
İnsan, artık en küçük bir eleştiriye bile uğramaya tahammül edemiyor. Böyle bir durumda hemen elimiz ayağımız kesiliveriyor. O an hemen bir saldırıyla karşılaşmış gibi acil durum ilân eder, derhal kendimizi avukat gibi savunmaya geçiveririz.
Oysa, aslında eleştiri sadece başka birinin bizim düşünce ve o anki davranışımız hakkında bizden farklı şeyler yapıyor ve düşünüyor olmasından kaynaklanıyor olmasıdır. Bu bize itiraz ediyor anlamına gelmeyebilir.
Eleştirilere savunma refleksiyle karşılık verdiğimizde önce bizim canımız yanacaktır. Kendimizi saldırıya uğramış hissettiğimizde canımız gerçekten feci yanar. Bizde de saldırıya geçmek ve eleştirmek ihtiyacı doğar. Aklımızı kendimize veya bizi eleştirene karşı öfke, kızgınlık ve kırgınlık düşünceleri ile doldururuz. Bütün bu tepkilerle, var olan zihinsel enerjimizi kötülükte tüketir, ya kendimize ya da ötekine zarar vermeye başlayabiliriz. Buna karşılık olarak çok etkili bir yöntem şu olabilir: “Size yapılan eleştiriyi kabul edin.”
Bu, “Kendinizi paspas edin, her eleştiriyi kabullenip, özsaygınızı yerlere atın” anlamını taşımıyor. “Kendinizi hiçe sayın” da demiyorum, asla. Sadece acımasız eleştirileri kullanarak, kendinizi geliştirmenin bana göre pratik yollarını söylüyorum. Çoğu durumda eleştiriyi kabul etmek gerginliği yok eder. Başkasının da fikrini söyleme ihtiyacını makul karşılayın ve buna izin verin. Onu susturmayın. Böyle yapmakla, başkasının gözüyle kendinizi görüp değerlendirme fırsatını elde edersiniz. En önemlisi sakinleşir ve yeni bir huzur yakalayabilirsiniz. Yetmez mi?
Size agresif, geçimsiz, huysuz ve dahası istenmeyen birisi olduğunuzu söylediklerinde şöyle bir durup düşünün...
Böyle yapmayı açık ve geniş yüreklilikle başarabildiğinizde, kendinizde gelişen güzellikleri gördüğünüzde, eleştirenlere neredeyse teşekkür edeceğiniz gelir… Omuzunuzdaki akrebi aldıkları için!
Eleştirileri dikkate alarak kendinizi değerlendirebildiğiniz de, eğer sizin için yapılan eleştiriler doğruysa, kendinizi yenileme ve düzeltme fırsatını yakalamış olacaksınız. Ne güzel! Yok eleştirilerin doğru olmadığı kanaatine ulaşmışsanız, yine ne güzel! Yanılan onlarmış. Siz sakin olun ve bildiğiniz yolda ilerlemeye devam edin. Hem de son hızla ve hiç durmadan…
Bu stratejiyi hele bir deneyin…
Size arada bir yöneltilen eleştirileri olgunlukla kabul edin.
Kazanacağınız bedel yüksektir…
Netice olarak yenilenmiş ve gelişmiş olduğunuzda, size teklif edilen şey; kâinata meydan okuyacak kadar güç ve beraberinde sıcacık bir huzur!
Almaz mısınız?
07.04.2009
E-Posta:
|
|
Süleyman KÖSMENE |
La havle velâ kuvvete illâ billah |
|
Abdullah Bey: “La havle Cennet hazinesi buyuruluyor ve çokça tekrarı tavsiye ediliyor. Bunu köşenizde açıklar mısınız?”
“La havle vela kuvvete illa billâh” bir Kur’ân ifadesidir. Güç ve kuvvetin yalnız Allah’ın olduğunu ifade ediyor. Kur’ân, bağı ile kibirlenen bir inançsıza şöyle dendiğini haber veriyor: “Bağına girdiğinde, “Maşallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır!” deseydin ya!”1
“Lâ havle ve lâ kuvvete illa billâh” kelimesi ile ilgili Peygamber Efendimizin (asm) bildirdiklerine ve tavsiyelerine bir bakalım:
Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Lâ havle ve lâ kuvvete illa billâh. (Güç ve kuvvet ancak Allah’tandır) sözünü çok tekrar edin.” 2
“Müezzin, “Allahu ekber Allahu ekber” deyince sizden kim samimiyetle, “Allahu ekber Allahu ekber” derse; sonra müezzin: “Eşhedu en lâ ilâhe illallah” deyince, “Eşhedu en lâ ilâhe illallah” derse; sonra müezzin: “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” deyince, “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” derse; sonra müezzin: “Hayye ala’ssalât” deyince “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” derse; sonra müezzin: “hayye ala’lfelâh” deyince, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” derse; sonra müezzin: “Allahu ekber Allahu ekber” deyince, “Allahu ekber Allahu ekber” derse; sonra müezzin: “Lâilâhe illallah” deyince “Lâilâhe illallah” derse Cennet’e girer.”3
“Resûlullah'ın (asm) yanında uğursuzluktan bahsedilmişti. Buyurdular ki: “Uğursuzluk inancı bir Müslüman’ı yolundan alıkoymasın. Biriniz, hoşlanmadığı bir şey görecek olursa şu duâyı okusun: “Allahümme la ye’ti bi’lhasenâtı illâ ente ,ve lâ yedfe’u’s-Seyyiâti illâ ente velâ havle ve lâ kuvvete illâ bike. (Allahım! Hayrı ancak sen verebilirsin, kötülüğü de ancak sen defedebilirsin. Güç ve kuvvet de ancak Sendendir.)” 4
Ebu Zerr (ra) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bana: “Sana Cennet hazinelerinden bir hazineyi haber vereyim mi?” buyurdular. “Evet! Ey Allah’ın Resûlü!” dedim. ‘La havle velâ kuvvete illa billâh’ de!” buyurdular.”5
- Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm), evinden çıktığı vakit şu duâyı okurdu: “Bismillahi la havle vela kuvvete illa billâh, et-tüklânî alallah. (Allahın ismiyle. Dünya ve ukbâ işlerine güç kuvvet Allah’tandır. Dayanağım Allah’dır.)” 6
- Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Kişi evinin kapısından çıkınca, adama müekkel (nezaretçi) iki meleği vardır. Adam: “Bismillah” deyince, onlar: “Doğruya irşad edildin” derler. Adam: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” deyince, melekler: “Korundun!” derler. Adam: “Tevekkeltü alâllah” deyince, onlar: “İşin (Allah tarafından) görüldü” derler. (Resûlullah (asm) devamla) buyurdu ki: “Sonra adam cinnî ve insî şeytanla karşılaşınca, Melekler (o şeytanlara): “Hidayete erdirilen, işi görülen ve hıfz altına alınan bir kimseden ne istiyorsunuz?” derler.”7
Havl: Hareket, hile, çare, güç mânâlarına gelir. Kelime “hile” ve “muhavele” ile aynı köktendir. Muhavele, tahavvül, bir şeyi değiştirmek, bir şeyi değişime uğratmak, değiştirme çabası göstermek demektir. Havl ise değişim gücü anlamındadır. “La havle vela kuvvete illa billâh” cümlesiyle, güç ve kuvvet gerektiren, her işimizde, her halimizde, her hayrımızda muhtaç olduğumuz güç, kudret ve kuvvetin yalnız Allah’tan geldiğini, Allah’a ait olduğunu ifade etmekteyiz. Bediüzzaman Hazretleri bu cümleyi yokluktan çıkıp varlık sahasına giren bütün mevcudat için ve zerreden çıkıp kâmil bir mü'min oluncaya kadar insan için yorumlar ve duâ diline çevirir. “La havle vela kuvvete illa billâh” cümlesinin ifade ettiği bazı haller ve bu hallerde söylenebilecek zikirler Bediüzzaman’a göre şöyledir:
1- Sırf yokluktan çıkıp varlık sahasına gelmek için gerekli havl ve kuvvet Allah’tandır.
2- Yok olmayıp varlığını sürdürmek ve bekada kalmak için gerekli havl ve kuvvet Allah’tandır.
3- Zarar vereni def etmek ve fayda vereni bulmak için gerekli havl ve kuvvet Allah’tandır.
4- Musibeti def etmek ve istediklerimize ulaşmak için gerekli havl ve kuvvet Allah’tandır.
5- Günaha düşmemek ve ibâdete devam etmek için gerekli havl ve kuvvet Allah’tandır.
6- Azaba maruz kalmamak ve nimete mazhar olmak için gerekli havl ve kuvvet Allah’tandır.
7- Zulmete düşmemek ve aydınlık ve nura ulaşmak için gerekli havl ve kuvvet Allah’tandır.8
Bu mânâları düşündüğümüzde “La havle vela kuvvete illa billah” cümlesi için Peygamber Efendimizin (asm) verdiği haber ve müjdelerin mübalâğa olmadığını, bilâkis gerçeğin ta kendisi olduğunu anlamamız zor olmaz.
Dipnotlar: 1- Kehf Sûresi: 39, 40. 2- Tirmizî, Daavât 141, (3596). 3- Müslim, Salât 12, (385); Ebû Dâvud, Salât 36, (527). 4- Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3919). 5- K. Sitte; 1158 (3825, 7145). 6- K. Sitte; 1174. (3885) (7161). 7- K. Sitte; 1175. (3886) (7162). 8- Mesnevî-i Nuriye, s. 121; Lem’alar, (yeni tarz) s. 849-867.
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdullah ERAÇIKBAŞ |
Bursa'da zaman, Ulu Camide Bediüzzaman |
|
Ahmet Hamdi Tanpınar, Bursa'da Zaman adlı abide şiirinde şehre ruh veren bir medeniyet mirasını anlatır. Şair, şehri ve yaşanan anı şekillendiren ne varsa eski zamandan süzülüp günümüze geldiğinden dem vurur.
Gerçekten; tarih, tabiat ve medeniyet Bursa'da iç içe geçmiştir.
Tanpınar, şiirinde bunu bütün unsurlarıyla aynen yansıtır. Şiir değil, taş taş teşkil edilen bir mimarî yapı gibidir:
"Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar…
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.
"Bir zafer müjdesi burda her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,
Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,
Türbeler, camiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene.
"Bu hayâle uyur Bursa her gece,
Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Serin hülyasıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kanat şakırtılarından
Billûr bir âvize Bursa’da zaman.
"Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini.
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle."(...)
Pazar günü Bursa'nın bu mânâları derinden hisseden ve gerçekten yaşayan misafirleri vardı. Ulu Camide okunacak olan Bediüzzaman Mevlidi için şehre gelerek, mevlid öncesinde de Osmanlının ilk payitahtını gezdiler. Altı Osmanlı padişahını, sayısız din büyüğü ve tarihî şahsiyeti bağrında barındıran şehirde tarihin kokusuna, baharı müjdeleyen çiçeklerin rayihası eşlik ediyordu.
Biz de bu tarihî güne şahitlik etmenin heyecanıyla bir gün önceden yola çıkmıştık. Güzergâhımız üzerinde okuyucu, temsilci ve yazarlarımızı ziyaret edip, dualarını aldıktan sonra akşam üzeri Bursa vakıf temsilciliğimizde geçirdiğimiz verimli bir gecenin sabahında yazarımız Osman Zengin'in rehberliğinde tarih turuna başladık.
Bursa'ya bir tarih havzası, bir açık hava müzesi denilse yeridir. 600 yıllık ulu çınarı görmekle başlayan turumuz, tarih sahnesinde altı yüz yıl kalan Osmanlı çınarının Bursa'da medfun padişahlarının türbelerini ziyaretle devam etti. Emir Sultan'dan Muradiye'ye uzanan tarih turumuzda bizi hep şehrin bahtiyar misafirleri karşılıyordu. Rehberleri eşliğinde tura çıkmış kafilelerin hemen hepsi Bediüzzaman Mevlidi vesilesiyle oraya gelmişlerdi. Tarih ve din büyüklerinin manevî huzurunda bilgiler tazeleniyor, dualar ediliyordu.
Biz turumuzu mevlid yazarı Süleyman Çelebi'nin kabrini ziyaretle tamamlayarak, adına mevlid okunacak Bediüzzaman Hazretleri vesilesiyle bir araya geleceğimiz Ulu Camiye geçtik. Ulu Camiye ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Rivayet odur ki, her taşına ayrı bir ruh sinmiş olun bu tarihî mekân İslâm dünyasının önde gelen beş mabedinden biridir. Bunların ilk dördü Kâbe-i Muazzama (Mekke), Mescid-i Nebevi (Medine), Mescid-Aksa (Kudüs), Emeviye Camii (Şam) şeklinde sıralanır. Ulu Camii Osmanlının ilk dönem eserlerinin en muhteşemlerindendir. Evliya Çelebi'nin ifadesiyle Bursa'nın Ayasofya'sıdır. Dikdörtgen planlı cami yaklaşık toplam 5000 metrekare boyutlarında ve 20 kubbe ile örtülü. Sekizgen kasnaklara oturan kubbeler mihrap duvarına dik beş sıra halinde dizilmişler. Minberine Güneş Sistemi ve gezegenlerin hareketleri tasvir edilmiş.
Adına mevlid okutulacak zatın büyüklüğü ile birlikte mekânın önemi de, faaliyeti daha bir değerli kılmıştı. Bursa o gün Bediüzzaman'ın ifadesiyle cennetâsâ baharlarından birini yaşıyordu. Mevlid gönülleri birleştirmiş, yaşlı genç, kadın erkek binlerce insanı aynı gaye ve vazife etrafında buluşturmayı başarmıştı. Herkesin yüzünde aynı sevinç ve heyecanı okumak mümkündü. Yıllardır görüşemeyen okul arkadaşları buluşup, geçen yılların tesir icra ettiği fizikî değişiklikler karşılıklı anlatıldı, geçmiş hatıralar yad edildi. Ortak dostlar hatırlanmıştı.
Derler ya, bir faaliyet ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibarıyla güzeldir. Bursa'daki mevlid hem bizzat güzeldi, kalpleri fethetti, başta Peygamberimiz olmak üzere, Bediüzzaman Hazretleri ve ahirete irtihal etmiş tüm talebelerini ve ehl-i imanın ruhlarına dualar, fatihalar gönderildi. Neticeleri itibarıyla güzeldi. Katılanlara tadı damağında kalan bir farklı ve doyumsuz lezzetler yaşattı.
Vesile olanlara binler teşekkür.... Mutad hale gelmesi duasıyla...
07.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|