AB adaylığımızın ivme kazandırdığı “uluslararası toplumla entegrasyon” sürecinde mesafe aldıkça, şimdiye kadar iç mesele olarak gördüğümüz ve dışarıdan başkaları ilgilendiğinde karıştırmak istemediğimiz konuların da uluslararası gündemin birer parçası haline geldiğini görüyor ve yaşıyoruz.
Hukuk devleti, insan hak ve hürriyetleri, demokrasi ve bunları ihlâl eden uygulamalar, bunun en başta gelen çok tipik örneklerinden biri.
Nitekim bu çerçevede, faili meçhul cinayetlerden gözaltında ölümlere, işkenceden başörtüsü yasağına kadar bilumum hak ihlâlleri, ABD, AB ve işi bunları takip olan uluslararası kuruluşların periyodik raporlarıyla önümüze konuluyor.
Bu ihlâllerle ilgili olarak Türk yargısından sâdır olan ve vicdanlardaki adalet duygusunu tatmin etmeyen kararların, bir de AİHM terazisinde tartılması için yoğun başvurular yapılıyor.
Kendi içimizde çözümsüz vaziyette ilânihaye taşımakta ısrar ettiğimiz azınlıklar, Patrikhane ve ruhban okulu gibi sorunların halli için uluslararası telkin ve baskılar artarak devam ediyor.
Clinton on sene önceki ziyaretinde bu konular için aynı mesajı vermişti; Obama da Meclis konuşmasında ve temaslarında aynı şeyi yaptı.
AB’nin sürekli ve ısrarlı talepleri de cabası.
Aynı süreçte, yıllardır politikalarımızı ipotek altına alan kırmızı çizgilerin silikleştiğini, kendi içimizde çok büyük gördüğümüz veya hakim zihniyetin öyle göstermeye çalıştığı bazı konuların, sınır dışına çıkıldığında bir önem ve kıymet-i harbiyesinin olmadığını da öğreniyoruz.
Bunun ilginç örneklerinden biri Roj TV meselesi. Türkiye senelerden beri konuyu Avrupalı muhataplarının gündemine taşıyıp, söz konusu kanalın kapatılması talebini iletti durdu. Ama netice alamadı. Son olarak Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine koyduğu vetoyu kaldırtmak için dikte ettiği şartlardan biri yine buydu. Ancak görünen o ki, yine değişen birşey olmayacak.
Rasmussen’in İstanbul’da bir kez daha tekrarladığı “Savcılar inceliyor, terörü desteklediği ispatlanırsa mahkeme kapatır” sözü buna işaret.
Öte yandan, özellikle iddialı bir açılım ve demokratik bir alternatif olarak takdim edilen TRT Şeş’in devreye sokulmasından sonra, Roj TV’ye eski reflekslerle tepki göstermeye devam edip hâlâ “Kapatılsın” talebini gündemde tutmayı sürdürmenin mantığı ve tutarlılığı var mı?
Bu bağlamda terör belâsının bizatihî kendisi de konumuz açısından irdelenmesi gereken önemli boyutlar taşıyor. Çünkü Türkiye şimdiye kadar hep terör örgütüne verilen dış destekten şikâyetçi oldu, ama terörü besleyen dahilî sebepler ve kendi hataları üzerinde pek durmadı.
Oysa özellikle 12 Eylül sonrası şiddetlenen askerî politikaların, kardeşlik duygusunu hakim kılmaya çalışan cemaatleri engellemenin, herkesi “Ne mutlu Türküm” demeye zorlamanın, Diyarbakır Cezaevi örneğinde zirveye çıkan işkence ve kötü muamelelerin, masum sivil halkı da terörist olarak görüp öyle davranan bakış tarzının, faili meçhul cinayetlerin, Ergenekon operasyonlarıyla bir kısmı ortaya çıkmış gibi görünen karanlık ve kirli ilişkilerin, terörün azması ile bitirilemeyişindeki rolü gözardı edilebilir mi?
Devletin uygulamalarında, kendi halkına insanca muamele etmeyi esas alan bir anlayış hakim olsaydı böyle bir terör belâsı olur muydu?
Bu yanlış uygulamalara kaynaklık eden sakat anlayışın Kuzey Irak’taki yansımaları da, İsrail başta olmak üzere buralar için farklı hesapları olan güçlere yarayan bir ortam oluşturmadı mı?
İşte, uluslararası topluma entegre oldukça, iç meselelerimiz de dış dinamiklerin daha sıkı ve yakın markajına alınıyor; süreç ilerledikçe, sorunları baskı ve dayatmayla “çözme”ye çalışıp da başarılı olamayan içe kapanmacı zihniyetin alanı, giderek daralan bir kuşatma ile kısıtlanıyor.
Bunun getireceği nisbî rahatlama, beraberindeki yeni tuzak ve riskleri gözardı ettirmemeli.
14.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|