Bediüzzaman’ın en son dersi
Hayatımızda “ilk” ve “son”ların yerleri diğerlerinden çok farklıdır. Bazı kimselerin “en”leri de bir başkadır. Bunlar alt alta sıralandığında bazen çok şeyler bir arada ifade edilir. En çok sevdiği, en çok nefret ettiği, en çok kızdığı, en çok okuduğu, en son sözü, en çalışkan, en hızlı koşan, en güzel okuyan, en çok yazan, en çok konuşan gibi sıralanır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatında pek çok “en”ler vardır. İşte onlar içinde yer alan, Nur Talebelerine vermiş olduğu “en son dersi”dir. “En son ders bir harikadır” desem mübalağa etmiş olmam herhalde. Üstadın en son dersini verdiği yıl, vefat ettiği 1960 yılının başıdır. Ocak ayında ve Ankara’da gerçekleşmiştir.
Said Nursî’nin hayatında “rahat nâmına” bir şey yoktur. Onun Tarihçe-i Hayat’ını okuyanlar bu sözümün mübalağa olmadığını üzülerek göreceklerdir. Sebepleri ne idi? Ben makul ve mantıklı bir şey bulamadım. Siz bulabildiniz mi?
Bediüzzaman’ın hayatında zulümler, baskılar, işkenceler, zehirlenmeler, hapisler, sürgünler ve hakaretler yer almıştır. Ama o, kendisine yapılanları şükürle karşılamıştır.
Said Nursî, yakında vefat edeceğini hissetmiş olmalı ki, 1959 yılı sonlarında vedâ ziyaretlerine başlamıştır. Masumane bir istek bile bazı çevreler tarafından çok görülmüştür. Hükümet muhalefetin baskısından telâşa kapılmış, zamanın iç işleri bakanı ne yapacağını şaşırmıştır.
Basın, Bediüzzaman’ın izini sürmeye başlamıştır. Haber merkezlerinde “Said Nursî” birimleri oluşturulmuş ve kıdemli polis muhabirleri Said Nursî’yi izlemekle görevlendirilmiştir.
Bediüzzaman’ın izleyeni pek çoktu: Gazeteciler, polisler, Nurcular, politikacılar…
Demokrat Parti ile basın adamakıllı kavgaya tutuşmuştu. Başbakan Menderes, bir taraftan İsmet Paşalı CHP ile, diğer taraftan basınla mücadele ediyordu; onlar da bütün güçleriyle Menderes’le. Bediüzzaman adeta ülkenin tek gündem maddesi olmuştu. Bediüzzaman haberleri ise, günü gününe, hatta saati saatine hiç aksatılmadan veriliyordu. O günkü şartlarda hızlı bir haber trafiği yaşanıyordu.
5 Ocak 1960 tarihli Hürriyet’in manşeti, “Said Nursi’ye Ankara’nın havası çok iyi geliyormuş” Cumhuriyetin manşeti ise “Said-i Nursi Ankara’da bir apartman kiraladı” şeklinde idi. Haberlerin devamında bazı senaryolar da yazılmıştı.1
Bediüzzaman’a evi, Ankara merkez vaizlerinden Said Özdemir kiralamıştı. Bediüzzaman ise, hapis ve sürgünlerde geçen bir ömrün ardından, Ankara’yla diyalog için gelmişti. Bu maksatla her kapıyı zorluyordu. Evin kiralanması, Ankara’ya daha çok zaman ayırma isteğinin bir ürünü olmalıydı.
Bediüzzaman bu evde ancak bir gece kaldı. Ankara’dan ayrılmadan önce, talebelerini başına topladı. Onlara hayatının en son dersini verdi. Son dersi bir anlamda onun vasiyetiydi. Sesi zor çıkıyordu. Nur Talebeleri ise adeta hiçbir kelimeyi kaçırmak istemiyor ve bütün dikkatlerini bir araya topluyorlardı. Said Nursî, sözlerini talebelerine kelime kelime not aldırdı ve aynı gün diğer bölgelerdeki Nur talebelerine de gönderilmek üzere yayınlattı.
Bediüzzaman hayatı boyunca olduğu gibi, son dersinde de, Risâle-i Nur talebelerinin müsbet hareket etmesini istiyordu. Müsbet hareketten kastı, emniyeti bozacak fiillere ve hareketlere girişilmemesiydi.
Bediüzzaman bu dersinde, cihad konusuna da yer veriyor ve ortaya bir ölçü koyuyordu. Bediüzzaman’ın cihad anlayışı, günümüzde cihad yaptığı teziyle ortaya çıkan bir çok İslâmî hareketten farklıydı.
Üstad son dersinde, dünyaya veda etme zamanının yaklaştığının da farkındaydı adeta. “Aziz kardeşlerim” diye başlıyordu sözlerine. “Hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ‘ehvenüşşer’ deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil... Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz.”
Bediüzzaman cihad konusuna da açıklık getiriyordu: “Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz.”
İşte bu cihad anlayışıdır ki, Risâle-i Nur hareketi hiçbir dönemde, cihad adı altında cinayet işleyen hareketlerle birlikte olmamıştı. Bediüzzaman en son dersinde de bunu hatırlatıyor ve “müsbet hareket”e vurgu yapıyordu:
“Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir” diyordu.
Bu büyük farkı ne ile açıklayabilirsiniz?
Herhalde bu fark cihad ile cinayet kadar büyük bir farktı. Dışardan gelen saldırılara karşı devlet kuvvetleriyle karşı konulur, silâh kullanılır. Ölenler şehid, yaralananlar gazi olurlar. İçerde kuvvet kullanılmaz. İçerdeki hareket mânevî tahribata karşı ihlâs sırrıyla müsbet bir şekilde hareket etmektir. Bunun örneklerini ve uygulamasını Bediüzzaman’ın ve talebelerinin hayatında bol miktarda görmek mümkündür. Hiçbir Nur Talebesi asayişi bozan hareketin içinde olmamış, aksine karşısında olmuş ve bütün kuvvetleriyle asayişi korumaya çalışmışlardır. Bunların ayakta alkışlanması gerekmez mi? Vicdan sahibi her vatanperverin takdir etmesi lâzım değil mi?
Eşref Edib 1952 yılında Üstad’la yaptığı bir mülakatta şöyle diyordu: “Memleketin her tarafında 600 bini mütecâviz, belki bir milyonu bulan talebeleri memleketin en fazîletli evlâtlarıdır. Üniversitenin muhtelif fakültelerinde müsbet ilimler tahsil eden şâkirtleri pek çoktur; yüzlercedir, binlercedir. Hiçbir Nur Talebesi yoktur ki, sınıfının en fazîletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risâle-i Nur talebesinden hiçbirinin, hiçbir yerde âsâyişi muhil hiçbir hareketi, hiçbir vak’ası yoktur. Her Nur Talebesi, hükûmetin, nizam ve intizâmın tabiî birer muhâfızıdır; âsâyişin mânevî bekçisidir.”2
Bediüzzaman kendisi için kiralanan evde bir gece kaldıktan sonra, ani olarak Ankara’yı terk etti. Bu ani karar o günkü gazetelere de yansımıştı. Bediüzzaman Said Nursî, Ankara’dan ayrılmadan önce Time dergisinin Türkiye muhabiriyle görüşmüş ve sorularını cevaplandırmıştı. Tüm çabalarına rağmen, bir türlü diyalog kuramadığı Ankara’dan son defa ayrılıyordu. Daha sonraki günlerde bir defa daha Ankara’ya gelecek ama şehre bile sokulmayacaktı.
Öyle anlaşılıyor ki, Ankara kapılarını, gözlerini, kulaklarını iyice kapatmıştı. Bediüzzaman’ın diyalog amacıyla defalarca uzattığı şefkatli eli, karşılıksız geri çevrilmişti. Halbuki o dünyevî, hatta uhrevî hiçbir şey beklemiyordu. Belki de yakında bütün dehşetiyle gelecek bir tehlikeyi haber verecekti. Ama olmadı. Bediüzzaman’ı anlamadılar veya anlamak istemediler.
Vefatından sekiz yıl önce söylediği şu sözleri bir kere daha hatırlayalım:
“Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”3
Yukarıda anlattıklarımız Bediüzzaman’ın hayatında bir defa olsa, anlamakta fazla zorluk çekmezdik. Ama ömür boyu devam etmesi ve hayatının sonuna doğru artması doğrusu çok düşündürücüdür. O günkü zihniyet, hayatında rahat yüzü göstermedikleri gibi öldükten sonra kabrinde bile rahat bırakmamışlardır. Vefatından birkaç ay sonra bir gece mezar soyguncuları, kabrini parçalayıp cesedini bilinmeyen bir yere kaçırdılar. Ona hayatta ve kabirde bunları reva görenler acaba şimdi ne kadar rahatlar?
Said Nursî’ye göre, “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.”4
Ahiret olmazsa, insanlar intikamlarını dünyada almaya çalışacaklardı. Şimdilik o pencereyi açmıyorum.
Bediüzzaman hayatı boyunca demokrasinin yanında yer almıştır. Yöntemi ise o günlerde çok muhtaç olduğumuz iki şeydi: Sağduyu ve sabır.
Said Nursi’nin vefatının ardından ülkede 27 Mayıs İhtilâlinin en acımasız ve en korkunç yüzü yaşandı. Milletin hür iradesiyle seçtiği ve içlerinde cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar ve milletvekillerinin de bulunduğu bir grup itile kakıla Yassıada’ya tıkıldı. Arkasından Said Nursî’nin mezarının parçalanma olayı yaşandı. Bu mezardan başka mezarlara yollar açıldı. Sonra o mezarların ortasında, darağaçları kuruldu.
Said Nursî ve Nurculuk olayı o yıllarda ülkede gündem maddesi olmaya devam etti. Şimdi aynı gündem maddesi ülke sınırlarını aştı, dünyanın gündemi olmaya başladı.
Bu olgu hayat sürdükçe devam edecek…
Dipnotlar:
1- Serdar Murat, Ankara Siyaseti ve Said Nursi, s.37-38
2- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 958
3- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 960
4- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 86
|