Bediüzzaman’ın “felâket ve helâket asrı” diye tavsif ettiği bu asırda mânevî hayatımızı tehdit eden tehlikelerin farkında olmamak veya onları önemsememek, ayrı bir tehlike ve felâket olsa gerek. Ebedî hayatımızın mahvına yönelik, dakikada yüzlerce haramın, günahın bizi abluka altına almasını görmezlikten gelmek veya böyle bir tehlikeye karşı bîgane kalmak ne ile izah edilebilir? Günahlarla iç içe olmak, haramlarla, menhiyatlarla yüz yüze olmak zamanla onlara karşı duyarsız olmayı, onları basite olmayı netice veriyor. Haramlarla iç içe olmayı netice veren alışkanlıklarımız, günahlardan sakınmamayı netice veren ülfetlerimiz, bazen derin bir gaflet doğuruyor. Esasen, bu hâl de, derin bir gafletin neticesi değil midir?
Hep ruhsatla, fetvâlarla olan amellerimizin haramlarla günahlarla burun buruna olduğunu görebiliyor muyuz? Bu noktada sağlıklı, selâmetli olanın, azimetle, takva ile amel olduğunu; bu asrın mânevî hayatımızın mahvına yönelik tehlikelerini bertaraf etmenin takva ve amel-i salihten geçtiğini derk edebiliyor muyuz? Sair ehl-i din belki ruhsatla âmel edebilir. Ama dersini Nurlardan alan, Bediüzzaman’ın talebeliğine aday insanların müsbet ve menfî ibadetlerinde elden geldiği kadar takva ve azimetle amel etmenin gayretinde olmaları daha doğru olmaz mı?
Hem Nur’lardan dersini alanlar, hemen her yönüyle sâir ehl-i dine nokta-i istinad olmakla mükellef olduklarına göre, dinî yaşantılarında avam-ı ehl-i imanı da nazara almak durumundalar. Bir çok yönüyle kendilerini ‘örnek insan, şaşmaz rehber’ olarak bilen insanları göz önünde bulundurup, onlara nokta-i istinad olmanın gereğini yapmakla mükellef değiller mi? Dinî yaşantılarında, günahlardan çekinmekte, takvalarında kendilerine bakıp yön tayini yapan insanların bulunduğunu, kendilerini taklit edip nümune-i imtisal kabul eden samimî mü’minlerin varlığını görüp, dinimizin emir ve nehiylerini bihakkın yerine getirmekle vazifeli değiller mi?
Bediüzzaman’ın “Def-i şer, celb-i nef’a râcihtir” (Günahlardan sakınmak, sevapları kazanmaktan daha önemlidir) tesbitinden hareketle, çok şiddetli haram ve günahlarla karşı karşıya bulunan insanlar, bu ince ve önemli kaideyi göz önünde bulundurmaları nispetinde kendilerini bir nevî sağlama almış olurlar. Bunun tersi bir durum, yani günah ve haramlardan sakınmadan, hasenât ve sevapları kazanmaya yönelmek doğru bir dinî yaşantı olamaz.
Yine Üstad’ın “Bu zamanda tahribât ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva bu tahribata karşı en büyük esastır” tesbitini göz önünde bulundurarak takva içindeki bir dinî yaşantının gayretinde olmak, öncelikle Nur Talebelerinin işi olmalı.
Bu meyanda Üstadın hep takvayı esas aldığını görmekteyiz. Nur’un hakikî talebeleri de çoğu zaman dinî yaşantılarında hep takvayı esas alarak, nümune-i imtisâl olacak bir hâl sergilediler.
Yine Bediüzzaman’ın “Risâle-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimâiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir” teşhis ve tavsiye hükmündeki sözleri, bu helâket ve felâket asrında Nur’un Talebeleri için hareket noktası olmalıdır.
Elbette sıkı tutmayalım. Şüphesiz fetva ile amel, makbul ve geçerli bir ruhsattır. Ama bu asrın fitne ve günahlarından sakınmak için bizler takva ile amel etmenin gayretinde olalım...
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|