|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Takva-fetva meselesi |
|
Bediüzzaman’ın “felâket ve helâket asrı” diye tavsif ettiği bu asırda mânevî hayatımızı tehdit eden tehlikelerin farkında olmamak veya onları önemsememek, ayrı bir tehlike ve felâket olsa gerek. Ebedî hayatımızın mahvına yönelik, dakikada yüzlerce haramın, günahın bizi abluka altına almasını görmezlikten gelmek veya böyle bir tehlikeye karşı bîgane kalmak ne ile izah edilebilir? Günahlarla iç içe olmak, haramlarla, menhiyatlarla yüz yüze olmak zamanla onlara karşı duyarsız olmayı, onları basite olmayı netice veriyor. Haramlarla iç içe olmayı netice veren alışkanlıklarımız, günahlardan sakınmamayı netice veren ülfetlerimiz, bazen derin bir gaflet doğuruyor. Esasen, bu hâl de, derin bir gafletin neticesi değil midir?
Hep ruhsatla, fetvâlarla olan amellerimizin haramlarla günahlarla burun buruna olduğunu görebiliyor muyuz? Bu noktada sağlıklı, selâmetli olanın, azimetle, takva ile amel olduğunu; bu asrın mânevî hayatımızın mahvına yönelik tehlikelerini bertaraf etmenin takva ve amel-i salihten geçtiğini derk edebiliyor muyuz? Sair ehl-i din belki ruhsatla âmel edebilir. Ama dersini Nurlardan alan, Bediüzzaman’ın talebeliğine aday insanların müsbet ve menfî ibadetlerinde elden geldiği kadar takva ve azimetle amel etmenin gayretinde olmaları daha doğru olmaz mı?
Hem Nur’lardan dersini alanlar, hemen her yönüyle sâir ehl-i dine nokta-i istinad olmakla mükellef olduklarına göre, dinî yaşantılarında avam-ı ehl-i imanı da nazara almak durumundalar. Bir çok yönüyle kendilerini ‘örnek insan, şaşmaz rehber’ olarak bilen insanları göz önünde bulundurup, onlara nokta-i istinad olmanın gereğini yapmakla mükellef değiller mi? Dinî yaşantılarında, günahlardan çekinmekte, takvalarında kendilerine bakıp yön tayini yapan insanların bulunduğunu, kendilerini taklit edip nümune-i imtisal kabul eden samimî mü’minlerin varlığını görüp, dinimizin emir ve nehiylerini bihakkın yerine getirmekle vazifeli değiller mi?
Bediüzzaman’ın “Def-i şer, celb-i nef’a râcihtir” (Günahlardan sakınmak, sevapları kazanmaktan daha önemlidir) tesbitinden hareketle, çok şiddetli haram ve günahlarla karşı karşıya bulunan insanlar, bu ince ve önemli kaideyi göz önünde bulundurmaları nispetinde kendilerini bir nevî sağlama almış olurlar. Bunun tersi bir durum, yani günah ve haramlardan sakınmadan, hasenât ve sevapları kazanmaya yönelmek doğru bir dinî yaşantı olamaz.
Yine Üstad’ın “Bu zamanda tahribât ve menfî cereyan dehşetlendiği için takva bu tahribata karşı en büyük esastır” tesbitini göz önünde bulundurarak takva içindeki bir dinî yaşantının gayretinde olmak, öncelikle Nur Talebelerinin işi olmalı.
Bu meyanda Üstadın hep takvayı esas aldığını görmekteyiz. Nur’un hakikî talebeleri de çoğu zaman dinî yaşantılarında hep takvayı esas alarak, nümune-i imtisâl olacak bir hâl sergilediler.
Yine Bediüzzaman’ın “Risâle-i Nur şakirtlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimâiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir” teşhis ve tavsiye hükmündeki sözleri, bu helâket ve felâket asrında Nur’un Talebeleri için hareket noktası olmalıdır.
Elbette sıkı tutmayalım. Şüphesiz fetva ile amel, makbul ve geçerli bir ruhsattır. Ama bu asrın fitne ve günahlarından sakınmak için bizler takva ile amel etmenin gayretinde olalım...
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cuma namazının sıhhat şartları |
|
İsmail Özdemir: “Cuma Namazı kimlere farzdır? Bir yerde Cuma namazı kılınması için gerekli şartlar nelerdir? Hanefi Mezhebine göre köylerde Cuma namazı kılınır mı?”
Cuma namazını farz kılan âyet şöyledir: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğunda Allah’ı anmaya koşun. Alımı satımı bırakın. Bu sizin için daha hayırlıdır. Bir bilseniz!”1
Cuma namazı farz olan kişinin, en başta, diğer ibadetlerde de olduğu gibi Müslüman olması ve teklif çağında bir kişi olması gerekir. Yani ergenlik çağına ulaşmış ve akıllı bir kimse olmalıdır. Cuma namazına özgü diğer şartlar da şunlardır: 1- Erkek olmak, 2- Özürsüz olmak, 3- Hür olmak, 4- Mukim olmak. Kadınlara Cuma namazı farz olmamakla beraber, zaman, zemin ve şartları müsait olduğunda kıldıkları takdirde farz olarak kılmış olurlar ve o gün öğle namazını kılmazlar. Kılmadıklarında ise kendilerine farz olmadığı için üzerlerinde zimmet olmaz. O gün sadece öğle namazı kılarlar.
Cuma namazının bir kimseye farz olması için ‘özürsüz olmak’ önemli bir şarttır. Özürlerin başında muhtelif hastalıklar ve körlük ve kötürümlükler gibi çeşitli engellilik halleri gelir. Böyle özürler olunca Cuma namazı farz olmaktan çıkar. Kezâ Cuma namazına gittiği takdirde zarar görecek şiddette hava ve yol muhalefeti de özür sayılmıştır. Meselâ havanın aşırı yağışlı olması, yolların kapalı olması ve başka bir yolun olmaması Cuma namazı için birer özürdür. Keza can, mal ve namus güvenliğinin olmadığı yer ve zamanlarda da Cuma namazı farz olmaktan çıkar. Keza hür olmayan kimselere de Cuma namazı farz değildir. Cuma namazının farz olması için gerekli bir diğer şart da ikamettir. Yani kişinin seferi olmaması gerekir.
Bir yerde Cuma namazının sahih biçimde edâ edilebilmesi için ise şu şartlar olmalıdır:
1- Cuma namazını kıldırabilecek ehliyet sahibi bir imam bulunmalıdır. 2- Cuma namazı kılınacak yer, herkes tarafından bilinen, umuma açık bir mabet olmalıdır. Büyük şehirlerde muhtelif mahallelerde açılan ve halk tarafından bilinen mescitlerde veya iş merkezlerinin uygun katlarında teşekkül ettirilen umuma açık mescitlerde, yakında cami bulunmaması veya cami bulunsa da dolu olması halinde Cuma namazı kılınabilir. 3- Cuma günü öğle vakti girmiş olmalıdır. 4- Cemaat bulunmalıdır. Hanefî mezhebine göre imamdan başka üç kişi bulunsa Cuma namazı kılınır. Ebu Yusuf’a göre imamdan başka iki kişi de yeterlidir. İmam-ı Mâlik’in cemaat şartı en az otuz, İmam-ı Şafii ve Ahmet bin Hanbel’in şartı ise en az kırk kişidir.
5- Cuma namazından önce hutbe okunmalıdır.
Cuma namazının sahih olması için bir diğer şart da;
6- Bir toplum namazı olması hasebiyle, Cuma namazı kılınacak yerin konup göçülen bir yer değil, ikamet edilen bir yerleşim birimi olmasıdır. Hanefi âlimlere göre, başında yöneticisi bulunan yerleşim birimleri Cuma namazı meselesinde şehir ya da şehir hükmündedir. Başka bir ifadeyle günümüzde farzı kılacak sayıda cemaatin yerleşik bulunduğu köy, belde ve şehir dâhil bütün yerleşim birimleri şehir hükmündedir ve buralarda Cuma namazı kılınır.
Cuma namazının farzı ikidir:
1- İki hutbe okumak.
Hutbenin rüknü, Allah’ı zikirden ibârettir.
Hutbeyi abdestli okumak, hatibin setr-i avret içinde bulunması ve hutbeyi ayakta okuması vâciptir.
Hutbenin sünnetleri ise: İki hutbe arasında bir tesbih miktarı oturmak; her bir hutbede hamd, Kelime-i Şehâdet, salât ve selâm okumak; birinci hutbede bir âyet okuyarak insanlara öğüt vermek; ikinci hutbede Müslümanlara duâ etmek; ikinci hutbeyi daha hafif tutmak; hutbe esnasında cemaate dönmektir.
2- Cemaatle birlikte iki rek’ât namaz kılmak.
Allah kabul etsin. Âmin.
Dipnot:
1- Cuma Sûresi, 62/9
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cinin verdiği müjde neydi? |
|
Hz. Ömer’in önsezisi oldukça kuvvetliydi. İnsanları âdetâ yüzlerinden okurdu. Birgün, bir adama rastladı. Konuşma esnasında onun Cahiliyye dönemindeyken kâhinlik yaptığını söyleyince adam şaşırmış, inkâr edememiş, doğrulamak zorunda kalmıştı. Adam gerçekten İslâma girmeden önce kâhinlik yapmaktaydı.
Hz. Ömer bu vesileyle geçmişte yaşadığı onunla ilgili bir olayı da hatırlatmak istedi.
Ona, “Dişi cinin sana getirdiği haberlerin en acâibi hangisiydi?” diye sordu. O da Cahiliyye döneminde başından geçen şu olayı anlattı: “Birgün ben çarşıdayken, bana dişi bir cin geldi. Korkusunu biliyorum. Dedi ki: ‘Sen cini ve ümitsizliğini, kulak hırsızlığından menedildiğinde haber alamadığı için düştüğü ye’sini, sırtlarına ince çullar konulmuş genç develerle yetişilip yakalanmasını görmedin mi?’”
Doğru söylüyordu adam. Hz. Ömer bunu tasdik edip şöyle dedi: “Ben onların putlarının dibinde uyurken bir adam bir buzağı getirip kesti. O anda birisi öyle bağırdı ki, bu kadar yüksek sesle seslenen birini hiç duymamıştım. Ses şöyle diyordu:
“Ey düşmanlığını açığa vuran kimse!
Zafer bulacak bir iş!
Fasih konuşan bir adam var.
Senden başka ilâh yoktur.”
Bu sözler putlara tapmayı vecibe sayan oradaki topluluğun tepkisini çekmeye yetmişti. Sözlerin adamdan geldiğini zannettiler. Oysa kesilen kurbandan geliyordu. Daha doğrusu görünmediği halde bir cin, kâhine bunu haber veriyordu.
Bu sözlerin kâhinden geldiğini zannedip adamın üzerine çullanmışlardı.
Hz. Ömer, “Bu işin içinde bir iş var. Arkasından ne geleceğini görünceye kadar buradan ayrılmayacağım” diye kendi kendine karar vermişti. Yine aynı ses gelmiş:
“Ey düşmanlığını açığa vuran kimse!
Zafer bulacak bir iş!
Fasih konuşan bir adam var.
Senden başka ilâh yoktur.”
Hz. Ömer oradan kalkmış ve aradan çok geçmeden bir peygamberin çıktığının söylenmeye başladığını duymuştu.1
Dipnot:
1- Buharî Menakibü’l-Ensar: 35.
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Günümüzde Asr-ı Saadet’i yaşamak |
|
O saadet asrında kadını, erkeği, çocuğu, genci, yaşlısı, hastası, sakatı bütün inananlar ırk, renk, dil ayrımı gözetmeksizin tek bir hakikatte birleştiler: Allah’ın varlığı birliği, Hz. Muhammed’in (asm) O’nun elçisi olduğu…
Kâinat Sultanının elçisi olarak şahadet getirdikleri Hz. Muhammed’in (asm) öğrettiği bütün hakikatleri yaşantılarına aksettirdiler ve O'nun (asm) hayatlarına birer kıblenâmeli pusula olarak seçtikleri mesajlarını, kendilerinden sonra gelen nesillere mukaddes bir emanet olarak teslim ettiler. Sağlam bir silsile ile bu eşsiz mesajlar günümüze kadar ulaştı. On dört asırdır bütün inananların hayat rehberi olarak yaşantılarına aksettirdikleri bu hakikatleri bizler de kaynaklardan öğreniyor, yaşantımıza aktarmaya çalışıyoruz. Sevdiklerimize onu anlatıyoruz, kâinat sarayındaki eşsiz rehberliğini, mesajlarını…
Kıyamete kadar devam edecek bu Nur silsilesi…
Asr-i Saadet modelı
Bediüzzaman Hazretleri 19. Söz isimli muhteşem eserinde Rabbimizi bize tarif eden üç küllî muarriften bahseder. Kâinat kitabı, Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberimiz’dir bunlar. Mesnevî-i Nuriye isimli eserinin bir başka yerinde bunlara bir dördüncüsünü daha ekler: Fıtratı zîşuur olan vicdanımız. Peygamber Efendimiz (asm) Kâinat Sultanının fermanı olan Kur’ân’ı, kâinat sarayının sırlarını, vicdanımızı, teker teker izah eder, Sultanı nasıl tarif ettiklerini gösterir kendisine kulak verenlere…
Şimdi dilerseniz o saadet asrına hayalen bir yolculuk yapalım ve o eşsiz Rehberin (asm) kâinat kitabını, Kur’ân’ı nasıl okuduğuna ve insanın vicdanına nasıl seslendiğine “ummandan bir katre misâli” bakalım:
Gökyüzünü tefekkür
Hz. Peygamberin amcasının oğlu ve ümmü’lmü’minîn Hz. Meymune’nin (ra) yeğeni olan Abdullah bin Abbas (ra) anlatıyor. O sıralarda yaşı on beş civarında bir genç ve Resullullah’ın yanında onun bir gecesini nasıl geçirdiğine şahit olmuş. Peygamberimiz (asm) uyanmış ve evin avlusuna çıkıp yıldızları uzun uzun tefekkür etmişti. Sonra da “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişinde akıl sahipleri için âyetler (deliller) vardır” âyetini okumuştu. “Onlar göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Rabbimiz’ derler ‘Sen bunu boşuna yaratmadın’ âyetini de eklemişti. (Buhârî)
Hz. Ayşe (ra), bu hâli Resulullah’ın gece tefekkürüne dair umumî bir hâl olarak rivayet etmekte ve biraz önce zikrettiğimiz tefekkür âyetlerini okuduktan sonra şöyle dediğini anlatmaktadır: “Bu âyeti okuyup da uzun uzun tefekkür etmeyenin vay hâline!”
Şehir hayatının bitmek tükenmek bilmez koşuşturmaları esnasında gözlerimizi kaldırıp, kâinat kitabının bu en geniş tevhid levhalarından biri olan gökyüzünü tefekkür ediyor muyuz? Güneşin ve ayın gün içindeki dönüşümlerini, hava zerrelerini, kuşları, yağmuru, rüzgârı, doluyu, karı, ilkbaharın kokusunu…
Tefekkür etmiyorsak eğer, Hz. Ayşe’nin (ra) aktardığı gibi “Vay halimize!”
Gıydığı en son elbıse!
Mus’ab bin Umeyr (ra), Mekke’nin önde gelen ailelerinden birine mensup, yakışıklı, güzel giyinmeyi çok seven, herkesin gıpta ile izlediği bir gençti. İslâma girdiğinde idealleri uğrunda hayatında keskin bir dönüş yaptı. Mekke’yi terk edip Medine’ye yerleşti, Ensara iman hakikatlerini öğretmeye başladı.
Uhud Harbinde şehit düştüğünde vücudunu örtecek bir kefen bulamadılar. Üzerindeki kaftanı ise yeterince vücudunu örtecek büyüklükte değildi. Başı örtüldüğünde ayakları, ayakları örtüldüğünde başı açıkta kalıyordu. Peygamberimiz (asm) çok değer verdiği bu genç sahabesini gözyaşları içinde defnederken “Baş tarafını kaftanı, ayaklarını ise ızhır otu (bir çeşit kokulu ot) ile örtünüz” diye emretti ve “Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehid oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi… Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” (Ahzab Sûresi, 23.) âyetini okudu.
Evet, güzel giyinmeyi sevmesi ve yakışıklılığı ile tanınan Mus’ab bin Umeyr şehit olduğunda, ottan bir kefene sarılmıştı. Şehitlerin üzerlerindeki kanları ve kanlı kıyafetleriyle gömülmelerini onu toprağa defnettikten sonra emretmişti Efendimiz (asm).
Moda, marka esaretine hapsedilmeye çalışılan günümüz gençliğinin Mus’ab bin Umeyr’den (ra) alacağı dersler yok mudur?
Onlar göktekı yildizlar gıbı…
Evet, Sahabeler, Peygamberimizin (asm) benzetmesiyle gökteki yıldızlar misâli, asırlardır kesret çöllerinin karanlıklarında kaybolmaya yüz tutan inananlara yol gösteriyor, hakikati sunuyorlar.
Teknolojinin sunduğu türlü çeşit oyuncakların ve cazibedar eğlencelerin “kuşatma”sında olan günümüz inananlarının, özellikle de gençlerinin şüphesiz onların bu eşsiz hayatlarından alacakları çok dersler var!
Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmemiş gençlere Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri, Nur Risâleleri “Asrı Saadet modeli” bir hayat tarzını, hayat felsefesini asrın ihtiyaçlarına uygun tarzda sunmakta. Ölümü ve ölüm sonrası hayatı, ahiret âlemini unutturmaya yönelik, cehennem hurileri eşliğinde sunulan bu cazibedar, büyülü, umumî atmosferi etkisiz hâle getirebilecek tek iksir iman ve Kur’ân hakikatlerini ilmîmantıkî delillerle ispat eden Risâle-i Nurlar…
Ruhumuzu, kalbimizi, aklımızı, bütün duygularımızı iman hakikatleriyle inkişaf ettirip, muhtaç olan gönüllere “haz ve hız asrının insanlarına” lâyıkıyla ulaştırmaya çalışıyoruz değil mi? Hiçbir engel tanımadan. Tıpkı sahabeler gibi…
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ortalama bir Avrupalı’nın hayat şartları |
|
Karı-koca ve bir de çocuktan oluşan üç kişilik bir aile düşünelim. Anne, sabah 04.30’ta kalkar, kahvaltıyı hazırlar. Sonra, çocuğu kaldırır, kahvaltısını yaptırır ve elinden tutup bizzat okula götürür. Almanya’da Türkiye’deki gibi okul servisleri yoktur. Zira, yakın çevrede mutlaka okul vardır ve okullar aynı standart ve kalitededir. Anne-babalar mutlaka okula giden çocuklarının dersleriyle ilgilenir, idarecilerle irtibat hâlindedir.
Çalışan bey ise, saat ikilerde işi bırakır. Sonra ya eve gider, ya meyhaneye… Gerçi iş yerinde bira içmek serbesttir. Birayı içki saymıyorlar, su ve meşrubat yerine onu içerler. Rüdesheım, üzümleriyle meşhur olduğundan iş yerlerinde hem bira, hem de içki makineleri vardır. İçki tüketimi yüksek olunca, alkollü içki imalâtı, ya da ithâli ile uğraşan firmaların reklâm kampanyaları sürekli artıyor. Sadece bira tüketimi, yılda kişi başına ortalama 100-150 litrenin üzerinde bulunuyor. Aynı araştırmanın sonuçları, öğrencilerinin de yüzde 93.8’inin “az veya çok” alkol kullandığını ortaya koydu. 1590 üniversite öğrencisinin katılımı ile gerçekleştirilen bir araştırma, Avrupalı gençlerin yüzde 37.3’ünün “çok”, yüzde 45’inin “orta”, yüzde 10.5’inin de “az” da olsa içki içtiklerini gösterdi. Üniversite öğrencilerinin yüzde 23’nün birçok kez “kör kütük sarhoş” olduklarını da belirleyen araştırma, çok içki içen gençlerin anne babalarının yüzde 44 oranında alkolik olduğu gerçeğini de ortaya koydu. Aşırı alkol aldıktan sonra çok kez otomobil kullandıklarını söyleyenlerden üniversite öğrencilerinin oranı ise yüzde 55 olarak belirlendi.
Çocuklar, 18’inde evden ayrılıyor
Avrupalı, iş sonrası eğer meyhaneye gitmemişse eve gelir, yemeğini yer, gazetesini okur, tv izler. Almanlar, hafta içi çalışır, hafta sonu ise meyhane, diskotek ve benzeri eğlence yerlerinde vakit geçirirler. Senede bir de mutlaka tatile çıkmaya çalışırlar.
Bir Alman çocuğu 16 yaşına gelince, artık evden ayrılmanın, kendisine ev tutmanın antremanını yapmaya başlar ve 18’inde mutlaka evden ayırırlar. Eğer anne-babasıyla birlikte kalırlarsa mutlaka mutfak, elektrik, kira vs. masraflara iştirak ederler. Belirlenmiş ödemelerini yapmadıklarında onları eve almazlar.
Almanlarla komşuluk yapan ve bu olayları bize anlatan kardeşimiz, “Ben 18 yaşını aşmış çocuğun ödemeleri yapmadığı için eve alınmadığını, dışarıda sabahlamak zorunda kaldığını çok gördüm!” dedi.
Alman Hıristiyan ailelerin bir özellikleri de, çocuklarına mutlaka Hıristiyanlığın öğretilmesini sağlamaktır. Zaten din dersi, Anayasa’da mecburîdir. Dolayısıyla küçük yaşlarda aileler, Kiliseye gitmiyorsa da mutlaka Hıristiyanlığı öğretirler.
Yalnızlıklarını köpekleriyle gideriyorlar
Avrupalılarda göze çarpan diğer enteresan bir olay da bilhassa kadın ve yaşlıların elinde bir köpek bulunması… Hedonizmin (zevk ve lezzetkolikliğin) pençesine düşen Batılılar, çocuk doğurmak istemiyor. Bunun zahmetinden kaçanlar, çocuk sevgisi ve yalnızlıklarını köpeklerle gideriyor.
Hürriyeti tamamen başıboşluk ve her istediğini yapmak şeklinde anladıklarından, çocuklarına gerekli terbiye ve eğitimi veremiyorlar. Bunun sonucunda da çocuklar anne-babalarına karşı geliyor, mücadele ediyor. Dolayısıyla, çocuk doğurup, bunca masraf yaptıktan sonra kendilerine karşı gelecek evlâtlar yetiştirmek istemiyorlar! Köpekler ise, gayet sadık ve itaatkârdır.
12.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Bediüzzaman’ın medeniyet tarifi Arap basınında |
|
“Siz, (Müslümanlar) insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız.”
(Âl-i İmran 110. âyet)
Bediüzzaman Said Nursî ve eserlerine hayran olduğu bilinen Ürdünlü yazar Hüseyin el-Hiyârî, zaman zaman Bediüzzaman ve Risâle-i Nur üzerine makaleler yazıyor. 23.2.2009 tarihinde Ürdün el-Düstûr gazetesinde yayınlanan
“Hadâratunâ ve hadâratuhum: Kuvvetü’l hakki ve hakku’l kuvveti” (Medeniyetimiz ve medeniyetleri: Hakkın kuvveti ve kuvvet hakkı) adlı Risâle-i Nur’dan feyizlenerek yazmış olduğu uzun makalesinde; medeniyetleri, İslâm medeniyeti, Yunan ve Roma felsefelerinin etkisinde kalmış olan medeniyet-i hâzıra (günümüz medeniyeti) olarak ikiye ayıran Bediüzzaman Said Nursî’nin medeniyet anlayışını işlemiş. El-Hiyârî’nin makalesi özetle şöyle:
HADÂRATÜNA VE
HADÂRATUHUM:
KUVVETÜ’L HAKİKÎ VE HAKKU’ KUVVETİ
“ 1919 yılında Üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye “ Şeriat-ı garra niye Batı medeniyetini reddder? diye sormuşlar. Üstadın bu soruya cevabı şöyle olmuştur:
“Çünkü Batı medeniyeti şu beş menfi esas üzerine kurulmuştur:
1- Dayanak noktası kuvvettir. Kuvvetin şe’ni ise; başkalarının, özellikle de zayıfların hak ve hukuklarına tecâvüz etmektir.
2- Hedefi; menfaattir. Menfaatin şe’ni ise; ahlâk sınırlarını tanımadan, her türlü vesileyle haksız bir şekilde menfaati elde etmektir.
3- Hayattaki düsturu cidâldir; tenâzudur: Bunun şe’ni ise; dâhilde ve hâriçte savaşmak ve çekişmek demektir.
4- Toplumlar arasındaki râbıtası; ırkçılık ve menfi milliyetçiliktir. Bunun şe’ni ise kendi milletini üstün görüp, başka milletleri aşağılamaktır. Bu da milletler arasında daimî bir şekilde çatışmayı doğurur.
5- Bu materyalist medeniyetin göze hoş gelen hizmeti, insanın hevâ ve hefesini tatmin etmek ve bu doğrultudaki isteklerini kolaylıkla temin etmesini sağlamaktır.
O hevâ ise insanı insanlık derecesinden hayvanlık derekesine düşürür. Bu da manevî olarak silinmesini netice verir.
Bu medeniyet, insanlığın yüzde seksenini meşakkate atmış; yüzde onuna sûrî bir saadet vermiş; geri kalan onu da arada kalmıştır. Saadetin saadet olması için, genel olarak herkesi veya çoğunluğu kapsaması lâzım. Aksi halde o saadet, gerçek saadet olamaz. Bu yüzden, insanlığa rahmet olarak gönderilmiş olan İslâm, umumun veya çoğunluğun saadetini temin etmeyen medeniyeti kabul etmiyor.
Batı medeniyeti zarurî olmayan hâcetleri zarurî hale getirmiştir. Gelir masrafa kâfi gelmediğinden, zarurî olmayan hâcetleri temin etmek isteyen insan; yalan ve hileye başvurmaktadır. Böylece, ahlâk esasları bozulmuştur.
Bu medeniyet, vahşilikte önceki medeniyetlerin çok ötesine geçmiştir.
Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise şu esaslar üzerine kurulmuştur:
1- Dayanak noktası kuvvete bedel haktır. Hakkın şe’ni insanlar arasında adaleti sağlamaktır.
2- Hayattaki düsturu, fazilet ve muhabbettir. Fazilet ve muhabbetin şe’ni ise, insanlar arasında menfaat için çarpışmayı değil, dayanışma ve kaynaşmayı sağlamaktır.
3- Toplumlar arasındaki râbıtası, ırkçılık ve menfi milliyetçilik yerine, din ve vatan birliğidir; samimî uhuvvettir; dış düşmana karşı beraberce müdâfaadır.
4- Hevâ yerine Hüdâ’ya hizmet etmek esas kaidesidir. Maksadı, insaniyeten yükselmek ve ruhen olgunluğa ermektir. Bu da, nefsin alçak arzularına karşılık, ruhun ulvî hislerini tatmin eder.”
Evet, İslâm medeniyeti materyalist Batı medeniyetinin esası ve parolası olan
“el-Gayetu tüberriru el-vesile “(Amaç, vesileleri mübâh kılar) kaidesini asla kabul etmez. İslâm, yalanı, hileyi, sömürgeciliği, haram mal yemeyi, insanları küçük görüp onlara zulüm yapmayı yasaklar. İslâm medeniyetinde bütün insanlar eşittirler. Aynı anne ve babadan doğan Allah’ın kullarıdırlar.
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem, İslâmı neşretmek için gazvelere çıkan orduya vasiyetinde bakın ne diyor:
“Allah yolunda, O'nu inkâr edenlere karşı savaşın. Hainlik yapıp ahdinizi bozmayın. İşkence yapmayın. Çocuk katletmeyin.”
Halife Hz. Ebubekir ise, İslâm ordusuna şu şekilde vasiyette bulunmuştur:
“ Ey İnsanlar! Durun, size vasiyet olarak on şey söyleyeceğim:
Hainlik yapmayın. Allah’ın size çizmiş olduğu sınırları aşmayın. İşkence yapmayın. Yaşlı, kadın ve çocukları öldürmeyin. Hurma ağaçlarını ve meyveli ağaçları söküp atmayın. Yeme maksatlı olmadan, koyun, sığır ve inekleri kesmeyin. Allah’a ibadet etmek için manastırlara kapanmışlara dokunmayın, onları İslâma dâvet edin”
Bugün Siyonistlerin Gazze halkına neler yaptıklarını gözlerimizle gördük. Evleri, camileri, okulları, hastaneleri yıktılar. Ağaçları kökünden söktüler.
Bu yapılanlar; hakkın kuvvette olduğunu iddia eden bir medeniyetin bozukluğunun ispatıdır. Siyonistler ise bu medeniyetin esaslı bir parçasıdırlar.
Bizim medeniyetimize gelince: İnsaf sahibi insanlar, onun için şu sözü söylemişlerdir:
“İnsanlık tarihi, Müslümanlardan daha âdil fâtihler görmemiştir.”
İşte bizim medeniyetimiz! İşte onların medeniyetleri...
Ey tarih! Aramızdaki hükmü sen ver.
TEŞEKKÜRLER
2.11.2008 tarihinde Yeni Asya’da yayınlanmış olan “Filistin’i Yahudilere vermedim” (Sultan Abdülhamid’in mektubu) başlıklı yazımı Arapçaya tercüme edip, 1.4.2009 tarihinde Ürdün’ün itibarlı gazetelerinden el-Düstur da yayınlayan; böylece Abdülhamid’in tavizsiz gür sesinin bir kez daha Arap âleminde duyulmasını sağlayan Hüseyin el-Hiyârî’ye bu satırlar aracılığıyla teşekkür ediyorum.
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]@hotmail.com
|
|
Mehmet KARA |
Dönelim de, neye, nereye dönelim? |
|
Seçim bitti, Obama gitti, gündemimiz ne olsun?
Bu soruya farklı cevaplar veriliyor.
TBMM Başkanı Köksal Toptan, “Yeni anayasaya dönelim,” CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “Ekonomiye dönelim” diyor. Bazı partilerde yüzler olağanüstü kongrelere dönüyor. Başbakan Tayyip Erdoğan yorgunluk atmak için tatile döndü. Bir başkası başka şeye dönülmesi gerektiğini söylüyor.
Sivil anayasa değişikliğinden tamamen vazgeçtiği anlaşılan hükümet, Erdoğan’ın seçimler öncesi söylediği dört-beş maddede değişiklikleri hazırlamak için düğmeye basılıyormuş. Aylardır “Sivil anayasa yapılmalı” diyen Toptan da bu girişimlerden sonra “yepyeni bir anayasa yapmak için şu anda zeminin müsait olmadığı” gerekçesiyle bu fikrinden vazgeçmiş görünüyor. “Yepyeni bir anayasa şu aşamada yapılamaz, ama anayasa değişikliği şart” diyor. Ve önümüzdeki günlerde Türkiye’nin bunu tartışması gerektiğini söylüyor.
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu ise, “Anayasalar darbe dönemlerinde yapılıyor diye oturup yağmur duâsına çıkar gibi darbe duâsına mı çıkacağız?” diye sorarken, TBMM'nin bir kurucu meclis sıfatıyla seçilmiş olmadığı halde yeni bir anayasa yapmaya yetkili olduğunu ve aslî kurucu organ yetkisi kullanabileceğini söylüyor.
Ancak görülen o ki, 2007’den beri sivil ve demokratik bir anayasa bekleyenler hayal kırıklığına uğradı. Bu hükümetle başka baharda da yapılması zor görünüyor. Bilim kurulunun hazırladığı sivil anayasa taslağı da, AKP’nin bu taslak üzerinde yaptığı hazırlık da, birçok sivil toplum kuruluşunun hazırlıkları da tozlu raflarda yerini aldı.
Şimdi anayasaya makyaj yapılmaya çalışılıyor. Ancak unutmamak lâzım ki, makyaj zamanla akar ve altında yine eski görüntüler kalır. Yani anayasanın ruhu değişmez…
Görülen o ki, üçte biri değişerek adeta yamalı bohça haline gelen anayasaya yeni yamalar vurulacak. Bu dört-beş değişiklik de uzlaşma ile yapılmaz ise yine Anayasa Mahkemesi safahatı olacak. Yine tartışmalar, yine geri adımlar, yine boşuna harcanan zamanlar…
Dönüyoruz dönüyoruz, ama aynı yerde sayıyoruz. Yönümüzü bir türlü doğru yola, yani demokratik, sivil, özgürlükçü, insana önem veren bir anayasaya çeviremiyoruz.
İhtilâl anayasası ile yola devam…
* * *
NEVZİNELİ SAMİMİYET
20 Ocak’ta göreve başlayan ve daha görevdeki 100 gününü dahi dolmadan Türkiye’ye gelen Barack Hüseyin Obama’nın iki türlü yoğun Türkiye ziyaretinde verilen mesajlar kadar, samimî görüntüleri de iz bıraktı.
Obama’nın konuşmasını Meclis’te izleme imkânı bulduk. Milletvekillerinin oturduğu genel kurul salonunda önlerde yer kapıp ABD Başkanını yakından görmek isteyen bazı milletvekilleri ile basın locası gazeteciler tarafından Obama’nın konuşmasına saatler kala dolmuştu. Hadi gazetecilerin erkenden gelmesini anlayabiliyoruz. Çünkü, locanın yarısı bölünmüş ve ABD’li meslektaşlarımıza bırakılmıştı. Foto muhabirlerinin en güzel fotoğraf çekebilme açısı da ABD’li gazetecilerin olduğu bölümde kaldığı için, küçük çaplı itiş kakışlar da yaşandı. Ama milletvekillerine yer kalmama durumu da olmadığı için erken gelmesini kimse anlayamamıştı!
Obama ile ilgili diğer bir kulis bilgisi de, başkanın hem Gül, hem de Erdoğan’la samimî pozları oldu. Bir taraftan Başbakan’ın omuzuna el atıp, diğer taraftan da “Erdoğan’ın liderliğinden çok etkilendim” diye iltifatlar yağdırırken, Cumhurbaşkanımızın Obama’ya Kayseri mutfağından “Vişneli yaprak sarması, peynirli su böreği, içli köfte, enginarlı mantı ve limon kremalı safran sosu ile, fıstıklı baklava ve nevzine” ikram etmesi çokça konuşuldu.
Bir de Obama’nın resmîyetten sıkılıp, “Artık tanışıyoruz. Birbirimize ön adımızla hitap edelim” sözüne karşılık Gül’ün, “Birbirimizi ön adımızla hitap edecek kadar tanıyoruz” cevabı vermesinin ardından “Haklısın Abdullah” demesi Türk milletini ziyadesiyle mutlu etti.
Obama’nın İstanbul’da Sultan Ahmet Camiini ziyaretinde, cami kubbesinde yer alan 8 isimden birisinin Peygamberimizin (asm) torunu Hz. Hüseyin’in isminin de bulunduğunun söylenmesi ile tebessüm etmesi ile Meclis’teki konuşmasında “Benim ailemde de Müslümanlar var” demesi Obama’ya karşı bir sıcaklık oluşturdu.
Bu sıcaklık Bush yönetiminin açtığı yaraları kapatmaya yetecek mi, yoksa bu sevinçler kursaklarımızda mı kalacak önümüzdeki 4 yılda göreceğiz…
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hani IMF’ye posta koymuştuk? |
|
İstikrarlı olmak sadece ekonomik gerekçelerde değil, her konuda tercih edilmesi gereken bir davranış olduğu halde, nedense ülkemizde bunun tersi yapılıyor. Bir gün ‘ak’ dediğine ikinci gün ‘kara’ demek son zamanlarda itibar edilen bir davranış oldu.
Hatırlanacağı üzere uzun bir dönem IMF ile anlaşma yapmama, onlara ‘posta koyma’ itibar görüyordu. Başbakan ya da bakanlar, “Artık IMF’ye ihtiyacımız yok. Kendi yağımızla kavruluruz. IMF de kim oluyormuş?” anlamına gelecek beyanlarda bulundular.
Bu beyanlar temelde haklıydı. Çünkü IMF ile iş tutan, onların verdiği ‘reçete’leri uygulayan ülkeler kalkınmak yerine daha fazla fakirliğe ve krize sürüklenmişti. Zaten IMF ile iş yapan, onların tavsiyelerini dinleyen ülke de kalmamıştı. Dünyanın içerisine sürüklendiği şimdiki büyük ekonomik krizde onların da suçlu olduğu uzmanlarca ifade ediliyordu. Dolayısı ile IMF’ye kafa tutma, onlara itiraz etme iç kamuoyundan da destek görüyordu.
Ne olduysa oldu, dün IMF’den uzak durdukları için övünenler, bugün IMF ile yakında anlaşma yapılacağını müjdeliyor! Yeni haberlere bakılırsa, IMF’den 45 milyar dolar gelecekmiş. (Radikal, 10 Nisan 2009) Gelip gelmeyeceği de kesin belli değil, ama farz edilsin ki 45 milyar dolar para gelecek. Peki, gelecek olan bu para daha sonra kaç milyar dolar olarak gidecek? Eğer IMF ile anlaşma yapıp ‘borç para’ almak iyi bir davranış idiyse, bu güne kadar bu anlaşmalar niçin yapılmadı? Yok, iyi değil idiyse, ne oldu ki bugün böyle bir anlaşmaya gidiliyor?
Türkiye’yi ‘idare edenler’in bu tavırları, sadece istikrarsız davranış olarak izah edilebilir ve bunun faturasını da hep beraber öderiz. Çok değil, bir yıl önce “IMF’ye olan borcumuzu ödeyip ‘hür’ olacağız, olmalıyız” diyen bir irade, bugün tam aksini yaparak doğru yaptığını iddia edebilir mi?
Başka konularda olduğu gibi bu konularda da dünyayı yeniden keşfe gerek var mı? Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri, faiz batağı ve ‘şantiye’ler yerine ‘rantiye’nin desteklenmesidir. Kendi iç dinamiklerimizle bu krizlerden daha kolay kurtulabiliriz. ‘Borç’ alanın yeri ve zamanı geldiğinde ‘emir’ de aldığını unutuyor muyuz? O halde yarın ‘emir’ almamak için bugün ‘borç’ almayı, kurulan bu tuzağa düşmeyi reddetmeliyiz.
IMF’den borç alarak kalkınmak mümkün olsaydı Türkiye’ye sıra kalır mıydı? Daha yakın zaman önce Rusya bile IMF’den yakasını kurtarmak için ‘kavga’ etmedi mi? Bütün dünya IMF’den kurtulmak için gayret sarfederken, bizim “Yakında IMF ile anlaşma yapacağız. Milyar dolarlar geliyor, köşeyi döneceğiz” diyerek sevinmemiz doğru mudur?
Lütfen, yapamayacağınız işleri yapacakmış gibi davranarak milleti oyalamayalım. Ya ‘kavga’ etmeyelim, ya da ediyorsak kuralına, kaidesine uyarak ve neticesine de katlanarak doğrudaki ısrarımızı sürdürelim. Bir gün ‘ak’ dediğimize, ikinci gün ‘kara’ demeyelim. IMF ve benzeri ‘tuzak’lardan da mümkün olduğu kadar uzak duralım...
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Yürek ısıtan gerçek olaylar! |
|
Bu Pazar size yüreklerinizi ısıtacak gerçek olaylardan bir demet sunacağım. Sevgi, şefkat, sadakat ve rahmet pırıltılarını her bir olayın üzerinde göreceksiniz.
***
Jo Eglen, İngiltere Norwich’te kurduğu Küçük Tavuk Kurtarma Merkezinde emekliye ayrılan kümes tavuklarını kesilmekten kurtarmaya çalışıyor. Bir tavuk çiftliğinde 10.000 yaşlı tavuğun artık yumurtlamadıkları için kesilmek istendiğini görünce, gönüllü bir çiftçi arazisinde kurtarma merkezini kurdu. Halen 5.750 tavuğu merkezinde barındıran Bayan Eglen, yaşlanan tavukların tüylerinin döküldüğünü fark edince telâşa kapıldı. Hemen işe koyulup tavuklara kazak örmeye başladı. Kendi gücünün yetmeyeceğini anlayınca şehre duyuru yapıp yardım istedi.
“İki ayda 1500 tavuk kazağı örülüp geldi duyuru üzerine” diye gülümsüyor. Amacı bütün tavuklarına kazak bulabilmek. Tavukların çoğu da çiftlikten kurtulup buraya geldiklerinde, gördükleri özel ilgi karşısında yeniden yumurtlamaya başlamışlar. İnsan hayvan dostluğunun ne güzel örneği değil mi?
***
İngiltere Devon’da yaşayan Zoe Christie açık arazide donmak üzereydi. Sahibi John Richards ile oradan geçmekte olan boxer cinsi Boris, sahibinin görmediği Zoe’yi gördü ve ısrarla başından ayrılmayıp havlamaya başladı. Sahibinin ısrarlı çağrılarına rağmen oradan ayrılmayınca John gelip bakmak zorunda kaldı. Zoe o kadar donmuştu ki babası bile zor tanıdı. Helikopterle hastaneye götürülürken kalbi durdu. Uzun uğraşlarla kendine geldi. İyileşen ve nişanlısıyla 25 Ekim’de Türkiye’de evleneceklerini söyleyen Joe, ülkesine döner dönmez vereceği düğün yemeğinin onur konuğunun hayatını kurtaran Boris olacağını söylüyor. Köpeklerin sadakatine ne güzel bir örnek!
***
Kuzey Yorkshire’da bir esnaf, bizim Anadolu’nun bazı yerlerinde hâlâ tek tük de olsa gördüğümüz bir huzur ve güven ortamını test etmek istedi. Yılbaşı öncesi açık olması gereken bir tatil gününde kendisi dahil bütün personele izin verdi ve kapıya bir not koydu: “Evet, ben dahil herkese izin verdim. Lütfen istediğinizi alın ve tam tutarını kutuya koyun. İyi yıllar”
Akşam geldiğinde kutudan 187 pound ve 2 avro ile birlikte müşterilerinin ne aldıkları ve ne kadar tuttuğuna ilişkin notlarını buldu. Yaptığı kontrolde hiçbir şeyinin de eksik olmadığını görünce çok mutlu oldu. Artık gündüzgözü evlere hırsızların girdiği bir devirde, çocukluğumuzun o güvenli, dükkânların açık kapısına bir sandalye bırakılmış halde durduğu günlerini özlemiyor musunuz? Peki bu güveni veren kalplerdeki yasakçı nereye gitti?
***
Londra’nın Bromley bölgesinde havuza düşen 2 yaşındaki Oluchi Nwaubani, 18 yıl boğulmuş olarak havuzun dibinde kaldıktan sonra fark edildi. Bu süre beynin yaşayabileceği sürenin üç katı. Acilen hastaneye kaldırılan kızcağız hayata döndü. Ancak doktorları onun bir daha asla yürüyemeyeceği ve konuşamayacağını söylediler. Ancak Oluchi, doktorları yanılttı. Kazadan üç ay sonra şimdi hem koşturuyor hem de bülbül gibi konuşuyor. Doktoru Ffion Davies, küçük çocukların kalp, akciğer ve beyinleri çok güçlü oluyor diyor. Rabbim isteyince su bile boğmuyor! Ama bu mû'cizeyi görmek için kalp gerek!
İçiniz hep sevgi, iman ve dostlukla dolsun.
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yüzde 99 ve yüzde 1 |
|
Şeriat denilince hemen devleti hatırlayan bir algılama oluşmuş durumda, ama işin aslı öyle değil. Bediüzzaman “Şeriat yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir; yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 28) sözüyle bu gerçeğe işaret ediyor. Ve bu sözdeki “siyaset” kelimesi, fıkhın devleti ilgilendiren hükümlerini içine alan bir kapsamda kullanılıyor. Günlük siyasetin bu yüzde birdeki payı çok daha düşük.
Şeriatın bizi öncelikle ve özellikle alâkadar eden cihetleri, yüzde doksan dokuzu teşkil eden hususlar: ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilet. Bütün bunların temeli ise sağlam ve tahkikî bir iman.
Bilumum ahlâkî haslet ve güzelliklerin kaynağı iman olduğu gibi, ibadetlere anlam, ruh ve devamlılık kazandıran temel dinamik de iman.
Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri, iman, ahlâk ve ibadetle ilgili görevlerin fert fert herkesi birinci derece alâkadar etmesi gereken hususlar olduğu ve “Meyve’nin Dördüncü Meselesi”nde vurgulandığı üzere en büyük ve daimî vazifelerin en küçük dairede bulunduğu.
Ve bunların hepsi ahlâk ve ibadet eksenindeki vazifeler. “Ben cinleri ve insanları, Beni tanıyıp Bana ibadet etsinler diye yarattım” mealindeki İlâhî fermanla, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” diyen Peygamber sözü ise bu ekseni tanımlayan temel parametreler.
Dolayısıyla, her halükârda öncelik, tek tek her bir ferdin tahkikî ve kuvvetli bir imanla donatılıp, bu imanın ahlâk ve ibadet hayatında daimî bir yükseliş sürecine temel oluşturması olmalı.
İnsan gerek kendi içinde, gerekse ailesinden başlayıp giderek genişleyen daireler halindeki hayat alanlarında, bu iman-ahlâk-ibadet bütünleşmesinin tezahürlerini yansıtır hale gelmeli.
Hayat imtihanında son nefese kadar devam etmesi gereken, ama gerçekte sonu olmayan, başarılanı ve başarılamayanı ile neticeleri ahiret hayatında ortaya çıkacak bir tekâmül süreci bu.
Peki, ahlâk ve ibadette kusur ve zaafların olduğu yerde şeriattan söz etmek mümkün mü?
Ahlâkî zaaflarını aşamamış veya ibadet hayatını Yaratıcıyla kurduğu güçlü iman irtibatıyla sürekli gelişip derinleşen ihlâslı bir istikamet zeminine oturtamamış insanların şeriat düzeninden söz etmelerinin bir tutarlılığı olabilir mi?
İşte vaktiyle “şeriat nizamı”ndan dem vururken kendileri gibi düşünmeyen herkesi kâfir, müşrik ilân edip, zaman içinde her türlü ahlâkî değer ve ölçüyü hiçe sayan acımasız ve çıkarcı bir iktidar mücadelesinin takipçileri haline gelen bazı radikallerin ya da “namazsız mücahitler”in sürüklendikleri inanılmaz yozlaşma, bu temel ölçüyü gözardı eden müfrit tavrın getirdiği müthiş savrulmayı gözler önüne sermekte.
Onun için, önce hayatın yüzde doksan dokuzluk alanını kapsayan şer’î hükümlerin hakkı verilmeli ki, yüzde bir ona göre tanzim edilsin.
Bu yüzde doksan dokuz kapsamında, insanın gerek Yaratıcıyla, gerekse yaratılmışlarla ilişkilerinde şeriatın koyduğu ahlâk prensipleri; haram-helâl ölçüleri; namazı, orucu, zekâtı ve haccıyla ibadet görevleri, mânâ ve ruhuna uygun olarak toplumun ekseriyetince bihakkın yaşanır hale gelmeli ki, bunların devlet ve siyasete ilişkin yüzde bire taallûk eden yansımaları, herhangi bir zorlama veya yadırgamaya meydan vermeden, fıtrî bir süreçte kendisini göstersin.
Aslında bunların devletteki tezahürleri de, fert ve toplum hayatında Hàlık’ın ve halkın hukukunu kılı kırk yaran bir titizlik ve hassasiyetle gözetmeyi esas alan bir yaklaşımın yansımaları.
Dolayısıyla, şeriat hukuku maksatlı çarpıtmaların tam tersine, insanlığın ortak ideal ve özlemi olan hukuk devleti kavramını, böyle bir bağlamda çok daha sağlam temellere bina ediyor.
“Şeriat âleme gelmiş; tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin” sözü bunu ifade ediyor.
* Yoğun bakımdaki annemin iyiye gidişinde etkili olan samimî dualarınızın devamı dileğiyle.
12.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|