İlk çocukluk yıllarından gençliğe ve ihtiyarlığa kadar uzanan bir çizgide, neredeyse bir ömür boyu insanın peşini bırakmaz sevgiler, ilgiler ve aşklar. Gün olur, ihtiyacın ve yaşın durumuna göre bu duygular da şiddetlenir.
Gönül denizimizin duygu dalgaları, içimizdeki sahilleri zorlar, kıyıları döver âdeta. Biz miydik o her şeye kayıtsız ve ilgisiz insan? Biz de şaşarız hâlimize. Söz dinletemeyiz kalbimize. Çaresiz, sürüklenip gideriz bir heyecanın peşinden. Kalbimiz sevgiyi tanımış, tatmıştır bir defa. Bu yolda, aradığı bir işaret taşı bile olsa, yine değerlidir. Ömründe hiç tatmadığı bir duyguyu tatmıştır artık. Sevgi engel tanımaz ama yüzü doğru yöne çevrilebilir. Nice iniş çıkışlardan sonra saflaşır, durgunlaşır. Durulması gereken noktaya bir gün gelir. Sakinleşir. Ne güzel diyor, şair Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu:
“Nerde, sahildeki çılgın ve tükenmez vuruşun,
Nerde, bardakta bir öksüz gibi uysal duruşun.”
Kalp düzgünse, her şey kararındadır. Değilse, dünyamız da kararmış demektir. Aşkın gözü kördür. Her şeyi önüne katar götürür.
***
Sevginin gücüne inananlardanım. Ama bu coşkunun kaynaklarını da görmek, bilmek gerek. Temiz bir kaynaktan beslenmeyen havuzun suyu, her halde temiz olmayacaktır. Öylesine aşklar değil elbette bizim konumuz. Aşk, yüce bir hâldir, en yüce olmasa da. Ölüm gibi bir şeydir, geldi mi önüne katar, sürükler sizi. Ne kendinize, ne iradenize hükmünüz geçmez. Sözünüz yetmez. Aşk geldiğinde, boşluk bırakmaz, tamamlar… Sizi, bütün benliğinizle alır, uzaklara taşır. Geriye sizi hatırlatan bir iz bile kalmaz… Kumsalda, dalgaların ayak izlerini silmesi gibi siler benliğinizi yok eder.
Bu dalgalar, bizi bir ummana ulaştırır. Biz gibi bir damlayı, yok eder, varlık denizine taşır. Aşkın gücü de burada. Bir günde bitiyorsa sevgiler, olmaz olsun. Hesaba, kitaba, yarın kaygısına dayanan tüccar kalplerle işimiz yok. Böylesi sevgiler, asla yer etmesin, asla girmesin hiç dünyamıza. Kalplerimiz, kapalı dursun onlara karşı. Ucuz sevgilerin peşinden koşanlar, kendilerine âşıktırlar aslında. “Aşkın pazarında canlar satılır / Satarım canımı alan bulunmaz” diyor, bu yolun bir sevdalısı. Kalbini; ona, buna ya da paraya, pula satanlara bizim pazarımızda yer yok. Ucuza gitmişlerdir onlar. Kalblerinin hazinesinden habersiz yaşayanları, hangi şey zengin edebilir? Fakirliğin belki de en kötüsü bu; sevgi yoksulluğu.
Sevgi ya da aşk, bu açıdan bakılınca, tarifini de bulmuş oluyor bir ölçüde…
Hani Mecnun’a; “Vazgeç şu Leylâ’nın aşkından” dediklerinde, İlâhî aşkın kendini ulaştırdığı ya da olgunlaştırdığı hâli kendinde bir türlü göremeyenlere Mecnun: “Leylâ diye diye buldum Mevlâ’yı / Ben şimdi neyleyeyim Leylâ’yı” der.
İşte bu kadar. Gemi, yolcusunu almış, sayısız tehlikelere rağmen idealinden şaşmamış ve engelleri aşa aşa onu sahile ulaştırmıştır. Geriye dönüp baktığımızda, geçen onca yıllara rağmen, unutulmayan hatıraların başköşesinde hep sevgiyi, muhabbeti görmemiz boşuna değildir. Çünkü bir bedel ödemişizdir. Yanmışız, yıkılmışızdır. Kendimizi hayat aynasında ilk defa gerçekten tanımış ve keşfetmişizdir. Kolay mı?
Bazıları edeplerinden asla taviz vermezler. Sevgilerini gizlerler. Aşkın, sevginin esrarını öldürmezler bile bile. Sevdiklerinden uzak durmayı yeğlerler. Bir bildikleri vardır elbet, her şeyin sınavı olur da, aşkın sınavı olmaz mı? Belki de yerince bir tedbirdir bu. Romeo ve Juliet’te, rahibin Romeo’ya söyledikleri ne kadar yerindedir. Gencin yüreğini yakan ateşi, gözlerinde okuyan rahip; “Ölçülü sev ki, sevgin uzun sürsün” der. Ölçü girdi mi devreye, en taşkın sevgilerde bile, tehlikelerden uzak kalabilir insanın kalbi.
Ömründe bir defa olsun bu çarpıntıyı duymamış ve onu hayatında hissetmemiş kimse yoktur her halde. Ama en acı veren sevgiler, ömür boyu bir sır gibi gizlenenler olmalı. Müjdelerin en güzelini, Hz. Peygamber (asm) veriyor: “Bir genç, birini sever de bu sevgisini gizler söyleyemezse ve bu sevgiyle ölürse, o kişi şehit olarak ölmüştür.”
Hayatın bir gayesi olur da, sevginin olmaz mı? Sonunda boşu boşuna yanmamak ve başkasını da yakmamak, kul hakkına girmemek için, sevginin izini ve adresini bilmek, tanımak gerekir.
Sevginin, aşkın da, birçok duygumuzda olduğu gibi, iki yönü var: Biri aşk-ı hakikî, yani gerçek aşk, diğeri ise mecazî, yani geçici aşk. Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat’ta bunu şöyle ifade eder:
“Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu zaman ya sahibini daimî bir azap içerisinde bırakır veyahut o mahbub, o muhabbetin fiyatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır. O zaman aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâb eder.”
Gerçek sevgi ne peki?
Gerçek sevgi ise, Yaratan’a karşı duyulan aşktır. Bu dünya, gölgeler dünyasıdır. Aynalardaki tecelliye, görüntülere takılmayıp, o aynalarda kendini gösteren güzelliğin kaynağına, gerçeğine ulaşmak gerekir. Mukaddes olan çaba budur işte. Bu aşk güzele değil güzelliğe, tek bir kişiye değil her şeye, Allah’ın güzel isimlerinin her bir zerrede tecellî eden, görünen san'atına, hikmetine, kemâline, lütfuna, hatta kahrına bile kalpten ve gönülden bir bağlanıştır.
Evet, bu kâinatın yapısında, mayasında sevgi ve muhabbet vardır. Bu çekim alanının içine, bir kalp taşıyan her insan girer. Onun cazibesine kapılır, kâinat bu muhabbetle durur, bu aşkla yürür. Ve bu sevgiyle döner, bir Mevlevî gibi.
Sevenler ve sevilenler ancak Sevdirenin muhabbeti ve rızası altında muradlarına erebilirler…
Allah’ın sonsuz güzellikteki yaratışı, kendisini bildirmeye yönelik olan münezzeh sevgisinden doğmuştur. Onun için, eskiden, bir yere gelene “Hoşgeldin” mânâsına, bir şey yiyenlere içenlere yine “Afiyet olsun” yerine, “Aşk olsun” derlermiş. Muhatap, bu söz karşısında ya “Eyvallah” ya da “Aşkın cemâl olsun” dermiş.
Sözümüzü, sevgiyle yoğrulmuş bir duâyla bağlayalım:
“Aşk olsun” dedi.
“Aşkın cemâl olsun” dediler.
“Cemâlin Nur olsun” dedi.
“Nurun alâ Nur olsun” dediler.
Biz ne diyelim, gönülden bir âmin’den başka...
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|