|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Aşk olsun Yâ Hû!.. |
|
İlk çocukluk yıllarından gençliğe ve ihtiyarlığa kadar uzanan bir çizgide, neredeyse bir ömür boyu insanın peşini bırakmaz sevgiler, ilgiler ve aşklar. Gün olur, ihtiyacın ve yaşın durumuna göre bu duygular da şiddetlenir.
Gönül denizimizin duygu dalgaları, içimizdeki sahilleri zorlar, kıyıları döver âdeta. Biz miydik o her şeye kayıtsız ve ilgisiz insan? Biz de şaşarız hâlimize. Söz dinletemeyiz kalbimize. Çaresiz, sürüklenip gideriz bir heyecanın peşinden. Kalbimiz sevgiyi tanımış, tatmıştır bir defa. Bu yolda, aradığı bir işaret taşı bile olsa, yine değerlidir. Ömründe hiç tatmadığı bir duyguyu tatmıştır artık. Sevgi engel tanımaz ama yüzü doğru yöne çevrilebilir. Nice iniş çıkışlardan sonra saflaşır, durgunlaşır. Durulması gereken noktaya bir gün gelir. Sakinleşir. Ne güzel diyor, şair Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu:
“Nerde, sahildeki çılgın ve tükenmez vuruşun,
Nerde, bardakta bir öksüz gibi uysal duruşun.”
Kalp düzgünse, her şey kararındadır. Değilse, dünyamız da kararmış demektir. Aşkın gözü kördür. Her şeyi önüne katar götürür.
***
Sevginin gücüne inananlardanım. Ama bu coşkunun kaynaklarını da görmek, bilmek gerek. Temiz bir kaynaktan beslenmeyen havuzun suyu, her halde temiz olmayacaktır. Öylesine aşklar değil elbette bizim konumuz. Aşk, yüce bir hâldir, en yüce olmasa da. Ölüm gibi bir şeydir, geldi mi önüne katar, sürükler sizi. Ne kendinize, ne iradenize hükmünüz geçmez. Sözünüz yetmez. Aşk geldiğinde, boşluk bırakmaz, tamamlar… Sizi, bütün benliğinizle alır, uzaklara taşır. Geriye sizi hatırlatan bir iz bile kalmaz… Kumsalda, dalgaların ayak izlerini silmesi gibi siler benliğinizi yok eder.
Bu dalgalar, bizi bir ummana ulaştırır. Biz gibi bir damlayı, yok eder, varlık denizine taşır. Aşkın gücü de burada. Bir günde bitiyorsa sevgiler, olmaz olsun. Hesaba, kitaba, yarın kaygısına dayanan tüccar kalplerle işimiz yok. Böylesi sevgiler, asla yer etmesin, asla girmesin hiç dünyamıza. Kalplerimiz, kapalı dursun onlara karşı. Ucuz sevgilerin peşinden koşanlar, kendilerine âşıktırlar aslında. “Aşkın pazarında canlar satılır / Satarım canımı alan bulunmaz” diyor, bu yolun bir sevdalısı. Kalbini; ona, buna ya da paraya, pula satanlara bizim pazarımızda yer yok. Ucuza gitmişlerdir onlar. Kalblerinin hazinesinden habersiz yaşayanları, hangi şey zengin edebilir? Fakirliğin belki de en kötüsü bu; sevgi yoksulluğu.
Sevgi ya da aşk, bu açıdan bakılınca, tarifini de bulmuş oluyor bir ölçüde…
Hani Mecnun’a; “Vazgeç şu Leylâ’nın aşkından” dediklerinde, İlâhî aşkın kendini ulaştırdığı ya da olgunlaştırdığı hâli kendinde bir türlü göremeyenlere Mecnun: “Leylâ diye diye buldum Mevlâ’yı / Ben şimdi neyleyeyim Leylâ’yı” der.
İşte bu kadar. Gemi, yolcusunu almış, sayısız tehlikelere rağmen idealinden şaşmamış ve engelleri aşa aşa onu sahile ulaştırmıştır. Geriye dönüp baktığımızda, geçen onca yıllara rağmen, unutulmayan hatıraların başköşesinde hep sevgiyi, muhabbeti görmemiz boşuna değildir. Çünkü bir bedel ödemişizdir. Yanmışız, yıkılmışızdır. Kendimizi hayat aynasında ilk defa gerçekten tanımış ve keşfetmişizdir. Kolay mı?
Bazıları edeplerinden asla taviz vermezler. Sevgilerini gizlerler. Aşkın, sevginin esrarını öldürmezler bile bile. Sevdiklerinden uzak durmayı yeğlerler. Bir bildikleri vardır elbet, her şeyin sınavı olur da, aşkın sınavı olmaz mı? Belki de yerince bir tedbirdir bu. Romeo ve Juliet’te, rahibin Romeo’ya söyledikleri ne kadar yerindedir. Gencin yüreğini yakan ateşi, gözlerinde okuyan rahip; “Ölçülü sev ki, sevgin uzun sürsün” der. Ölçü girdi mi devreye, en taşkın sevgilerde bile, tehlikelerden uzak kalabilir insanın kalbi.
Ömründe bir defa olsun bu çarpıntıyı duymamış ve onu hayatında hissetmemiş kimse yoktur her halde. Ama en acı veren sevgiler, ömür boyu bir sır gibi gizlenenler olmalı. Müjdelerin en güzelini, Hz. Peygamber (asm) veriyor: “Bir genç, birini sever de bu sevgisini gizler söyleyemezse ve bu sevgiyle ölürse, o kişi şehit olarak ölmüştür.”
Hayatın bir gayesi olur da, sevginin olmaz mı? Sonunda boşu boşuna yanmamak ve başkasını da yakmamak, kul hakkına girmemek için, sevginin izini ve adresini bilmek, tanımak gerekir.
Sevginin, aşkın da, birçok duygumuzda olduğu gibi, iki yönü var: Biri aşk-ı hakikî, yani gerçek aşk, diğeri ise mecazî, yani geçici aşk. Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat’ta bunu şöyle ifade eder:
“Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu zaman ya sahibini daimî bir azap içerisinde bırakır veyahut o mahbub, o muhabbetin fiyatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır. O zaman aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâb eder.”
Gerçek sevgi ne peki?
Gerçek sevgi ise, Yaratan’a karşı duyulan aşktır. Bu dünya, gölgeler dünyasıdır. Aynalardaki tecelliye, görüntülere takılmayıp, o aynalarda kendini gösteren güzelliğin kaynağına, gerçeğine ulaşmak gerekir. Mukaddes olan çaba budur işte. Bu aşk güzele değil güzelliğe, tek bir kişiye değil her şeye, Allah’ın güzel isimlerinin her bir zerrede tecellî eden, görünen san'atına, hikmetine, kemâline, lütfuna, hatta kahrına bile kalpten ve gönülden bir bağlanıştır.
Evet, bu kâinatın yapısında, mayasında sevgi ve muhabbet vardır. Bu çekim alanının içine, bir kalp taşıyan her insan girer. Onun cazibesine kapılır, kâinat bu muhabbetle durur, bu aşkla yürür. Ve bu sevgiyle döner, bir Mevlevî gibi.
Sevenler ve sevilenler ancak Sevdirenin muhabbeti ve rızası altında muradlarına erebilirler…
Allah’ın sonsuz güzellikteki yaratışı, kendisini bildirmeye yönelik olan münezzeh sevgisinden doğmuştur. Onun için, eskiden, bir yere gelene “Hoşgeldin” mânâsına, bir şey yiyenlere içenlere yine “Afiyet olsun” yerine, “Aşk olsun” derlermiş. Muhatap, bu söz karşısında ya “Eyvallah” ya da “Aşkın cemâl olsun” dermiş.
Sözümüzü, sevgiyle yoğrulmuş bir duâyla bağlayalım:
“Aşk olsun” dedi.
“Aşkın cemâl olsun” dediler.
“Cemâlin Nur olsun” dedi.
“Nurun alâ Nur olsun” dediler.
Biz ne diyelim, gönülden bir âmin’den başka...
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Sabah namazının şahitleri |
|
Sâba makamıyla açılır perde,
Ufuklardan bir Nur dolmaya başlar.
Tekbirlerin yükseldiği seherde,
Mü’minler huzura gelmeye başlar.
Eskiden evlerde gece sohbetlerinde vakit geçirmek için insanlar birbirlerine bilmeceler sorardı. En çok sorulan bilmecelerden birisi şuydu: “Çarşıdan alınmaz, mendile konmaz, ondan tatlı bir şey olmaz, bil bakalım nedir?” Cevabı ise genellikle bilinir ve “uyku” diye cevap verilirdi. İşte sabah namazı, bu çok tatlı olan uykuyu terk edip, abdest alarak Cenâb-ı Allah’ın huzuruna çıkmaktır. Bu kadar tatlı olan uykuyu terk ederek yataktan kalkmak kolay bir iş değildir. Uykudan daha tatlı bir şey olmalı ki, insan uykusunu fedâ ederek kalkabilsin. Ancak sabah namazının kıymetini idrak edebilenler ve “Namaz uykudan hayırlıdır” müjdesine kulak verenler uykularını kolaylıkla feda ederek namaza kalkabilirler.
Her namaz kalbe huzur, ruha sürur verir. Fakat sabah namazının verdiği huzur bir başkadır. Sabahın dinginliğinde, sâbâ makamında okunan ezanlar insanı öyle hoş bir iklime, o kadar tatlı bir huzura dâvet eder ki, bu dâvete imanlı kalplerin kayıtsız kalması mümkün değildir. İnsan o vakitte nefsin ve şeytanın tasallutundan kurtulur, Mi’rac’a doğru tatlı bir yolculuğa çıkar. Dünyayı ve içindekileri geride bırakarak başka bir âleme doğru yol almaya başlar. Allah Resulü’nün (asm) ifadesiyle, “Sabah namazının sünneti, dünyadan ve içindekilerden daha değerlidir.” Az bir dünya malı için günlerce uykusuz kalmayı göze alan bir insan, dünyadan ve içindekilerden daha kıymetli olan sabah namazını kılmak için yarım saatlik uykusunu feda edemiyorsa, aklını ve kalbini sorgulaması gerekir.
Sabah namazı, nefse karşı kazanılan bir cihaddır. Sabah namazının mücahitleri de Ce-nâb-ı Hak tarafından takdir edilir, büyük bir mükâfatla taltif edilirler.
İsrâ Suresi 78. âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar (belirli vakitlerde) gereği üzere namazı kıl, bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazında, gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.”
Rabbimiz sabah namazına o kadar ehemmiyet vermiş ki, “Belirli vakitlerde namaz kıl” dedikten sonra ayrıca “Sabah namazını da kıl” diye emrediyor. Ondan sonra da “Sabah namazında gece ve gündüz melekleri hazır bulunur” diyor. Yani meleklerin bu namaza şahitlik ettiğini söylüyor. Şahitleri melekler olan bir amel, elbette pek çok kıymete haizdir.
Cenâb-ı Hak’kın melekleri şahit tutmasına hiç ihtiyacı yoktur ama insanlara verdiği kıymet ve sabah namazına verdiği ehemmiyeti göstermek için melekleri orada hazır bulunduruyor. Meleklere de “Bakın benim öyle kullarım var ki, tatlı uykularını feda ederek benim için namaza kalkıyorlar” diyerek kulları ile iftihar ediyor.
İyi bir iş yapan insan, yaptığı işin başkaları tarafından da görülmesini ve takdir edilmesini ister. Kendisini seyredenlerin alkışları onun hoşuna gider. Bu takdir edici seyirciler, yüksek makam sahipleri ise, o insan yaptığı işten daha fazla zevk alır, daha çok mutlu olur. Sabah namazında, Rabbinin huzuruna çıkan bir insan, hayalen Asr-ı Saadet’e gitse, önünde Allah Resûlü (asm), sağında Hz. Ebûbekir, solunda Hz. Ömer (ra) ve diğer sahabeler olduğu halde, namaz kıldığını düşünse, bu sırada meleklerin de orada hazır bulunarak o hâli seyrettiklerini hayal etse, o namazın zevki ve lezzeti, elbette dünyalara değişilmez.
Sabah namazı, günün ilk ibadeti ve ilk imtihanıdır. Günlük ibadetin giriş kapısıdır. Bu ibadeti huzur ve huşû içinde yerine getiren bir insan, ilk imtihan kapısından da rahatlıkla geçmiş olur. Ondan sonraki ibadetleri için de büyük bir şevk elde eder. Nefsin ve şeytanın engellerini kolaylıkla aşabilecek güç ve donanıma sahip olarak güne başlar. Böylece bütün gününün feyizli ve bereketli geçmesini sağlar.
Ne mutlu, seyircisi melekler olan sabah namazını edâ ederek güne başlayanlara.
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kim bir kavme benzerse... |
|
Ahmet Bey: “Kim bir kavme benzerse, o onlardandır” hadisini açıklar mısınız?
Müslüman toplumlar davranış biçimlerini ve geleneklerini yüz yıllar boyunca îmânlarıyla yoğurmuşlar, sünnet-i seniyye hassasiyeti ile oluşturmuşlar ve olgunlaştırmışlardır. Başka toplumlarda ise bu hassasiyete—tabiî olarak—rastlamak mümkün değildir.
Her inanç sistemi, toplumlarda kendi kültürünü doğurur, kendi yaşayış biçimini oluşturur. Doğru inançlarından aldıkları güçle yanlış göreneklerinden vazgeçen toplumlar, bunun yerine zamanla inançlarıyla izah edebilecekleri doğru davranış biçimlerini kabul ederler ve bunları örf haline getirirler. İnançlardan beslenen örf ve gelenekler zamanla inançlara birer zarf olur, inançların koruyucusu makâmına yükselir. Gelenekler bir yandan inançları korur; diğer yandan kendileri de inançlardan beslenir, gelişir ve kökleşirler.
Geleneklerle inançların sebep-sonuç ilişkisine benzer bir ilişki ile birbirine böylesine yakın duruşlarının, inançta “taklidi” kolaylaştırması ve “tahkîkî îmâna” ihtiyaç hissettirmemesi gibi bir dezavantaj da vardır aslında. Bununla berâber, örf ve geleneklerine bağlı toplumlarda halkın îmânını—taklide de dayansa—sarsmak mümkün değildir.
Oysa birbirine temas halinde bulunan açık toplumlarda mahallî geleneklerin dışlanıp, daha üstün ve daha güçlü görünen diğer toplumun gelenekleri taklit edilebilmektedir. Tahkîkî olmayan bir îmân ise bu yaşayış taklitçiliğini önlemekte başarısız kalmakta, bu taklit seline karşı kendisi de zaafiyete uğramaktadır. Nitekim karşı toplumdan önceleri sadece gelenek ve yaşayış biçimi alınmaya başlanıyor; sonraları ise aynı toplumun yanlış anlayışları, yanlış düşünce sistemleri, batıl fikirleri, helâl olmayan davranış biçimleri sökün edip geliyor. Tahkikî derecede olmayan toplum inancı ise bundan zarar görüyor. Halkın yüzde sekseninin tahkîk ehli olmadığını dikkate aldığımızda, bu gelenek ve yaşayış taklitçiliğinin ve bu görenek erozyonunun, halkın îmânını da, haram ve helâl anlayışını ve hassasiyetini de ve neticede huzur ve mutluluğunu da olumsuz etkilediğini görmekte gecikmeyiz.
Meselâ, geleneklerine bağlı bulunduğu yıllarda îmânî hassasiyetine bağlı olarak “haremlik-selâmlık” gibi bir yaşayış biçimini geliştiren toplumumuz, gelişmiş Batı toplumlarının gelenek ve göreneklerini taklide heveslendiği son asırda haremlik ve selâmlığı tarihe gömmüş, fakat îmânına uygun yeni bir yaşayış biçimi de geliştirememiş; neticede kadın erkek ilişkilerinde birçok harama maalesef, üstelik “helâl” diyerek geçit vermiştir. Bunun sonucu olarak, nâmûs anlayışından âile kurumuna bir çok kavram ve kurum, sünnete uymayan olumsuz değişiklikler yaşamıştır. Bundandır ki, doğru inancımızdan aldığımız ve sünnet-i seniyye ile besleyip yoğurduğumuz örfümüzü yaşamamız, benimsememiz, çocuklarımıza öğretmemiz ve yaşatmamız da sünnet bulunmaktadır.
İşte Peygamber Efendimiz (asm) bahse konu yaptığınız hadisinde ümmetini kendi inançlarının kültürlerini yapmaya, doğru îmânlarının örf ve geleneklerini oluşturmaya, bunun için sünnet-i seniyyeye uymaya, güçlü olmaya, güçlü kalmaya, dâimâ yükselmeye, başka kavimlere ne örfte, ne yaşayış biçiminde, ne anlayışta, ne fikirde muhtaç olmamaya, altta kalmamaya, onları taklit etmemeye ve onlara benzememeye çağırmış; kendi yürüyüşünü bırakıp başkasını taklit etmeye ve başkasına benze- meye çalışmanın, karanlık bir uçuruma doğru gerek fertlerin îmânları bakımından, gerekse toplumsal değerler bakımından hızlı bir düşüş getireceğini vecîz ifâdesiyle bildirmiştir. En basit ve en sıradan davranışlarda ve yaşayış biçimlerinde bile kendimize has olanı, yani sünnet-i seniyyeyi yaşamamızı önemle istemiştir.
Peygamber Efendimiz’in (asm) başka kavimlere benzemeyi yasakladığı hadislerinden bir kaçı şöyledir:
* Abdullah bin Amr bin As (ra) der ki: “Resûlullah (asm) benim üzerimde usfur bitkisi ile sarıya boyanmış iki elbise gördü ve: ‘Bu küffâr elbiselerindendir. Bunu giyme’ buyurdu.”1
* Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Müşriklere (her hâl ve hareketinizle) muhalefet ediniz ve benzemeyiniz. Sakallarınızı bırakınız ve bıyıklarınızı kısaltınız.”2
* Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Yahûdî ve Hıristiyanlar saç ve sakallarını boya- mazlar. Siz onlara muhalefet ediniz. (Kına ile bo- yayınız.)”3
Dipnotlar:
1- Müslim, Libas, 27
2- Buhârî, 12/1955
3- Müslim, Libas, 80; Buhârî, 12/1956
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Şükrün kazandırdığı nimetleri biliyor musunuz? |
|
Cenâb-ı Hak bir âyetinde, Hz. Davud (as) ve sülâlesine seslenerek, “Ey Davud Hanedanı! Şükür için çalışın” buyurur, sonra da şükredenlerin ise pek az olduğunu bildirir.1
Davud Hanedanı başta Hz. Davud (as) olmak üzere Hz. Süleyman (as) ve sülâleleriydi. Allah onlara göz kamaştırıcı nimetler ihsan etmiş, özellikle Hz. Süleyman’a (as) ihsan ettiği nimetler için “İşte bu ihsanımızdır” dedik. “Dilediğine hesapsız şekilde ver, dilediğinden de kıs”2 buyurmuştu.
Bu nimetler tarihte başka kimseye nasip olmayacak önemde ve büyüklükteydi. Biri de cin ve şeytanları istihdamıydı. Ona hizmet eden cinler vardı.3 Bu cinler, Hz. Süleyman’a (as) yüksek saraylardan, sûretlerden, havuz gibi çanaklardan, yerinden kaldırılmayacak kadar büyük kazanlardan ne isterse yaparlardı.4
Cenâb-ı Hak âsi olan şeytanları bile zincirlerle bağlı olarak ona boyun eğdirmişti.5 Bunlar denize dalarak onun için cevherler çıkarır, başka işler de yaparlardı.6
Bütün bu nimetlere mazhar olmasının sebebi onun Allah’a olan mânevî yakınlığı,7 şükürde kusur etmemesiydi. Allah buyurmuyor muydu? “Şükrederseniz daha çok veririm; nankörlük ederseniz bilin ki azabım çok şiddetlidir” diye.
Cinlerin kâfir kısmı olan şeytanların, Süleyman Âleyhisselâm’a zarar vermeyerek onun emrine girmesi de onun bir mû'cizesidir.
Bu âyetler yerin insandan sonra şuur sahibi en önemli sakinleri olan cinlerin insanların emrine girebileceğini, şeytanların da düşmanlığı bırakıp ister istemez hizmet edebileceklerini göstermektedir. Cenâb-ı Hak emirlerine itaat eden bir kuluna cin ve şeytanları musahhar etmiştir. Bu önemli hakikate işaret eden Bediüzzaman Hazretleri şu notu düşüyor: “Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin remziyle der ki: ‘Ey insan bana itaat eden abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hatta cin ve şeytan dahi musahhar olabilirler.’’8
Aynı yerde yine Bediüzzaman, bu âyetlerin san'at ve fennin kaynaşmasından süzülen, maddî ve mânevî olağanüstü hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi ruhları celbetmek ve cinlerle haberleşme noktasında son sınırı çizdiğini, en faydalı sûretlerini gösterdiğini ve bu yolu açtığını belirtir. Fakat günümüzde olduğu gibi kendine ölü nâmını veren cinlerin, şeytanların ve kötü ruhların emri altına girmek ve onlara maskara gibi oyuncak olmak şeklinde değil, aksine Kur’ân’ın tılsımlarıyla onları emir altına almak ve şerlerinden kurtulmak şeklinde olması gerektiğini söyler.
Dipnotlar:
1- Sebe’ Sûresi: 13. 2- Sad Sûresi: 39. 3- Sebe’ Sûresi: 12. 4- Sebe Sûresi: 13. 5- Sad Sûresi: 38. 6- Enbiya Sûresi: 82. 7- Sad Sûresi: 40. 8- Sözler, s. 234.
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Geri dönüşüm ve iktisat |
|
Tüketim üzerine kurulan Avrupa ekonomisi, artık küresel krizin de etkisiyle iktisada yöneldi. Daha önce zaten geri dönüşümü sağlamıştı.
Meselâ, her apartmanın kapısında, üç çöp bidonu bulunur: Birisine yiyecek atıkları, birisine kâğıt, diğerine ise cam ve benzeri çöpler bırakılıyor.
Rüdesheım’de bir kahve içelim dedik. Girdik, baktık ki, küçük çaplı da olsa, bir iş merkezi. Eskiden burası büyük bir marketmiş. Bir kişi, 4-5 bin euro kira veriyormuş. Altından kalkamıyormuş. Şimdi bu marketi iş merkezine çevirmişler. Pastane-kafeterya, postane, küçük sigorta bürosu vs. Böylece masraflar paylaşılmış ve maliyetler düşürülmüş. Diğer taraftan Almanya’da büyük postaneler de böyle iş merkezlerine dönüştürülmüş ve postaneler küçük çaplı olarak belli şehir merkezlerine yerleştirilmiş. Böylece, büyük binaların eleman, elektrik, ısıtma, kira gibi maliyetleri fevkalâde düşürülmüş.
Domeina: Üretıme
Kazandirma Sosyal Tesıslerı
Mainz-Kostheım’de bulunan Domeına’yı (Devlet Sosyal Tesisler) zaman zaman işsiz kalan ve buraya devam eden kardeşlerimiz özellikle gezdirmek istediler. Gerçekten de görülmeye değer bir üretim merkezi.
Alman demek, çalışmak demektir. Burada her türlü meslek veriliyor ve uzun süre işsiz kalanlar işe hazırlanıyor.
İnşaatından marangozuna, fırınından kasabına, sebze-meyve yetiştiriciliğinden çiçekçiliğe, hayvancılığa (kesim, sağım ve kümes hayvanları) kadar aklınıza gelen ne kadar meslek varsa…
Sistem şöyle işliyor: Uzun müddet işsiz kalanlar (hasta veya hapisten çıkanlar) burada istihdam ediliyor ve tekrar topluma, iş hayatına kazandırılıyor. Yani, üretime katkıda bulunması sağlanıyor.
Yalnız idareci ve ustabaşılar sabit, diğerleri geçicidir. Çalışanlar sözleşmeli olarak geliyor. Bu işsizler bir taraftan mesleklerine ısınırken, bir taraftan da kendilerine iş aranıp, temin ediliyor.
Diğer işçiler gibi sıkı bir çalışma sergilemiyorlar. Günde iki üç saat çalışıyorlar. Ayrıca stajyerler de buralara gönderiliyor.
Bu arada, etinden yumurtasına, sebzesinden bal üretimine kadar her şey burada biyo, yani organik. Burada yetiştirilen ürünler, dışarıdakilerin üç-dört katı pahalı. Meselâ, dışarıda elmanın kilosu 2 ise, burada yetişen 5 euro... Burada her şey devletin, yalnızca atlardan bazıları zenginlerin. Atlara bakmaları için buraya bırakır, tatillerde gelip biner, gezdirirler, küçük çaplı bakımını yaparlar, vs.
Büyük baş hayvanların bakım ve temizliği enteresandır. Dikkatimizi çeken iki-üç hususu da sunalım:
* Su kapları dökülecek, sürüklenecek şekilde değildir. Kap doldurulur. Ağzında da top vardır. Hayvan, burnuyla topu iter ve suyunu içer; içimi bittikten sonra, ağzını çeker ve kap kapanır.
* Büyük ahırlarda iki-üç temizlenme ve kaşınma âleti vardır. Bizim benzin istasyonlarındaki araba yıkamalarına benzeyen kocaman fırçalar... Hayvan gelir, fırçaya dokunur, fırça dönmeye başlar ve sırtı dahil olmak üzere yan taraflarını uzun uzun fırçalar, temizler…
* Bir de hayvanların girdiği demir kafesler vardır. Hayvanların boyu ve büyüklüğüne göre ayarlanır. Hayvanı oraya alırlar. Ve yükselterek tırnaklarını keserler.
* Park kenarlarında ağaçlara koli bantları gibi kuş yemi asılmış. Kuşlar bunun ortasına konup, kenarlarındaki yemleri yerler.
Oralarda hayvanların bakımı bile güzeldir!
Osmanlı medeniyeti de, camilerin duvarlarına kuş sarayları ve kabristanlarda su içme kapları ayarlamıştı. Kedi, hatta dağdaki aç kurtları beslemek için vakıflar kurmuşlardı!
11.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Ümitsizlik ayaklarımızın altında! |
|
Hayatı veren, idame ettiren elbetteki yine yeis âlemlerine uğratmadan ümidi veren, aşkı verendir Müslümanlara ve mü’minlere… Bizler ise merhamet, şefkat ve rahmete hep önce ümit kapısından gireriz.
Ehl-i dalâletin, şerir ruhlu İslâm düşmanlarının birinci silâhı ise yeisdir. Müslümanlara, mü’min kişilere ümitsizlik vermektir. Bıkkınlık ve tembellik döşeğinde hizmetlerinden, vazifelerinden onları vazgeçirmektir.
Ümidin ilâç ve merhem olduğu en büyük ve tesirli alan, ittihad, birlik ve beraberliğin ortaya koyduğu güzel ve başarılı faaliyetler, hizmetlerdir…
Yeisin, ümitsizliğin en başarılı alanı, faaliyet sahası ise ihtilâftır, ayrılıktır, nifaktır, şikaktır. Bilerek ya da bilmeyerek ehl-i küfre, ehl-i dalâlete kuvvet vermek, desteklemek noktasından Müslümanların, mü’minlerin gayretini kırmak, şevklerini baltalamaktır…
Güneş parladığı müddetce hayatın cilveleri parladığı gibi, Nur-u Muhammedî’nin (asm) doğruluğu, sıdkı da parlayacak, âlemimizi, ruhlarımızı ve hayatımızı aydınlatacaktır. Önemli olan hayat-ı içtimaiyemizi, ailevî ve özel yaşantılarımızı bu Nurun (asm) ışığında tanzim etmek ve takip etmektir…
Kur’ân’ın hayattar ve nurlu emirlerini kendi elimizle, kendi irademizle yapmamakla, yerine getirmemekle hiçlik ve yokluk derelerine atarsak ancak kendimiz zarar görür ve başkalarına da zarar veririz. İnkârın ve gözümüzü kapatmanın kabul edilirliği ve benimsenmesi düşünülemez bile…
Bu gün için, yarın için ve bütün zamanlar için Kur’ân’ın emirlerini hakkıyla ve yerli yerinde her zaman yerine getirmekten başka Müslümanların, mü’minlerin müracaat edecekleri bir başka tercih edilecek yol yoktur.
Kur’ân’ın ahirzamandaki mû'cize-i maneviye tefsiri Risâle-i Nurların Müslümanların birlik ve beraberlikleri noktasından yaptığı tahşidat ve tekrarat hiçbir zaman kulak ardı edilmeden sahip çıkılmalı va yaygınlaştırılmalıdır…
Kötülüğünü yayanların, karşılarında daima iyiliği savunanları bulmaları yeterli bir istinat noktası olamıyor, olamaz da zaten. İyilik ve güzellikler her zaman ve zeminde hayata geçirilerek yaşanmalıdır…
Sahip olduğumuz değerleri, kıymetleri illâ ki bir gaile ve belâ ile hatırlamadan, bilmeden, öğrenmeden öncelik daima kendi nefsimiz ve amellerimiz olmak üzere yaşayabilmeliyiz.
Ümidi ve istikbale güzel niyetlerle bakmayı omuzlarımıza alarak, ümitsizliği ve yeisi ayaklarımızın altına alarak kudsî ve istikametli yolumuza devam etmeliyiz…
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Lütfen dışarı çıkın; bu bir ödevdir! |
|
Tefekkür ibadettir, huzur verir
İnsan için mühim bir şey, aklını ‘hikmet’te kullanmasıdır. İnsanın manevî duyguları üzerinde hakem gibi bir rolü de olan akıl, sağlıklı kullanıldığında insanı Yaratıcı ile bağlantılı hale getiriyor. Her şeyde O’nun izini, yüzünü, özünü gösteriyor. Akıl, Cenâb-ı Hakkın varlığının da en büyük delili. Akıl olmasaydı, Cenâb-ı Hakka ulaşmak güç olurdu. Onun için insandaki şükre lâyık en büyük nimetlerden birisidir akıl. Nitekim, Cenâb-ı Hak insanı, Kur’ân’da ısrarla akletmeye, düşünmeye, tefekküre dâvet etmektedir. Çünkü Kendi san'at harikalarını, ondaki incelikleri, güzellikleri ancak aklederek anlayabilmektedir.
Aklın, tefekkürde kullanılabilecek en güzel mevsimlerinden birisidir ‘bahar’. Ruy-i zeminin neşir halidir. Okunaklı bir zaman dilimidir. Bin bir çeşit nimetlerin bulunduğu bir sofra gibi bu mevsim, düşünce dünyamızı harekete geçirmektedir. Nimetlerin fiyatı olan ‘zikir, fikir ve şükür’, bu mevsimde daha bir anlaşılıyor. Bu kadar muhteşem nimetler karşısında insanın onları Veren’e karşı bir saygı, bir hürmet göstermemesi akıl dışıdır. Allah, yarattığı mideye dönük bütün nimetlerin kayıtlarını, insanın ‘kuvve-i zaika’sına, diline kodladığı gibi, rızıklanan da sadece mide değildir. Göz, kulak bu mevsimde göz olmanın, kulak olmanın hazzını daha bir etkin yaşamaktadır. Yani yüksek şeylere vasıta olmak bile, başlı başına bir şükür vesilesidir.
Tefekkür edememek bir
manevî hastalık halidir
Cenâb-ı Hakkın isimlerinin en okunaklı hale geldiği mevsimlerden biri olan, böyle bir mevsimden bir şekilde etkilenmemek bir manevî hastalık halidir. Çünkü insanın fıtratında, çevresinde olup biten, tabiattaki bu değişim ve enerji dönüşümünü görüp etkilenmek, akletmek, tefekkür etmek vardır. İnsanın bu penceresi kapalı ise, fıtratında bir bozulma hali var demektir.
Her ders bir tefekkür koridorudur
İnsanlar okullarda kelime okur-yazarı oluyor ama, anlam okur-yazarı olamıyorlar. Onun için okullarda ‘tefekkür dersleri’ olmalıdır. Gerçi geçebilen eğitimci için her dersin içinde bir tefekkür koridoru vardır. Fenler, içinde tefekkür barındırmaktadır. Zaten tefekkürsüz ilim, ilim değildir. İnsan sahip olduklarının kendisine kimin tarafından verildiğini sorgulayamaz ise, bu insana yakışan bir hal değildir. Böyle bir insan, çok ciddî bir manevî hastalığa yakalanmıştır. Hikmeti, anlamı okunmayan varlık, insan için bir hastalıktır.
Bu, çok ciddî bir ödevdir
Edebiyat dersinin en güzel tarafı, insanı hep güzelliklerle meşgul etmesidir. Edebî ruh, güzellik okumaları sayesinde doğar. Metindeki, tabiattaki, insandaki, davranıştaki, hayattaki güzellik okumaları insana apayrı renkli sayfalar açmaktadır.
Bu haftanın dersi tabiattan. Gittiğim her sınıfı, hemen yakınımızda bulunan bir tepeciğe götürüyorum. Rengârenk çiçekler, çeşit çeşit böcekler, okuyucu nazarları bekliyorlar.
Öğrencilere, “Haydin bakalım, kâğıt, kalemlerinizi alın. Her arkadaşımdan, somut bir varlık üzerinde bir şiir, diyalog ya da bir kompozisyon bekliyorum. Dersimizin yıllık ödevi bu olacak…” diyorum. Ve herkes çiçeklerin içine, çiçek tarlasına dağılıyor. Kimse kimseyle konuşmuyor. Ama biraz sonra kompozisyonlar gelince, en büyük konuşmanın satırlarda olduğunu anlıyorum. Ödev verince, herkes her şeyi yazma konusu yapmış.
Hikmet okuması faaliyeti yaptık
Karınca yuvasını gözlem yaparak yazı konusu yapan beyefendi, bir ara, ‘Hocam, hocam! Karınca yuvasına yabancı bir böcek giriyor! diye bağırmaya başlıyor. Ben de, ‘Sakın gözlerini üzerinden ayırma.’ diye sesleniyorum.
Herkes ödevini çok ciddiye almıştı. Sarı çiçekle konuşanlar, uğur böceği üzerine şiir yazanlar, mor renkli çiçeklere sataşanlar; arılarla, kelebeklerle, çekirgelerle, sineklerle dertleşenler; toprağa, otlara, dağlara, gökyüzüne, güneşe göndermeler yapanlar ve daha neler neler. Hatta çiçeklerin desenli elbiselerine, kelebeklerin kanatlarındaki nakışlara, uzaktan sesi gelen kuşun tatlı nağmelerine kadar ele alınmamış konu kalmamış. Anlaşılan herkesin dikkatini bir başka unsur çekmiş. Aslında bu sonuç da bir esma tecellisidir. Her bir insan üzerinde ayrı bir Esma’dan ayrı bir isim belirgin halde. İşte güzellik denen şey de bu.
Kötüler iyilerin
arasında saklanıyor
Yazımıza bir hatıra katalım: “Çiçek tarlasında ileriye doğru bakıyorum. Sarı yoğunlukla birlikte oralarda yeşil renklerin olduğunu görüyorum. Gerçi sarı yeşil fark etmiyor, adeta birbiriyle bütünleşmiş çiçekler. Oysa her şey uzaktan göründüğü kadar pürüzsüz değil. Bunu aralarında dolaşırken görebiliyorum. İlerledikçe sadece onların olmadığını, içlerinde dikenli çiçekler görüyorum. İnsanlar da böyle değil mi? Aralarında birçok kötü niyetli olanların da olması ve bunu içten içe büyütmeleri. Kötüler kendilerini iyilerin arasına gizlemişler. Dışarıdan bakıldığında onları görmek mümkün değil. Aralarında gezerken ayaklarımıza batan dikenler onların varlığından haberdar olmamızı sağlıyor. Ama buna rağmen yürümeye devam ederiz. Yürüdükçe yeni şeylerle karşılaşır ve yeni kararlar alırız. Hayat da böyle işte… Her şeyi göründüğü gibi kabul edersek, istenmeyen olaylarla karşılaşabiliriz. Ama hayat da bu değil mi zaten. Bunun için yine de gezmek, yaşamak ve öğrenmek gerekiyor.”
Sanatkâr’a teşekkürler
Program sonrasında herkes yazdıklarını arkadaşlarıyla paylaştı. Her bir bakış diğeri için bir orijinallik içeriyordu. Herkes birbirini alkışlıyordu. Ama asıl ayakta alkışlanan ise, son okuyan dostun dikkatlere sunduğu, ‘Sanatkâra teşekkürler’ cümlesi oldu.
Bu ders, herkesin hayatında unutulmayacak bir güzellik içeriyordu. Bir öğrencinin, ‘Ben bu tepeciğe defalarca geldim. Ama hiç birinde, her şey bu kadar bana anlamlı ve hikmetli gelmemişti. Demek ki, bakmak ile hikmetli bakmak; bakmak ile bakmamak kadar farklıymış’ cümlesi yaşananları özetler nitelikteydi.
Anlam okuryazarı olan için, âlemde anlam taşımayan hiçbir şey yoktu.
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bu anayasa makyaj tutar mı? |
|
Kabul etmek gerekir ki, ‘düzlüğe çıkmak için’ sadece kanunların değiştirilmesi yetmez. Onunla birlikte ve belki de daha önce ‘uygulama’ların düzelmesi gerekir. Yoksa ‘çok iyi kanun’lar olsa dahi, kötü yorum ve uygulamalar neticesinde insanları canından bezdirebilir. Nitekim, geçmişte meşhur olan TCK 301, 312 ve benzeri maddelerde yapılan ‘iyileştirme’ler, istenen neticeyi vermemişti.
Değil son aylar, son yılların kalıcı gündem maddelerinden olan “yeni ve sivil bir anayasa” hazırlanması konusuna da böyle yaklaşmak gerekiyor. Aralıklarla gündeme gelmesine rağmen bir türlü ‘1980 ihtilâl anayasası’ndan kurtulamadık. Mevcut anayasanın, millete rağmen işbaşına gelen ihtilâlciler tarafından hazırlatıldığını ısrarla gündemde tutmak lâzım. Çünkü insanoğlu ‘unutma’ hastalığına yakalandığı için bu konu hep unutuluyor. İhtilâlin üzerinden neredeyse 30 yıl geçmiş olması da bu unutmayı teşvik ediyor. Konuyla özel olarak ilgilenmeyen kaç gencimiz, mevcut anayasanın bir ihtilâl anayasası olduğunu bilebilir? ‘Resmî tarih’e bakılırsa bu anayasayı halkın yüzde 92’si ‘evet’ oyu vererek kabul etmiş. ‘Gerçek tarih’e de belki rakam olarak bu neticeye itiraz etmez; fakat bu ‘evet’in mecburî bir ‘evet’ olduğunu da bilir! Kesin olan şudur: 1980 İhtilâl Anayasası millete zorla, baskı ile, aldatma ile dayatılmış ve kabul ettirilmiştir! Bu iddianın en kesin delili de şudur: Gerek hazırlandığı dönemde ve gerekse halkın oyuna sunulduğu dönemde ‘1980 ihtilâl anayasası’nı tenkit etmek yasaktı. Bu yasağa uymayan gazete ve dergilerin kapatıldığına da yine tarih şahittir. Bu kesin bilgilere rağmen hâlâ “Bu anayasayı halk yüzde 92 ‘evet’ oyuyla onaylamıştır, kabul etmiştir. O halde bu meşrudur” denilebilir mi?
Hazırlanışı, kabul ettirilişi ve uygulaması sebebiyle Türkiye’ye yıllar kaybettiren mevcut ihtilâl anayasasından bir an önce kurtulmak gerekir. Bir yandan bu ihtiyacı dile getirirken, bir yandan da; ‘ilm-i siyaset’i bilmeyen bazı siyasetçilerin “daha iyisini yapacağım” derken mevcut ve problemli ihtilâl anayasasını arattıracak bir anayasa yapma ihtimalinden de korkuyoruz! Geçmişte yapılan bazı değişikliklerin, ‘kötü’yü arattığına şahit olanlar haksız sayılmaz. Bu bakımdan hem yeni ve sivil bir anayasa yapılsın diyoruz, hem de “Aman ha! Daha kötüsü yapılmasın” diye duâ ediyoruz.
Bilhassa işin ehli olanların üzerinde ittifak ettiği bir konu var: Mevcut anayasa ile Türkiye’nin devam edebilmesi mümkün değildir. Bir an önce bu ihtilâl anayasasından kurtulmalıyız.
O halde bu yolun tercih edilmeyip, geçmiş yıllarda yapıldığı gibi ‘kısmî değişiklik’lerin tercih edilmesinin sebebi, gayesi nedir? Bu anayasanın temeli sağlam olmadığı için, üzerinde yapılacak tadilat, tamirat ve ‘makyaj’ın derde çare olmayacağı görülsün.
“Ne yapalım. Bu günkü TBMM aritmetiği sebebiyle köklü bir değişiklik yapamayız. O halde ‘makyaj’ yapalım” demeyi haklı bulmuyoruz. Bu yola tevessül edilirse, ‘daha kötü’ neticeler ortaya çıkabilir.
Yapılması gereken, milletin verdiği yetkiye dayanarak Türkiye ve dünya şartlarına uygun; sivil ve demokrat bir anayasa yapmaktır. Hal ve gidişe bakılırsa bunu yapmak da ‘demokrat misyon’a nasip olacak. Yoksa, hayal mi gördüm?
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Gündemden ve gözden kaçırılanlar |
|
Apar topar Obama’nın gelişi gündemine giren Türkiye, seçimin değerlendirmesini doğru dürüst yapmadığı gibi magazine dalan medyada Ankara’ya verilen “mesajlar” analiz edilmedi. Oysa gözden kaçırılanlar, medyanın diline doladığı magazinden çok daha önemliydi.
Evvela son derece beceriksizlikle yönetilen ve verilen vaadlerin hiçbiri yerine getirilmeden menhus karikatürleri “fikir özgürlüğü” saymasından geri adım atmayan Rasmussen’in “Obama’nın güvencesi”yle NATO’nun başına getirilmesi skandalı gürültüye getirildi. Bunun Obama’nın İslâm dünyasına verdiği “barış mesajları”yla uyuşmayıp nakzettiği gerçeği geçişti- rildi.
Amerikan Başkanı’nın, “yerli” medyanın İngilizce “Hoş Geldiniz Sayın Başkan!” manşetleriyle parlatılan albenisi altında Türkiye’nin Müslüman komşusu İran’la barış ve işbirliğinin; “nükleer enerji üretimini bırakması” şartına bağlanması yanlışlığının üzerinde durulmadı.
Keza Obama TBMM’de bütün dünyanın gözü önünde Amerika’nın karanlık geçmişi ile Türkiye tarihini mukayese edip bir tuttu. Ermeni meselesinde Türkiye’nin “geçmişiyle yüzleşmesi” telkininde bulundu. Halbuki bu bir fasit kıyastı; zira Amerika’nın zulüm ve iç savaşlarla muallel geçmişine karşılık Türkiye’nin böyle bir mazisi yoktu…
Obama’nın Türkiye’de bunları konuşurken doğum yeri Hawai’de “Ermeni sokırımı”nın tanınması, kaderin bir cilvesi idi. Ancak asıl garip olan Azerbaycan’ı küstürmek pahasına Obama’nın Cumhurbaşkanlığı’ndan Meclis Başkanlığına kadar bir bir seslendirdiği bu sapmalara ve yanlış yönlendirmelere Ankara’dan en ufak bir “düzeltme” ve “itiraz” gelmemesiydi. Aynen “güvencesini” verdiği Rasmussen gibi ne dediyse kabul edilmesiydi.
Obama, göz göre göre tarihi, hâdiseleri diasporanın çarpıttığı haliyle yanlış aktardı. Ermenistan’a sınır kapılarının açılmasından bahsederken BM’nin dört kararla kınayıp çekilmesini ilân ettiği Ermeni işgali altında bulunan Yukarı Karabağ’dan tek kelime etmedi. Bir milyon kaçkına, yüzbinlerce mâsumun katledilmesine değinmedi. Bu husus da etraflıca tartışılmadı...
Yine Irak’tan söz ederken yıllardır baskı altında demografik yapısı değiştirilen ve sistemli bir katliâm ve zulme mâruz kalan Türkmenleri ve Kerkük’ü hiç ağzına almadı… Daha görevi devralmadan Afganistan’ı ve Pakistan’ı hedef seçen Obama’nın açıkça telâffuz etmezse de bu konudaki “işbirliği”nden kastının “ek asker talebi” olduğu ortada idi. Obama bunu çok usturuplu cümlelerle anlattı.
Peşinden Dışişleri Bakanı ve AKP’li Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı’nın durup dururken “Mehmetçik Afganistan’da çok seviliyor; başka ülkelerin askerleri Türk askerinin amblemiyle dolaşmak istiyor” diye zemin hazırlamaları ve “NATO şemsiyesi altında emrine girecek askerlerimizin muharip olmayıp operasyonlarda görev almayacağı” açıklamaları sözleri dikkat çekiciydi.
Ayrıca insan haklarında ilerlemeyi tavsiye ederken bin yıldır bu vatanda birlik ve bütünlük içinde yaşayan aynı inanca ve aynı tarihe sahip olan bu ülkenin aslî unsuru olan Kürtleri “azınlık” durumuna düşürmesi de vâhimdi. Bu da nazarlardan kaçırıldı.
Gözden kaçanlar ya da kaçırılanlar sâdece bunlar değildi… Obama’nın gezisinin son günündeki son programında söyledikleri ise tipik bir Amerikan politikası kurnazlığının tekrarı idi. Yirmi üniversiteden yüz öğrencinin seçildiği Tophane-i Âmire’deki konuşmasına “Ezâna kadar vaktimiz var” deyip hoşumuza gidecek sevimli lâflarla başlaması, belli ki tesâdüfî değil, bir çalışmanın ürünü idi.
Toplantının sonunda bir öğrencinin, “Amerika, Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulmasına müsaade edecek mi?” sorusuna zâhiren “alâkasız” bir biçimde dilinin altındaki baklayı kaçırıp; “NATO’da müttefikiz ve biz Türkiye’nin bölünüp parçalanmasını engelleyeceğiz” cevabı da tahlil edilmeden satır aralarında geçiştirildi.
Obama’nın Türkiye’den sona Irak’a gitmesinin “mesajı” vardı. Irak’ın “Viktorya (zafer)” adı verilen Bağdat’taki Amerikan askerî hava meydanına inip diğer Amerikan başkanları gibi “Amerikan askerlerinin kahramanlığını” övdüğü günde ülkede 39 ölü ve yüzlerce yaralıyla sonuçlanan bombalama olayı, “Irak’a barış ve istikrar” söylemleri ve gündemin hayhuyu arasında kayboldu.
Türkiye’nin önüne koyduğu lâkin Meclis’teki konuşmasında hiç değinmediği emr-i vakilerin başında yüzbinlerce Amerikan askerinin ağır silâh ve araçlarıyla Türkiye üzerinden Irak’tan çekilmesi ve Kuzey Irak’ın Türkiye’nin himâyesine verilmesi projesi gibi emr-i vakiler elbirliğiyle unutturuldu…
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
“Gidip Türklere satılmadım” |
|
ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye ziyareti mahallî seçimleri de, ekonomik krizi de unutturdu. Oysa daha bir hafta önce milletin hem iktidara hem de muhalefete verdiği mesajları konuşuyorduk. Ekonomideki sıkıntı giderek kendini daha çok hissettiriyor. İşsizlik çığ gibi büyüdü, işyerleri kapanıyor. Bunları da konuşmaz olduk.
Ziyaretin unutturduğu bir başka gelişme de Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine seçilirken verdiği sözleri tutmaması ve özür dilememesi…
Bu hafta AKP’nin grup toplantısı olmamasına rağmen, muhalefet partilerinin grup toplantıları yapıldı. Seçimden sonra yapılan ilk grup toplantılarında bu konu da gündeme geldi. En sert tepkiyi de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli gösterdi; “Davos’ta şişirilen ’One minute’ balonu, NATO toplantısında bizzat Cumhurbaşkanı Gül tarafından patlatıldı” dedi. Baykal da “Rasmussen, kendisine üç gün önce ‘hayır’ diyen Başbakan’ın oyu ile seçilmiştir. (...) İnsan hakları adına insanlarının dinini, kutsal inançlarını, peygamberlerini rencide etmesini kabul etmek mümkün değildir” derken, kendi partisindeki bir yöneticinin Peygamberimize yönelik yakışıksız sözlerine karşılık “özür dile” talimatı vermediğini unuttuğumuzu düşünmüş olmalı. Ancak bunlara rağmen NATO Genel Sekreterliği konusunda yaşananlar da ortada duruyor.
Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine adı geçtiğinde Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan “farklı” düşündükleri görüntüsü hâkim oldu. Erdoğan’ın Roj Tv’nin kapatılması ve özür dilenmemesi durumunda Rasmussen’in genel sekreterliğine onay verilmeyeceğini açıklamıştı.
Kriz, ABD Başkanı Obama’nın devreye girip “kefil” olmasıyla çözüldü. Türkiye’nin önce rest çekip, sonra onay vermesi AB’de sıkıntılara sebep oldu.
Peki, Türkiye onay verirken, ne gibi tavizler koparmıştı? Tavizlere bir bakalım: “NATO genel sekreter yardımcısı bir Türk olacak. Rasmussen, karikatür krizi nedeniyle Müslümanlardan özür dileyecek. Silâhsızlanmadan sorumlu sekreter yardımcı vekili Türk olacak. NATO’nun Afganistan özel temsilcisi bir Türk olacak. PKK’nın yayın organı Roj Tv kapatılacak…”
Yeni görevine başladıktan sonra ilk basın toplantısını, ‘Medeniyetler İttifakı Forumu’na katıldığı İstanbul Çırağan Sarayında düzenleyen Rasmussen, ne özür diledi, ne de Roj Tv’nin kapatılacağını söyledi. Diğer üç madde ise henüz netlik kazanmadı.
Türkiye’de özür dilemese de, “Ben dinlere ve dinî sembollere saygı duyarım” demişti. Oysa ülkesinde bir televizyona verdiği özel beyanatta, “Türklere kendimi satmadım. Onlara boyun eğmedim. Roj Tv'nin kapatılması gibi bir söz vermedim. Bu, Danimarka mahkemelerinin verebileceği bir karardır” demiş.
Gelinen noktada Rasmussen’in özür dilememesinden cesaret alan Danimarka’da bir dernek, karikatürleri tekrar basmaya karar vermiş.
İtalya Başbakanı, Rasmussen’in Türkiye’ye hem özür hem de televizyonun kapatılması konusunda söz verdiğini söylüyor. Bu durumda ortada doğru söylemeyen birisi veya birileri var. Ya da sözünde durmayan birisi… Daha görevinin başında sözünde durmayan birisinden 4 yıl sürecek NATO Genel Sekreterliği görevinde hangi sözüne güvenilecek? Ya da ona da kefil olanlar bu arada verilen sözlerin yerine getirilmesini sağlayacak mı?
Burada kandırılan ve kaybeden birileri yok mu?
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
Sahte şeyh ve imamlar |
|
İslâmiyet adına terörist faaliyetlerde bulunanların aslında İslâmiyet ile uzaktan yakından ilgisinin bulunmadığını her fırsatta dile getiriyoruz. Zaman için meydana gelen olaylar da her zaman bizleri teyid eder mahiyette. Bazı terör vak'alarından çok sonraları bu türden eylemlere İslâmiyet adına girişenlerin esasında başka maksatlarda oldukları ve İslâmiyet’i bu maksatlarına alet etmeye çalıştıkları ortaya çıkmaktadır.
Aynı şekilde “Müslüman terörist”, “radikal dinci”, “ekstremist İslâmcı” gibi bir çok takma ad altında lanse edilen kişilerin de, İslâmî hassasiyetlerden ve gerçek din ve inanç duygusundan hiç nasibini almamış kişiler oldukları da zamanla ortaya çıkmaktadır.
Son zamanlarda gerek ülkemizde çeşitli adlar altında faaliyet gösteren sözde “İslâmî terör” örgütleri ve gerekse global anlamda faaliyet gösteren örgütler, hep aslında başka maksatlara ve çıkarlara hizmet etmektedir.
Bu terör örgütleri veya illegal yapılanmalar içinde “saf ve cahil” bir takım Müslümanların da bulunduğu ve neye hizmet ettiğini bilmeden, kendini “mukaddes cihad” saflarında sanarak cepheden cepheye koşturduğu da üzücü bir başka gerçektir.
Ancak temiz ve mukaddes değerler manzumesinden müesses olan dinimiz, zaman geçtikçe bu türden yapılanmaların maskesinin düşmesiyle birlikte daha iyi anlaşılmakta ve aslında hiçbir terörist faaliyete alet edilmeyecek derecede insancıl ve hakperest olduğu görünmektedir.
Biz Müslümanların bu türden tehlikelere karşı uyanık olması ve tuzaklara düşmemesi gerekmekte. Bunun için de dinimizi doğru kaynaklardan ve çağımızın şartlarını göz önüne alarak yorumlayan tefsirlerden ve en önemlisi bizzat Kur’ân ve sünnet ışığında öğrenmeli ve anlamalıyız.
Son zamanlarda Avrupa’da İslâmiyet’in varlığının artık yadsınamaz bir gerçek olduğu herkesin malûmu. Ancak Avrupa içinde zuhur eden İslâmiyet filizlerinin yanında bazen ayrık otları da göze çarpmaktadır. Bunlar İslâm’ın mis kokulu bahçesinde yeri olmayan ve bizzat İslâm bahçesinin bahçıvanı olan mü’minler tarafından tesbit edilip, ayıklanması gereken muzır köklere bağlı muzır nevzuhurlardır. Radikaller yahut Avrupaî tabirle ekstremistler olarak adlandırılabilecek bu gruplar ya Avrupa’ya göçmen olarak gitmiş yahut orada ihtida etmiş olan öz Avrupalılardan müteşekkil olabilmektedir. Çoğu zaman yeni ihtida eden Avrupalı Müslümanlar önlerinde örnek olarak bu “radikal” grupları bulduklarında kendileri de o yola süluk etmek durumunda kalmaktadır. Bu türden grupların varlığı sebebiyle Avrupa’da geçmişte Londra ve Madrid terör olayları gerçekleşti ne yazık ki.
İşte bu türden yapılanmaların başında olan kişilerden biri de şu anda İngiltere’de terörizm faaliyetlerinden dolayı hapis yatan İmam Ebu Hamza El Masri’dir. El Masri kendisini takip eden yandaşlarını “inanmayanları” öldürmeye teşvik ettiği gerekçesiyle 7 yıl hapis cezası almıştı. Diğer yandan da 1999-2000 yıllarında ABD’nin Oregon eyaletinde bir terör kampı kurma iddiaları gerekçesiyle ABD’ye iade edilmeyi bekliyor.
Son günlerde ise bu zatın oğullarının İngiltere’deki bazı faaliyetleri sebebiyle tutuklandığı haberleri geldi. İmam Ebu Hamza’nın 3 oğlunun, bir milyon dolarlık araba hırsızlığı yaptığı ortaya çıkmış. Daily Telegraph gazetesinin haberine göre, Hamza Kamil (22), Muhammed Mustafa (27) ve Muhsin Heylem, 2 yıl boyunca otoparklarda uzun süre bırakılan BMW, Mercedes ve Range Rover gibi lüks araçları çalmış. Araçların ruhsat bilgilerini sahte kimlikler kullanarak değiştiren çete, bu sayede Londra’daki araçların yedek anahtarlarına ulaşmış. Mahkemeye çıkarılan zanlılar haklarındaki çalıntı mal bulundurmak, para aklama ve yolsuzluk suçlarının hepsini kabul etmişler...
Bu olay bana geçenlerde İstanbul Beylikdüzü’nde bir deterjan fabrikasında ele geçirilen 2 milyon captagon uyuşturucusu ve uyuşturucu üretim malzemelerini hatırlattı. Bu fabrikanın sahibi bir zamanlar “şeyh” lâkabıyla tanınan biri olan düzmece imam, sahte şeyh Ali Kalkancı’dan başkası değildi.
İster İmam Ebu Hamza olsun, isterse Ali Kalkancı... İsimler farklı, vak'a bir...
Biz Müslümanlar her sakallıya dede dememeyi ve doğru İslâmiyet’i kaynağından öğrenmeyi başardığımız gün, bütün sorunlar kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
L’Aquila’dan İstanbul’a deprem mesajı |
|
İtalya’nın L’Aquila şehrini harabeye çeviren ve 300’e yakın kişinin ölümüne sebep olan 6.3 büyüklüğündeki deprem ülkemizin deprem kâbusunu bir kez daha hatırlattı. İtalya gibi bir Avrupa ülkesinde 6.3 büyüklüğündeki bir depremin bu kadar büyük bir kayba sebep olması, yapı stoğunun yüzde sekseni ruhsatsız yada projesine aykırı inşa edilmiş, 7’nin üstünde deprem bekleyen İstanbul’u korkuttu.
17 Ağustos depreminden bu yana yaklaşık on yıl geçti. Okullar ve kısmen de hastaneler hariç, kamu binalarının büyük bir kısmı güçlendirilemedi. Eski konut stoğu yenilenemediği gibi, Ceza Kanunundaki cezalara rağmen özellikle bu yerel seçimler öncesinde kaçak bina ya da kaçak kat inşasına bile engel olunamadı. Büyükçekmece’nin Tepecik mahallesi ve Sultanbeyli’deki bu kaçak yapılanma televizyonlara yansıdı.
İstanbul’un imar planları Büyükşehir Belediyesi ile yargı arasında gidip geliyor. Bu arada fırsattan istifade eden belde belediyeleri çoktan bölgelerinde şu yada bu şekilde yapılaşmayı sağladılar. Küçükçekmece ve Zeytinburnu belediyeleri kısmen yeniden dönüşüm projeleriyle yapı stoğunu yenilemeye çalışırken, üst tabakanın oturduğu Florya’nın büyük bir kısmı kaçak (!) yapılarla yenilendi.
2009 yılına gelindiği halde 15 milyon nüfuslu şehrin ne tarafa doğru geliştirileceği, konutlaşmanın nerelerde yoğunlaştırılacağı, ulaşım, yol ve deprem güvenliğinin nasıl sağlanacağı planlanabilmiş değil. İlçelerde birer konteyner içine yerleştirilmiş deprem acil yönetim ünitelerinin kapı kilitleri paslandı. Planlanan tedbirlerin çoğu da deprem sonrasında yapılacaklara ilişkin: Hastaneler, kurtarma ekip ve araçları, mezarlıklar vs.
Yarın işinize giderken yol kenarlarına dikkat ediniz. Afet acil yolu olduğuna ilişkin levhalar bulunan yolların çoktan fiili otoparklara dönüştürüldüğünü görecek- siniz.
Öbür yandan depremin önceden tesbitine yönelik çalışmalar da yeterince hızlı ilerlemiyor. TÜBİTAK MAM ile Büyükşehir Belediyesi arasında yapılan işbirliği ile başlatılan radon gazı ölçüm istasyonları yaygınlaştırılamadı. Sismik aktivitelerin izlenmesine ilişkin İTÜ Kayaç Gerginlik İzleme Yöntemi ile Deprem Tahmini Projesi destek yetersizliğinden ağır aksak yürüyor. Deprem sonrası dönemde kurulan radon gazı ölçüm istasyonları ve yer altı suyu gözlem istasyonlarının hangi ölçüde çalıştığı bilinmiyor. Doğa Hareketleri Araştırma Derneği’nin tamamen gönüllülere dayalı Ulusal Gözlem Ağı Projesi imkânsızlıklar içinde.
Basından izlediğiniz gibi İtalyan bilim adamı Gioacchino Giuliani, radon gazı ölçümü ile depremin gelişini tesbit etti ve kamyonete yüklediği hoparlörlerle “büyük bir deprem olacak evlerinizi boşaltın” diye haykırarak şehri dolaştı. Ancak kimse aldırmadığı gibi halkı galeyana getirmekle suçlandı. Hatta polis internet sitesine koyduğu bulguları kaldırttı. Aynı bilim adamı radon ölçen elektronik detektör projesini Türkiye’ye de gönderdiğini ancak hiçbir cevap alamadığını söylüyor.
Madem ki yapı stoğunu yenileyemiyoruz, yolları genişletemiyoruz, hiç değilse halkımızı deprem öncesinde uyaracak sistemlerin sağlıklı olarak kurulması ve işletilmesi tek elden ve aksatılmadan sürdürülmelidir. Prof. Dr. Mete Işıkara, İstanbul depreminin 2010 ila 2014 arasında gerçekleşmesinin büyük ihtimal olduğunu söylüyor. Yani tedbir almak için vakit çok az. Prof. Dr. Celal Şengör, 50 bin ila 100 bin kişinin öleceği ve 40 bin konutun yıkılacağı tahmininde bulunuyor. Yani İstanbul ve ülkemizi büyük bir felâket bekliyor.
Öyleyse ne duruyoruz? Sorumluluk elbette yalnızca devlete ait değil. Ancak böylesine bir felâkete karşı alınacak tedbirleri geciktiren herkesin bir an önce harekete geçmesi lâzım. Yarın çok geç olabilir.
11.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|