Binbir renklerin birbirlerini ahenkle tamamladığı bir dünyanın kapısından içeri girdim. “Bu büyüye kapılmamak elde değil” dedim arkadaşıma. Dünyanın süsünü üzerinde taşıyan eşarplar, dekoratif eşyalar, her birinin diğerinden daha kaliteli olduğundan emin olunan porselenler, üzerlerinde çeşit çeşit Türk-Osmanlı figürü bulunan buzdolabı süsleri, orijinaline çok yakın parfümler, aslına uygun tasarlanmış çantalar, gerçeğinden neredeyse hiç farkı olmayan ayakkabılar, ana caddelerini ışıldatan kuyumcular… Bu itinalı cümbüş, benim halet-i ruhiyemdi hiç şüphesiz. Her seferinde nefesime nefes katan İstanbul’un, gözlerimin ışığını pekiştiren, kalbimin atışını hızlandıran ve her köşesinde daha önceden bilinen, fakat her seferinde yeniden keşfedilen efsanesiydi. Belki Nuruosmaniye kapısı, belki Beyazıt kapısıydı bu İstanbul’u özetleyen kentvârî yere adım attığımız kapı. Bitmek tükenmek bilmeyen koşturmasının yorgunluğunu ara sokağında yudumladığı bir fincan Türk kahvesiyle atan, yıllar geçse de yaşlanmayan, yaşlandıkça güzelleşen mekânın adıydı Kapalı Çarşı…
Her köşesinden farklı sesleri duymak, dünyanın diğer şehirlerindeki benzerleriyle karşılaştırma hatasına düşürüyordu insanı. Ne Krakow’daki pazar meydanı, ne Kahire’deki Khan el Khalili, ne de Venedik sokaklarındaki sergiler onun yerini alabilirdi oysa. Hiçbiri bu gizeme, bu sürprize, bu kokuya, bu görkeme ev sahibi olamıyordu oysa. Turistlerin ilgisini çekmek amacıyla olan birçok şey, beni turistten daha turist yaptı neredeyse. O düzensiz düzen içindeki hemen hemen herşeyi, insanın hemen alıp evine getiresi geliyordu. Tabii, satıcıların Türk olduğumu anladıklarında “Abla sen yabancı değilsin, arkadaşın alsaydı ona bu fiyat olurdu, ama!” deyişleri yahut illâ halı satmak isteyen esnaf gibi bazen insanı rahatsız eden unsurları da var çarşının. Gülü seven dikenine katlanır misali, kalabalıkla beraber akıp, o coşkuyu ve festivali yaşarken, sadece İstanbul’da bir turistmiş gibi hissetmek en güzeli. İnsan ancak böyle doyuyor özlediği şehirlere…
Eğer dünyanın başka bir ülkesinde yaşıyorsanız, içinizde kopan fırtınaları ülkenize gelmedikçe durduramayacaksınız. Hasret gidereceksiniz sevdiklerinizle, belki onlar gelecek şehrinize, ama toprağınızla, gökyüzünüzle, suyunuzla, şehrinizle hasret gideremeyeceksiniz bu şekilde. Aynı benim bugün her bir köşesinde lale, her bir köşesinde elma çayı, her bir dakikasında simit, her bir yorgunluğunda Türk kahvesi gördüğüm İstanbul’la hasret giderdiğim gibi. Gurbette yaşamış ve kısa bir zaman önce geri dönmüş olan bir arkadaşımla, kayıtsız şartsız, dünyanın en güzel şehrinin İstanbul olduğundan bahsediyorduk bugün. “Bu şehrin kıymetini bilmeyenleri yahut Türkiye’den şikâyet edenleri bir müddet başka ülkelere göndermeli“ dedi. “Göndermeli ki, fırından sıcacık çıkmış ekmek olmadan yapılan kahvaltı, ince belli bardak olmadan içilen çay, matbaadan çıkmış, içine taze haber kokusu sinmiş gazete olmadan bir güne nasıl başlanır anlasın.” Eh, ne de olsa elimizdekilerin kıymetini mevcut olduğu zaman pek anlayamıyoruz.
Ama ben yine de, bu günleri fırsat bilip, sadece İstanbul’la değil, sevdiğim ve gidebildiğim tüm şehirlerle hasbihal etmeye çalışıyorum. Kana kana su içtiğim bir dağ pınarı gibi ışıldayan ve bahara merhaba diyen İstanbul; fetih şenlikleriyle cıvıl cıvıl dolup taşan, belediyenin düzenlediği rengârenk etkinliklerle vatandaşına keyifli anlar yaşatan, padişahlar şehri Bursa; Asya’nın asıl başladığı, sadece bir parça oralı olanın yahut orada yaşayanın kendisini keşfetmesine müsaade eden Ankara bana tekrar tekrar buralı olmanın ve buralarda yaşıyor olmanın önemini ve güzelliğini hatırlatıyor.
14.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|