"Gerçekten" haber verir 14 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hüseyin EREN

Doyumsuz boşluk



Boşluk, ne büyük “dolu” bir boşluk, sınırı nihayeti olmayan, derinliği ölçülemeyen uçurum üstü uçurum… Yanmanın yankılanmadığı, çığlığın duyulmadığı, sessizliğin sezilmediği yokluk içi yokluk… Var demenin var olmadığı çizgi ötesi karanlık… Kararlılık öncesi ve sonrası, kararsızlık ve karamsarlık… Karanlılığın karar kıldığı, ışıksızlık ummanı…

Umudun umulmadığı, serinliğin esmediği yanma ötesi ateşsiz ateş… Aşkın bir kıvılcımdan öte gitmeyen sönük tebessümü, sevdanın solgun çiçekleri; boşluğu dolduramayan boş çabalar… Ne kımıldayabilmek ne kanatlanabilmek, ne konuşabilmek ne susabilmek, ne sevebilmek ne küsebilmek, ne bilmeyi bilmek ne bilmemeyi, ne varlıktan geçebilmek ne yokluğa erebilmek…

Yokluğun yok olduğu, varın var ve yar olmadığı, kelimelerin kıymetsiz, sözlerin suskun olduğu derinlik üstü enginlik; düşünceler düşüncesiz, duygular duyarsız, zihinler zembereğini yitirmiş, idrakler idraksiz…

Dayanılmaz bir ağırlık, taşınmaz bir hiffet, kucaklanmaz bir savrukluk, tutulmaz bir kaçış, gelmez bir kopuş; merkezsiz, noktasız, çizgisiz, belirsiz be belirsiz…

Belirlilik, boşluğun belirsiz takipçisi, kaçışın kaçamadığı kapı… Kapılar, kelimeler, boşlukta duran viraneler…

Yıkılmaz, devrilmez, dönmez, değişmez boşluk, sadece vardır, sadece öğütür, değiştirir, yokluğa bırakır, dayanılmaz bir hafiflikle…

Nefes kadar boş, nefes kadar hayat boşluk, ölüm kadar yakın, hayat kadar uzak; ömrün bir “ân”a dökülüşü, bir lahza belirli beraberlik, bin lahza bilinmeyen belirsizlik…

İfade edilemeyen, ihata edilemeyen, zihnin kıvrımlarına sığmayan, fikrin kıvamına girmeyen, hiç içre hiç boşluk… Ya her şey, ya hiçbir şey, her şeyin üstünde, her şeyin altında, anlamın zirvesi, anlamsızlığın dip çukuru…

Boşluk olmasa yıldızlar, güneş, ay, dünya nerede döneceklerdi, nasıl var olacaklardı, sürekli genişleyen kâinat, varlığa mı koşuyor, boşluk mu yutuyor onu? Atomun içi ne kadar dolu, ne kadar boş?

İçinde âlemler dürülen insan, nasıl bir boşluk genişlemesi içinde? Hangi küçük sevinç, hangi sahiplenme, hangi keder, hangi elem, hangi lezzet onu, o genişleyen boşluğu doldurabilir?

Boşluk, sonsuzluğu anlamak için bir tutam varlık olmasın, idraklerin almadığı, duyguların kuşatamadığı sonsuzluktan düşen bir damla hakikat ummanı olabilir mi?

İçi doldurulamayacak kadar boş bir soru, varlık başkaca da nasıl anlaşılır ki?

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Herşey Allah diyor



“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve kanat vuran kuşlar Allah’ı tesbih eder. Onların hepsi ibadetini de bilir, tesbihini de.”1

“Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin; lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız.”2

“En güzel isimler Onundur. Göklerde ve yerde ne varsa Onu tesbih eder.”3

Kâinatta her varlık, üzerinde tecellî eden büyüleyici, harika sanatlarla, hem yaratıcıları olan Allah’ın varlık ve birliğini gösterir, hem de Onun isim ve sıfatlarını tanıtır, kendi dilleri ve birçok yönleriyle Allah’ı över ve tesbih ederler.

Ancak bizim dilimizle konuşmadıkları için ne tesbihatlarını, ne Allah’ı anışlarını, ne de övgülerini anlayabiliriz.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yukarıda bahsi geçen ve “Kur’ân’ın âyet-i kübrâsı” diye tanıtılan bu âyet-i kerimeyi Şuâlar adlı eserinin elli sayfalık Yedinci Şuâ’ında tefsir eder. “Âyetü’l-Kübra” diye de müstakil bir kitap hâlinde basılan bu bölümde kâinat kitabını satır satır okur; gökyüzünün, dünyanın, dağların, denizlerin, bitkilerin, hayvanların, insanlık tabakalarının, meleklerin ve gayb âlemi varlıklarının, kısacası, bütün kâinatın Allah’ı nasıl tesbih, varlık ve birliği ile Onun isim ve sıfatlarına nasıl şahitlik ettiklerini 33 ayrı mertebede ayrıntılarıyla ele alır. 3. Şuâ’ya koyduğu Münacat Risâlesi’nde de ayrı ayrı bütün bu varlıkların lisan-ı hâlleriyle, değişik dillerle Allah’ı tesbih edişlerini dile getirir ve dersini Rabbine arz eder.

Asr-ı Saadet’te bazan mu’cizevî bir tarzda bu varlıklar lisan-ı hâlden öte lisan-ı kalle herkesin anlayabeleceği bir tarzda Allah’ı tesbih etmiş ve bunu Sahabe de açıkça duymuştur. Hz. Enes ve Hz. Ebû Zerr (ra) böyle bir olayı şöyle anlatıyorlar: “Biz Resul-i Ekrem’in (asm) yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Ebû Bekiri’s-Sıddık’ın eline koydu, yine tesbih ettiler. Sonra Hz. Ömer’in eline koydu; yine tesbih ettiler. Sonra aldı yere koydu sustular. Sonra yine aldı Hz. Osman’ın eline, yine tesbihe başladılar.”

Hz. Enes’le Ebû Zer (r.a.) diyorlar ki: “Ellerimize koydu, sustular.”4

Abdullah ibni Mes’ud da der ki: “Biz Resulullahla birlikte yemek yerken yemeğin tesbih ettiğini işitirdik.”5

Asr-ı Saadet’te taşların, yenilen yiyeceklerin tesbih ettiğinin duyulması mucizeden başka birşey değildi. Bilindiği gibi mucizeler ilmî ve teknolojik gelişmelerin son sınırın çizmiştir. Bugün ilmin bir kısım cihazlarla bitkilerin tesbihlerini işitir hâle gelmesi de bu yolda hayli mesafe alındığını göstermiyor mu?

Dipnotlar:

1- Nur Suresi: 41.

2- İsra Suresi: 44.

3- Haşir Suresi: 24.

4- Şifa, 1:306.

5- Tac Trc., 3:527 (Buharî ve Tirmizî’den)

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kibre karşı kibir



Orhan Bey: “‘Kibre karşı kibir sadakadır’ derler. Bu söz doğru mudur? Doğru ise açıklar mısınız?”

Mü’min kibirlenmez. Fakat izzetini yere de düşürmez. Mü’min gerektiği yerde tevazu sahibi, gerektiği yerde izzet ve onur sahibidir. Kur’ân, “Muhammed Allah’ın Resûlü’dür. Beraberinde olanlar kâfirlere karşı çetin ve izzetli, birbirleri arasında merhametlidirler”1 buyuruyor. Yine Kur’ân’da Allah’ın övdüğü mü’minler topluluğu, “mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli”dirler.2

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, mü’min, kâfire karşı şiddetini, izzetini, onurunu ve vakarını korusa da, mü’mine karşı düşmanlık görsün görmesin, şefkat, merhamet, tevazû ve alçakgönüllülük meleği kesilmelidir. Mü’min müminden kibir görse de, kibirle karşılık vermez. Onun kibir göstermekle hata ettiğini bilir, ona bu hatadan ve vartadan kurtulması için duâ eder. Ama asla ona kibirle karşılık vermez. Çünkü mü’minin mü’mine karşı kibir göstermesi haramdır.

Mü’minin, muhtelif hallere göre makbul davranışlarını şöyle sıralayabiliriz:

1) Kâfirden şiddet ve düşmanlık gördüğünde, aynı şiddet ve aynı sertlikle cevap verir. Kâfirin kibrine karşı, milleti ve dini adına kibirli olur.

2) Kâfirden düşmanlık görmediğinde, izzetini ve heybetini korumakla beraber, kâfirin hak ve hukukuna saygıyı esirgemez, ona iyilik eder.

3) Mü’minden iyilik gördüğünde ona iyilik eder, mütevazı olur.

4) Mü’minden kötülük gördüğünde, ona yine dostluk gösterir, yine iyilik eder, yine tevâzûunu eksik etmez.

Bu gün sosyal hayatın neresinde olursak olalım; ölçümüz, özetlemeye çalıştığımız bu esaslar olmalıdır. Bedîüzzaman Hazretleri, mü’minin, kerim olduğundan, yani yaratılış itibariyle mükerrem olduğundan ne kadar kötülük yaparsa yapsın kendisine yapılan iyilik ve ikramı çok iyi algılayacağını ve düşmanlıktan vazgeçip dostluk yüzünü göstereceğini kaydediyor.3

Demek mü’minin mü’mine aynı düşmanlıkla, aynı kötülükle, aynı kabalıkla, aynı kibirle cevap vermesine dinimizde izin yoktur. Bilakis düşmanlık da görse, kötülük de görse, kabalık da görse, kibir de görse mü’mine karşı hep iyi yürekli, hep iyilik ve ikram sahibi olmalıdır. Yani mü’min adavet etmek isterse kalbindeki adavet dürtülerine ve düşmanlık duygularına adavet etmelidir ve mü’mine karşı tam bir muhabbet fedaisi kesilmelidir. Bediüzzaman bu hususu şu veciz ifadesiyle özetler: “Biz muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yok”4

Özetlersek, “Kibre karşı kibir sadakadır” sözü, mü’minin mü’min karşısındaki duruşunu değil, kâfir karşısındaki duruşunu tanımlıyor olmak kaydıyla doğru anlaşılabilir. Yani mü’min, kâfirin kibrine kibirle, heybet ve azametle cevap verir. Fakat mü’minden kibir de görse, kibirle karşılık veremez. Mümin, mü’mine karşı tevazudan ayrılmaz.

Dipnotlar:

1- Fetih Sûresi: 29

2- Mâide Sûresi: 54

3- Mektubat, s. 256

4- Hutbe-i Şamiye, s. 73

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Meşrûtiyeti mahvedenler



Bugünlerde çeşitli platformlarda en çok konuşulup tartışılan tarihî konuların başında 31 Mart Vak'ası, Hareket Ordusu, Divân–ı Harb–i Örfî ve Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi hadisesi geliyor.

Bunun en önemli sebebi, peşpeşe ve zincirleme şekilde yaşanan bu elim vak'aların, bundan tam yüz sene önce tam da bugünlerde patlak vermesi.

31 Mart Vak'ası, bir yönüyle gitgide baskıcı bir rejimle ülkeyi yönetmeye çalışan İttihat–Terakki hükümetine yönelik bir infial ve öfke patlaması şeklinde tezahür etti. En azından görüntü böyle...

Komutanlarını kışlada hapsederek başlarındaki çavuşlarla birlikte sokaklara ve meydana taşan Avcı Taburlarına bağlı askerler, İttihatçı muhalifi halk ve bir kısım medrese talebelerile birlite yürüyüşe geçti. Meclis ve hükümet merkezinin de bulunduğu Cağaloğlu, Sultanahmet ve Ayasofya taraflarını işgal eden kalabalık, ilgili–ilgisiz birçok kişinin kanını döktü.

Bu arada, İttihatçılara lânet okuyanların yanı sıra "Yaşasın Şeriat!" diye ortalıkta nâra atanlar oldu.

Karagaşanın had safhaya çıktığı bu ortamda, canını kurtarmak isteyen İttihatçıların ileri gelenleri, köşe bucak saklanmak mecburiyetinde kaldı.

İşte, o İttihatçılardan biri de, ileriki yıllarda İstanbul'da vali ve belediye başkanlığı da yapacak olan İsmail Canbulat idi.

Bir yolunu bularak Selanik'teki İttihat–Terakki Cemiyeti merkezine bir telgraf çeken İsmail Canbulat (*), telgrafta tarihe geçen şu tabiri kullandı: "Meşrûtiyet mahvoldu."

İşte bu söz, zaten bir bahane arayışında olan İttihatçı komitacıları harekete geçirmeye yetti.

13–23 Nisan tarihleri arasında öbek öbek toplanan ve yekûnu seksen bin kişiyi geçen Selanik merkezli Hareket Ordusu, bir gün sonra İstanbul'a girdi ve lokal çaptaki bazı kanlı müsademeden sonra ülkenin idaresini ele geçirdi.

Üç gün sonra (27 Nisan) Padişahı tahttan indiren, Yıldız Sarayını yağma ettiren ve muhtelif noktalarda kurduğu darağaçlarıyla etrafa korku ve dehşet veren İttihatçı komitacılar, aslında nâzik hürriyete ve nâzenin meşrûtiyete en büyük darbeyi vurmuş oldular.

Sözde, "mahvedilen meşrutiyet"i kurtarmak için harekete geçen İttihatçılar, neticede yaşanan kargaşayı bahane ederek kanlı bir darbe yaptı ve meşrutiyet sistemini de felce uğratarak tam bir istibdat idaresini kurmuş oldu.

Netice itibariyle şunu söylemek mümkün: 31 Mart Vak'ası, kimin işine yaradıysa ve kim bu kargaşayı kendi menfaati için fırsat telakki ettiyse, meşrûtiyeti mahveden de, dökülen kanların en büyük günahkârı da odur. Yani, bu hadisede delilden çok âkibete bakarak tahlil ve değerlendirmede bulunmak gerekiyor.

...................................................

(*) Meşrûtiyet döneminin en sıkı İttihatçılarından biri olan İsmail Canbulat, Cumhuriyetin ilk yıllarında da M. Kemal'in gözde adamlarından biriydi. Hatta, 1923'te İstanbul milletvekili sıfatıyla yeni Meclis'te de görev aldı. Ne var ki, iki sene sonra kurulan Terakkiperver Cumriyet Fırkasına girdikten sonra, M. Kemal ile yolları ayrıldı. Dostluğun yerini intikam duyguları aldı. 1926'daki İzmir Sûikastına adı karıştırılan eski İttihatçı Canbulat, sevk edildiği İstiklâl Mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırıldı.

Tarihin yorumu 14 Nisan 1912

Emektar Galata Köprüleri

Yapımı iki senede tamamlanan Galata Köprüsü, bugün (14 Nisan 1912) itibariyle İstanbulluların hizmetine girdi.

Haliç üzerinde kurulanlardan en uzun ömürlü köprü olma özelliğine sahip olan bu Alman patentli dördüncü Galata Köprüsü, toplam 350 bin altın liraya mal oldu.

Uzunluğu 466 metre, genişliği ise 25 metre olan bu köprü, büyük dubalar üzerinde inşa edilmişti.

Daha evvelden de, aynı yerde olmak üzere daha mütevazı çapta köprüler yapılmış, ancak onların ömrü çok kısa sürmüştü.

1912'de inşa edilen meşhûr Galata Köprüsü ise, tâ 1990'lı yıllara kadar hizmet vermeye devam etti. Ne var ki, bu muazzam köprü 16 Mayıs 1992'de çok büyük bir yangın geçirdi ve artık rahatça kullanılamaz bir hale geldi.

Bu arada, hemen yanı başında 1987 yılı başından beri inşaatı devam eden son Galata Köprsü İstanbulluların imdadına yetişti.

Toplam 114 çelik kazık üzerinde inşa edilen bugünkü köprü, 1992 yılı Haziran ayı ortalarında tamamlanarak hizmete girdi.

Müteahitliğini STFA firmasının üstlendiği bu köprünün de, yaklaşık yüz milyon Alman markına mal olduğu tahmin ediliyor.

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Avrupa’yı saran şiddet



Mainz-Kostheım’den Frakfurt’u gezmek için Cuma günü trene biniyoruz. Ne var ki, tren, İstanbul tramvayları gibi tıklım tıklım dolu. Hem hafta sonu, hem de Mainz-Frankfurt maçı var.

Gençlerin ağızlarında sloganlar, ellerinde bira şişeleri... Kimileri ucuz gelsin diye, en az beş-altı litrelik teneke fıçılarla bira taşıyor.

Bir müddet ayakta gittik. Sonra bir yer boşaldı, oturduk. Yan koltukta, 14-15 yaşındaki gençler bira içiyor. Birisi, o kadar içmiş ki, sızmış, koltuğa uzanmış. Kendinden geçmiş. “Eyvah, bu gençler ne hâle gelmiş” diye acımaktan edemedim.

Tren her durakta durduğunda “Deplasmanda maçı alacağız!” şeklinde sloganlarla inliyor. Genç gruplar aşağıya iniyor, bağırıyor, çağırıyor. Tren bir istasyonda durdu. Gençler aşağıya indi, polisler geldi, bir türlü onları yatıştıramıyor. Biraz sonra, başka trene geçmemiz anons edildi. Giderken baktık ki, tren kapısının camı kırılmış.

Batı sokaklarında heyecan, korku, endişe, ıztırap, sefalet kol geziyor. Sadece sokaklarında mı? Bu artık bütünüyle evlere, mahallelere, ailelere taşmış. Kimse, ne zaman, nerede, nasıl bir tehlike ile karşılaşacağını bilmiyor. Her an, meçhuller perdesinden serseri bir uyuşturucu müptelâsının sarkıntılığı veya bir hastalığın hücum etme tehlikesiyle karşı karşıyasınız.

Batı medeniyetinin doğum ve büyüme yeri olan merkezlerde ise değil cismen; fikren ve hayalen gezmek bile korku, dehşet ve ürperti veriyor. Gençlerin ve erkeklerin çoğu sahici tabancalarla, kadınların büyük bir bölümü sprey ve benzeri oyuncak tabancalarla silâhlanmış.

Avrupa’da, 30 yaşına gelmiş her üç erkekten biri sabıkalı. İngiltere İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan istatistik programında soygun, dolandırıcılık ve saldırı gibi ciddî suçlardan dolayı sabıkalıların durumunu değerlendiren sosyologlar, sonuçların dehşet verici olduğunu ifade ediyor.

Avrupa’da “sınırsız hürriyet”—ki bu bir nevî hayvanlık ve nefsî arzuların esaretine girmek demektir—alabildiğine uzanıyor. Hemen herkes nefsî arzularının peşinde ve kendi dünyasında. Oysa teknoloji mükemmel, sistem kuvvetli, idârî yapı oturmuş, inzibâtî tedbirler de tamamen alınmış. Öyle ise, neden bu suçlar engellenemiyor?

Avrupa ıkıdır

Müslüman ehl-i tahkiktir. Ayrıca mutaassıp değil, ehl-i salâbettir. Yani, her meseleyi araştırır, inceler. Ve bir meseleye körü körüne inanmaz, taraf olmaz. Tahkik ettikten sonra ona sımsıkı yapışır.

Ya hep, ya hiç, ya tamamen iyi, ya tamamen kötü diye bir şey yoktur. Avrupa konusunda da Bediüzzaman, seçici ve dengeli değerlendirme dersini verir.

“Batı” sözcüğü ile onun hayat görüşünü kastediyoruz. Meseleye toptancı yaklaşıp “Batı tamamen yanlış veya tamamen doğrudur” garabetini sergileyemeyiz. İnsaf penceresinden baktığımızda iki Batı görürüz:

* Birincisi İsevî dini—ki, aslı İslâmiyettir—ile İslâmın getirdiği esas, prensip, ahlâk, düşünce ve ilimden feyz alıp etkilenip istifade ederek düşünce, gayret ve mücadeleleriyle bugünkü medenî seviyeye ulaşan, demokrat, insan haklarına saygılı Batı...

2005’in sonlarında Amsterdam yakınlarında liberal bir Protestan kilisesi yönetiminden “Kur’ân’da İsa adı” altında bir konferans verme dâveti aldım… Kilisenin kürsüsünden Kur’ân’ın Hz. İsa’ya (as) nasıl baktığını anlattım. Kur’ân’dan hiç taviz vermeden, ama çok yumuşak bir üslûpla Müslümanların hem Hz. İsa’yı, hem de Hz. Meryem’i Hıristiyanlardan daha fazla sevdiklerini, hatta Hz. Meryem’in tüm Müslümanlar arasında “ana” olarak kabul edildiğini, iffetli Müslüman kadınların onu bir iffet modeli olarak kabul ettiklerini anlattım. Orta yaşlı bakımlı bir kadın söz alarak konferansı dikkatli bir tarzda dinlediğini, özellikle Kur’ân’ın Hz. Meryem hakkındaki yaklaşımını yeni duyduğunu ve âdeta çarpıldığını, ilk işinin hemen bir Kur’ân bulup iyice araştırmak olacağını, şimdi tam bir ruhî bunalım içine girdiğini, kendisinin Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olduğunu karıştırdığını söyledi. Sözüne devam ederek bu defa beni şoke eden bir gerçeği soktu gözüme:

Kendisi dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış, uluslararası beş yüz mağazanın genel koordinatörü idi. Beş yüz mağazada çalışanların tümü sadece geçinebilecek kadar bir maaş alıyor. Geri kalan kazanç Afrika, Asya ve benzeri yerlerdeki fakir fukaralara yardım olarak gönderiliyordu…

İkinci Batı’ya da yarın değinelim inşaallah.

14.04.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Ali OKTAY

Gönülden dile



“Çalınsın ceng-i harbîler, döğülsün kûs-i şâdîler

Nida etsin münâdîler bugün edip ıtrâyı. ”

Enderunlu Vâsıf

Mehter vuruyor tarihin aksetmede yâdı

Bu yazımızda, her dinlediğimizde içimizde fırtınalar koparan, hani neredeyse kalkıp cenge gitme hissi veren mehterden kısa da olsa bahsetmek istiyorum.

Mehter sözcüğü, ’mihter’den gelmekte olup, Farsça kökenlidir. Anlam itibarıyla ‘ en ulu, en büyük’ gibi bir karşılığı olmakla, bir çok İslâm ülkesinde yüceltici bir değer de ifade etmektedir. Türk Askerî Musıkisi, tarihimizin başından beri cephelerde, saraylarda kullanılmıştır. Nevbet vurma, bağımsızlığın işareti olup ayakta dinlenirdi. Mehterleri yöneten musıkişinaslara Mehterbaşı Ağa denirdi. Bunlar mehterin yetişmesi ve icrasından sorumluydu. Saray mehterlerini diğerlerinden ayırmak için ‘’hassa ‘’ sözcüğü kullanılırdı. Mehterler saz miktarına göre 7, 8, 910, 12 kat olarak ayrılırdı. Beş namaz vakti nevbetlerinde 77 adet enstrüman nevbet vurur, savaş zamanı bu sayı iki katına çıkarılırdı. Mehter adaylarına musıki eğitimi, Enderun’da verilirdi. Bir de mehter esnafı vardır ki bunlar çarşı esnafından teşekkül eden, padişahın seferlerine katılan kişilerdi.

Mehter’de kullanılan sazlar ise şunlardır: Zurna, nefir, derviş boruları gibi nefesli sazlar, kös, nakkare, tablbaz, def, davul, zil, çevgan gibi vurmalı sazlar.

1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması ile birlikte mehterhane de kapatılmıştır.

Mehter Müziği’nin İcrası nasıl yapılır?

Program yapılırken, daire şeklinde dizilen grubun ortasında Mehterbaşı Ağa durur. İçoğlan başçavuşu “Vakt-i sururu safa, Mehterbaşı hey. . . hey. . . “ diye bağırırken nakkarezenler sofyan usulünde üç tempo tutar. Mehterbaşı Ağa, ’merhaba ey mehteran ‘der sağ elini göğsüne koyarak takımı selamlar, onlarda selama aynı şekilde karşılık vererek “Merhaba mehterbaşı ağa” der. Mehterbaşı ağa’nın “hasdur” komutunu vermesinin ardından “haydi ya Allah” der ve fasıla geçilirdi. Fasıllardan sonra şu şekilde gülbank çekilir “Allah Allah Celil ü Cebbar, Muinü’s-Settar Halıku’l-Leyl vennehar. Layezal Zülcelal birdir Allah. Anın birliğine Resulü Enbiya Peygamberimiz Cenab-ı Ahmed-i Muhammed Mustafa. Âli evlad-ı Resulü müçteba imdad-ı ruhaniyetine. Pirian mürşidin aşıkin kuragerin visalin hamele-i Kur’ân güzeştegân ehl-i iman ervahına, avn-i inayetine hilafetü’l İslâm es Sultan ibni sultan bilcümle İslâmın necat ve saadet ve selâmetine pirler erenler üçler yediler kırklar göçenler devranına Hu diyelim. Huuu” Bundan sonra bütün mehter takımı şiddetle zilleri davulları vurarak dokuz kere HU çeker. Ardından kös üç defa vurur. Barış zamanında okunan bu gülbankın dışında savaşa gidilirken okunan gülbank daha farklıdır.

Bundan sonra takımdan güzel sesli biri “Nasrun minallahi ve fethun karib vebeşşiri’l mü’minin” ayetlerini okur. Üç defa Allah diyecek kadar beklendikten sonra hep bir ağızdan “Allah” deyip susarlar. Gülbank devam eder, “eli kan, kılıcı kan, sinesi üryan, ciğeri püryan, meydanı şehadette Allah yoluna revan, gazayı şühedaya Cemali Hakk görünür ayan, gazabımız düşmana ziyan. ” Takım hep bir ağızdan ‘yekdir Allah, yekdir Allah ‘ diye bağırdıktan sonra mehterbaşının “illâllah” demesiyle program sona erer. Mehterin o güzel coşkusunu yaşamak isteyenler için bazı il ve ilçe belediyelerin bünyesinde kurulan mehter takımlarının konserleri izlenmeye değer. Ancak yıllardan beri yapılan bu konserleri, İstanbul Taksim’deki Askerî Müze’de izleyebilirsiniz.

Avrupalı ve Mehteran

İtalyan rahibi Toderini “Bayramlarda donanmalarda ve benzeri neşeli neşeli günlerde Mehter Takımlarının çalışı gerçekten tantanalı ve muhteşem bir görünüm alır” der. 18. yüzyılda mehter teşkilatının aynısı Avusturya’da da kurulmuştur. Gluck tarafından tiyatroya uyarlanmış, Türk Zilleri’ni operasında kullanmıştır. Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operası da bu dönemde bestelenmiştir. Mehter modası o kadar yayılmıştır ki Avusturya ve Lehistan’a, Osmanlı İmparatorluğu tarafından bir Mehter takımı dahi hediye edilmiştir. Rusya askeri müzik sahasında incelemede bulunmak üzere bir uzman gönderirken Prusya da I. Frederik zamanında bu musıkiyle tanışmıştır.

14.04.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Fatma Nur ZENGİN

İstanbul’u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?



Binbir renklerin birbirlerini ahenkle tamamladığı bir dünyanın kapısından içeri girdim. “Bu büyüye kapılmamak elde değil” dedim arkadaşıma. Dünyanın süsünü üzerinde taşıyan eşarplar, dekoratif eşyalar, her birinin diğerinden daha kaliteli olduğundan emin olunan porselenler, üzerlerinde çeşit çeşit Türk-Osmanlı figürü bulunan buzdolabı süsleri, orijinaline çok yakın parfümler, aslına uygun tasarlanmış çantalar, gerçeğinden neredeyse hiç farkı olmayan ayakkabılar, ana caddelerini ışıldatan kuyumcular… Bu itinalı cümbüş, benim halet-i ruhiyemdi hiç şüphesiz. Her seferinde nefesime nefes katan İstanbul’un, gözlerimin ışığını pekiştiren, kalbimin atışını hızlandıran ve her köşesinde daha önceden bilinen, fakat her seferinde yeniden keşfedilen efsanesiydi. Belki Nuruosmaniye kapısı, belki Beyazıt kapısıydı bu İstanbul’u özetleyen kentvârî yere adım attığımız kapı. Bitmek tükenmek bilmeyen koşturmasının yorgunluğunu ara sokağında yudumladığı bir fincan Türk kahvesiyle atan, yıllar geçse de yaşlanmayan, yaşlandıkça güzelleşen mekânın adıydı Kapalı Çarşı…

Her köşesinden farklı sesleri duymak, dünyanın diğer şehirlerindeki benzerleriyle karşılaştırma hatasına düşürüyordu insanı. Ne Krakow’daki pazar meydanı, ne Kahire’deki Khan el Khalili, ne de Venedik sokaklarındaki sergiler onun yerini alabilirdi oysa. Hiçbiri bu gizeme, bu sürprize, bu kokuya, bu görkeme ev sahibi olamıyordu oysa. Turistlerin ilgisini çekmek amacıyla olan birçok şey, beni turistten daha turist yaptı neredeyse. O düzensiz düzen içindeki hemen hemen herşeyi, insanın hemen alıp evine getiresi geliyordu. Tabii, satıcıların Türk olduğumu anladıklarında “Abla sen yabancı değilsin, arkadaşın alsaydı ona bu fiyat olurdu, ama!” deyişleri yahut illâ halı satmak isteyen esnaf gibi bazen insanı rahatsız eden unsurları da var çarşının. Gülü seven dikenine katlanır misali, kalabalıkla beraber akıp, o coşkuyu ve festivali yaşarken, sadece İstanbul’da bir turistmiş gibi hissetmek en güzeli. İnsan ancak böyle doyuyor özlediği şehirlere…

Eğer dünyanın başka bir ülkesinde yaşıyorsanız, içinizde kopan fırtınaları ülkenize gelmedikçe durduramayacaksınız. Hasret gidereceksiniz sevdiklerinizle, belki onlar gelecek şehrinize, ama toprağınızla, gökyüzünüzle, suyunuzla, şehrinizle hasret gideremeyeceksiniz bu şekilde. Aynı benim bugün her bir köşesinde lale, her bir köşesinde elma çayı, her bir dakikasında simit, her bir yorgunluğunda Türk kahvesi gördüğüm İstanbul’la hasret giderdiğim gibi. Gurbette yaşamış ve kısa bir zaman önce geri dönmüş olan bir arkadaşımla, kayıtsız şartsız, dünyanın en güzel şehrinin İstanbul olduğundan bahsediyorduk bugün. “Bu şehrin kıymetini bilmeyenleri yahut Türkiye’den şikâyet edenleri bir müddet başka ülkelere göndermeli“ dedi. “Göndermeli ki, fırından sıcacık çıkmış ekmek olmadan yapılan kahvaltı, ince belli bardak olmadan içilen çay, matbaadan çıkmış, içine taze haber kokusu sinmiş gazete olmadan bir güne nasıl başlanır anlasın.” Eh, ne de olsa elimizdekilerin kıymetini mevcut olduğu zaman pek anlayamıyoruz.

Ama ben yine de, bu günleri fırsat bilip, sadece İstanbul’la değil, sevdiğim ve gidebildiğim tüm şehirlerle hasbihal etmeye çalışıyorum. Kana kana su içtiğim bir dağ pınarı gibi ışıldayan ve bahara merhaba diyen İstanbul; fetih şenlikleriyle cıvıl cıvıl dolup taşan, belediyenin düzenlediği rengârenk etkinliklerle vatandaşına keyifli anlar yaşatan, padişahlar şehri Bursa; Asya’nın asıl başladığı, sadece bir parça oralı olanın yahut orada yaşayanın kendisini keşfetmesine müsaade eden Ankara bana tekrar tekrar buralı olmanın ve buralarda yaşıyor olmanın önemini ve güzelliğini hatırlatıyor.

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Öz”ünü değiştirin!



Yaşanan büyük ekonomik krize rağmen gündemden düşmeyen önemli bir konumuz var: Yeni anayasa ihtiyacı... İktidar partisi de bu ihtiyacı dile getirmiş ve yeni bir anayasa hazırlanması konusunda çalışmalar da yapılmıştı. Herkesin bildiği gibi ne olduysa oldu ve bu çalışmalar rafa kalktı ya da ertelendi.

Yeni ve sivil bir anayasa hazırlanması ile ilgili çalışmalar ertelenmiş olmakla birlikte, başlatılan tartışmayı gündemden çıkarmak mümkün olmuyor. Hemen her gün bu konuda yeni bir toplantı ya da açıklama yapılıyor. Bu cümleden olarak, Esnaf ve Sanatkârlar Derneği (ESDER) tarafından organize edilen ‘’Bir Anayasa Nasıl Sivil Olur?’’ konulu panel de, Nevşehir’in Kozaklı ilçesinde yapılmış. (AA, 12 Nisan 2009)

Toplantıya katılanların ekserisi yeni bir anayasa ihtiyacını dile getirirken, en şaşırtıcı konuşmayı AKP’li milletvekili yapmış. Aynı zamanda Anayasa Komisyonu Üyesi de olan Hacı Hasan Sönmez, ‘’Bu anayasanın tamamının değişmesi yönündeki yaklaşımlara katıldığımı söyleyemiyorum. Çünkü anayasanın birinci maddesine bakıyorum, (Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir) diyor. Bunun neyini değiştireceğim?’’ demiş.

La havle vela kuvvete illa billah! Ya Hu, “İhtilâlcilerin dayattığı mevcut anayasa değişsin, yeni ve sivil bir anayasamız olsun” talebinden bu mu anlaşılır? Bu yaklaşım, hakikatleri ters-yüz etmek anlamı taşımaz mı? Her ‘kötü’ anayasanın, doğru ve güzel maddeleri de olur. “Bu anayasa değişsin” diyenler, mevcut anayasanın bütün maddelerinin değiştirilmesini mi ister? “Anayasa değişikliği tekliflerine bu kadar yanlış bir yaklaşım ilk defa duyuluyor” denilse şaşırır mısınız? Ya da bu söz üzerine “AKP’li vekil ihtilâl anayasasına sahip çıktı/ İhtilâl anayasasına sahip çıkmak AKP’li vekile kaldı” denilse çok mu tarafgir davranılmış olur?

Panelde konuşan Prof. Dr. Mustafa Kamalak şöyle demiş: “Mevcut anayasa tam 15 kez değişikliğe uğramış, 85 civarındaki maddesi değişmiştir. Neden değişmesi lâzım? Çünkü, bu anayasa bir darbe anayasasıdır. Dolayısıyla darbecilerin zihniyeti, felsefesi, bu anayasanın bütün maddelerinde aşağı yukarı kendi varlığını sürdürmektedir.’’

Panelistlerden Prof. Dr. Yavuz Atar da şöyle konuşmuş: ‘’Bir takım güçler iktidarı ele geçiriyorlar ki bu genellikle de darbe yoluyla oluyor ve kendi siyasî düşüncelerini anayasa metni haline getiriyorlar. Elbette ki bir takım göstermelik referandumlar yapılıyor, halkın onayı alınıyor. Ama bu onay gerçek bir halk desteği sağlamıyor. Bu sadece bir görüntüden ibaret.’’

Prof. Dr. Mustafa Erdoğan da şöyle demiş: ‘’Son 30 yıldır, daha ileriye gidersek, son 80 yıldır toplum olarak yaşadığımız pek çok sorun, yaşadığımız talihsiz olaylar, problemlerimizin büyük bir kısmı anayasadan kaynaklanmaktadır. Bunun içindir ki anayasayı yeniden yapmak veya doğru anlamda bir anayasa yapmak, bizim birçok sorunumuzu kendiliğinden çözmeyebilir ama anayasadan kaynaklanan sorunları temizlemiş olabiliriz.’’

İhtilâl anayasasının değişmesi gerektiği hususunda büyük ölçüde ittifak var. Önemli olan bu değişikliği yaparken ‘makyaj’la sınırlı tutmamak ve yapılan yeni anayasanın ‘eskisi’ni aratmaması. Bu noktaya dikkat edilir ve iyi niyetle çalışılırsa mutlaka daha iyi bir anayasaya kavuşuruz. Anayasa mevcut bir iki ‘iyi/ doğru madde’ye sarılıp değişikliğe karşı çıkmak insaf ve iz’anla izah edilemez.

Bütün problemleri çözmese bile mevcut ihtilâl anayasasından mutlaka kurtulmalıyız... “Bu (anayasanın) neyini değiştireceğim?’’ diyenler, “öz”ünü değiştirsin yeter!

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara, emr-i vakilere suskun…



Seçim sonrası yeni Amerikan Başkanı’nın ziyareti hayhuyunda, Türkiye’nin gerçek gündemi yine günübirlik polemiklerin ortasında kaybolmakta…

Obama’yı uğurladıktan sonra önce Antakya’ya, peşinden Antalya’ya giden Başbakan’ın, “Ne yani bir Başbakan seçimi kaybettiği bir şehre gidemez mi?” türü açıklamalarla bu tür medyatik ve gündem saptırıcı tartışmaların üstüne atlaması, enteresan.

Belli ki Başbakan, partisinin sekiz puan düştüğü seçimin analizine yanaşmadığı gibi “Obama’nın telkinleri”yle Türkiye’nin önüne konulan konulardan kaçıyor. Başbakan’ın seçim gecesi ve G-20 zirvesine giderken her fırsatta kabinde bazı bakanların değişeceğini, parti ve Meclis grubu yönetiminde değişiklikler yapılacağını dile getirmesinin maksadı da bu. Oysa Ankara’nın önünde devâsa iç ve dış problemler var. Türkiye’nin yanı başında Azerbaycan’la birlikte Bakü–Tiflis- Ceyhan petrol boru hattının ana istasyonlarından birinin bulunduğu Gürcistan’da istikrarsızlık had safhada. Soros fonlarıyla yapılan “Gül devrimi”yle başa getirilen Amerikan yanlısı Saakaşvili diktatörlüğü sarsılıyor. Altı yıl önce “değişim ve özgürlükler”in öncüsü gösterilen Saakaşvili’yi başa getiren yüzbinler, “İstifa et!” sloganlarıyla Tiflis’i sarsıyor.

Ancak Ankara’dan hiçbir tepki yok; siyasî iktidar çok önem verdiği “Nabucco projesi”nin bu önemli ayağını oluşturan bu komşu ülkede olup bitenlere karşı sessiz…

AFGANİSTAN’DA

“İŞGAL ORTAĞI” PROJESİ…

Keza NATO’da özellikle Başbakan Erdoğan’ın Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine seçilmesine “itirazı”yla patlak veren “karikakatür krizi”nin perde arkasında Obama’nın Gül’e, “Türkiye’nin ağırlığı anlaşılmıştır ve tüm kaygılarınızın giderileceği ve taleplerinizin yerine getirileceğini ben taahhüd ediyorum” teminatıyla Ankara “taleplerin yerine getirilmesini” bekliyor…

Ancak Erdoğan’ın NATO Genel Sekreterliğine “râzı” edildiği Rasmussen ne “özür” diledi ve ne de yıllardır PKK terör örgütünün propagandasını yapan yayın organı Roj tv kapatıldı. Başbakan ve hükümet bu hususta da suskun…

Bu arada Obama’nın Ankara’da Türkiye’nin Afganistan’da bulunan 750 kişilik birliğine ilâveten ek askerî birlik göndermesinin de temel talepleri arasında bulunduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Genelkurmay Başkanı’nın daha önce “asker gönderilmeyecek” ve “muharip asker olmayacak” ifâdelerine rağmen, Obama’nın NATO şemsiyesi altında Ankara’dan Kabil’in dışında operasyonlara katılmak ve Taliban’la çarpışmak üzere muharip asker istediği ve hükümetin buna teşne olduğu anlaşılıyor. Dışişleri Bakanı Babacan’ın, “Afganistan’da Türk askerinin sayısı arttırılması”ndan bahsetmesi, AKP’li Meclis Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Mercan’ın, “Afganistan’da Türk askeri çok seviliyor; diğer ülkelerin askerleri de omuzlarına Mehmetçiğin amblemini takmak istiyor” diye zemin hazırlaması, siyasî iktidarın kamuoyunu hazırlama çabası içinde olduğunu ele veriyor. Dolaylı politik ve diplomatik lâflarla Mehmetçiği en belâlı bölgeye çekme ve ateşin ortasın atma amacını açığa çıkarıyor.

Rasmussen’in verdiği vaadlerden bir tek NATO Genel Sekreterliği Yardımcılığının “Afganistan misyonu” sorumluluğuna bir Türk’ün atanmasına odaklanması; ve bu göreve Afganistan’da NATO temsilciliğini yapmış Hikmet Çetin’in düşünülmesi de aynı anlama geliyor.

GÜNDEMİN ÜSTÜ ÖRTÜLÜYOR…

Kısacası Türkiye’yi resmen ABD’nin NATO perdesinde bölgedeki çıkarlarının “jandarması” durumuna düşürecek ve Irak’tan sonra Müslüman ülke Afganistan’da “işgal ortağı” yapacak bu proje de, ne yazık ki adım adım devreye sokuluyor. Obama’nın Türkiye ziyaretinin hemen ardından Türk- Amerikan Konseyi’nin (ATC) Başkanı James Holmes’in, “Obama’nın kuvvetli ve açık tercihinin Afganistan’da 800-1000 kadar yeni Türk muharip asker olduğunu; paylaşılan risk ve sorumluluklar da dikkate alındığında ABD’nin bu talebinin oldukça mantıklı bulduğunu” söylemesi, bu projeyi bâriz bir biçimde açığa çıkarıyor. (Hürriyet, 13.4.2209)

Kulislerde, Obama’nın “Afganistan’da Türk askerine ihtiyacımız var” isteğine mukabil Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Muharip asker dahil katkımızı değerlendiriyoruz” dediği; “Amerika’nın Afganistan dahil her yerde başarılı olmasını istiyoruz; Irak ve Afganistan için yüksek katkımızı elinizde bilin” taahhüdünde bulunduğu ve “Afganistan için özel ortaklık”ta anlaştığı konuşuluyor.

Ama Ankara’da bütün bu emr-i vakilere karşı suskunluğu sürüyor. Ne Cumhurbaşkanlığından, ne Başbakan’dan, ne Dışişlerinden bu konuda da hiçbir açıklayıcı açıklama gelmiyor…

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Amerika’nın Obaması; Karaman'ın koyunu



Geçtiğimiz hafta ülkemizi ziyaret eden ABD’nin yeni Başkanı Barack Obama, kanlı başkan Bush’un tüm dünyada uyandırdığı nefret hislerini ortadan kaldırabilecek mi? Hüseyin Barack Obama, Neoconların dünyadaki ABD algısını değiştiren kanlı icraatlerinin izlerini silmek için kararlı olduğunu, Guantanoma’yı kapatma kararıyla göstermek istemişti.

Hüseyin ismi, İslâm dünyasının aklını başından alacak kadar cezb edici. ABD de bu durumdan sonuna kadar faydalanmak isteyecektir. Obama’nın Türkiye ziyaretini biraz da bu zaviyeden değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla bu cezbenin verdiği sarhoşluğa kapılmadan önce yeni Başkan’a bazı soruları yöneltmek ve onun bu hususlardaki icraatlarını da görmek gerekiyor. Meselâ, barış yanlısı Başkan, samimiyetini göstermek için tarumar ettiği Irak’tan çekilecek midir? Kanına girdikleri, katlettikleri masumlar için af dileyecek midir? Afganistan için neler yapacaktır?

Bu soruların cevabını ilerleyen zamanlarda hep birlikte göreceğiz. Obama’nın Türkiye ziyareti ile ilgili birçok yorum yapıldı. Bu yorumlardan biri de, Obama’nın ziyareti sırasında İslâm dünyasına yönelik olarak verdiği mesajların “Medeniyetler Çatışması’nın Sonu”na işaret ettiği şeklindeydi. New York Times gazetesi, başyazısında “Başkan Obama, Türkiye ziyareti sırasında Amerika’nın İslâm dünyası ile ilişkilerini yeniden ayarlamaya doğru önemli bir ilerleme sağladı. 11 Eylül sonrası zehirleyici medeniyetler çatışması mitolojisinden uzaklaştı” yorumu yaptı.

Mehmet Altan’ın bir yazısında, dünyada 11 Eylül’ün bizde de 12 Eylül’ün ruhunu ve özünü kapitalizmin oluşturduğunu yazdığını hatırlıyorum. Bu yorumdan hareketle, trilyonlarca dolarını son krizde kaybeden ABD’nin sahip olduğu imparatorluğun devamı adına yeni projeler geliştirmesi, kurtuluş yollarından birinin de İslâm dünyası ile iyi geçinmekten geçtiğini görmüş olması bir kehanetten ibaret değildir. ABD son kozlarını oynamaya devam edecektir. Bu kozlara, Müslüman kökenli siyahî birinin başkan olması da dahildir. Mesele, onların bu paradoksal hamlelerinin bizler tarafından nasıl görüleceği, bunların kazanca dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği ile ilgilidir.

Batı’da ne tez, ne de koz biter. Şu bir gerçek ki, kapitalizm sahip olduğu “faydacılık” prensibinden asla vazgeçmiyor. Bilindiği gibi, kapitalist sistem, önce feodalizmin sonra da sosyalizmin sonunu getirdi.

Son olarak Rusya’daki komünist rejimin çökmesiyle dünyanın tek hakimi oldu. Öyle ki, Francis Fukuyama gibi bazı düşünürler “Tarihin Sonu” teziyle tarihsel süreci noktaladılar. Çünkü, Fukuyama’ya göre, insanlık tarih boyunca aradığı en etkin sistemi liberal kapitalizmle bulmuş ve yeni bir arayışa gerek kalmamıştı. Ancak, “Medeniyetler Çatışması” teziyle ortaya çıkan Samuel Huntington’un öngörülerini gerçekleştirmek isteyen gözlerini hırs bürümüş kapitalistler, dünyanın birçok yerini ateşe vermekle kalmadılar, son krizle olduğu gibi dünyayı ekonomik bunalıma sürüklediler. Bugüne kadar rollerini çok iyi oynayan kapitalist aktörler şimdi de “medeniyetler ittifakı” adı altında son oyunlarını sahneliyorlar.

Medeniyetler ittifakı… Dünya barışı… Huzur dolu bir dünya… Kulağa hoş geliyor değil mi? Daha önce İslâm’la terörü bir arada göstermeye özen gösteren, “haçlı seferleri, ” “Faşist İslâmcılar” gibi söylemleriyle nefretler uyandıran bir Bush yerine; gülümseyen, barış mesajları veren Hüseyin Obama…

Burada temel soru şudur: İttifak; kuvvette mi olacak, hak ve adalette mi? Menfaat odaklı bir birliktelik mi oluşturulacak, fazilet kaynaklı mı? Cidal mi, barış mı? Bir şeyler olacak; ama, haydi hayırlısı…

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Savaşsever İsrail



İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres bugünlerde basına verdiği demeçlerde sık sık İran’ı vurmaktan bahsediyor. İsrail’de özellikle Netanyahu liderliğinde aşırı sağcı bir hükümet göreve başladıktan sonra, İsrail devlet erkanından barış karşıtı ve savaş yanlısı söylemlerin dozunun bir hayli arttığını gözlemliyoruz.

Gerek hükümet lideri Benjamin Netanyahu, gerekse yeni dış işleri bakanı Avigdor Lieberman son günlerdeki konuşmalarında sürekli olarak Filistin ile olan barış sürecinin tıkandığını ve yakın bir zamanda da yeni planlar üzerinde konuşulamayacağını vurgulayıp duruyorlar. Buna paralel olarak İsrail devlet başkanı Şimon Peres de global ölçekte bilhassa İran üzerine söylemlerini sertleştirdi.

Bütün bunlarla aynı dönemde ise İsrail’in en birinci müttefiki Amerika Birleşik Devletleri’nin, yeni başkan Barack Obama nezdinde İslâm dünyasına karşı olumlu ve umutlu sinyaller verdiği ve barış mesajlarıyla dolu konuşmalar yaptığını izledik. Obama, özellikle Türkiye Büyük Millet Mecisi’ne hitaben yaptığı ancak esasında bütün İslâm dünyasına hitap eden konuşmasında açık bir şekilde İslâmla ve İslâm devletleriyle savaşmak gibi bir niyetleri olmadığını belirtmişti. Ancak gerektiği yerlerde de “güç kullanılabileceği” şeklinde de açık kapı bırakmayı da ihmal etmemişti.

İşte böyle bir süreçte İsrail’in barış konusunda esasında pek hevesli olmadığı ve global siyasi iklimin yumuşama emareleri gösterdiği bir dönemde bile nasılda sertleşebileceklerini görmekteyiz. Esasında Barack Obama’nın göreve geldiği ilk dönemde hunharca Gazze’yi bombalamaları ve yüzlerce masumun kanına girmeleri de bu konudaki artniyetlerini ortaya koymuştu.

Anlaşılıyor ki; İsrail devleti ve onun yeni radikal, sağcı ve barış karşıtı yönetimi Barack Obama nezdinde ABD’-nin İslâm dünyası ile ve bilhassa İran ile ilişkilerinin yumuşama göstermesinden ve olumlu bazı adımlar atılmasından rahatsızdır.

Şimon Peres, İsrail’deki bir radyoya verdiği demecinde bu sertlik politikasını açıkça göstermekten çekinmiyor. Peres demecinde Obama’nın İran’a yönelik diyalog çağrılarının İran’ı yumuşatmasını temenni ettikten sonra diyor ki: “Eğer bu diyalog çalışmaları sonucunda bir yumuşama görmezsek biz gidip İran’ı vuracağız”.

Peres bu konudaki planlarından detay vermekten çekinirken, böyle bir harekatta kesinlikle yalnız hareket etmeyeceklerini ve Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte İran’ı vuracaklarını öne sürüyor.

Peres diyor ki: “Kesinlikle tek başımıza İran’ı vurmayız. Amerikasız gitmeyiz. Kesinlikle ABD’ye rağmen böyle bir işe kalkışmayız.”

İşte bu, ABD-İran ilişkilerini baltalama niyeti ve ABD’nin oturtmaya çalıştığı diyalog eksenli siyaset planlarını akamete uğratmak maksatlı açıklamalardan başka birşey değildir.

İsrail üst yönetimi bu türden bir yaklaşımla aslında barışa değil, kaos ve şiddete hevesli olduğunu göstermektedir. Yarın öbür gün barış görüşmeleri başlayacak olsa; İsrail’in Sderot’taki gibi boş arazilerine düşen bir iki Kassam roketini göstererek “İşte biz bunlar yüzünden barış yapamıyoruz. Üzerimize yüzlerce Kassam düşerken nasıl barış yapalım?” sadedinde hilekârca açıklamalar yaptıkları zaman, herkes bu demeçleri hatırlamalı ve İsrail’in esasında barışa değil savaşa yakın bir zihniyete sahip olduğunu bütün dünya kamuoyu unutmamalıdır...

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Hint köylüleri Alzheimer’a yakalanmıyor



Modern tıpta son zamanlardaki en yoğun çalışma alanı; hastalıkların oluşumuna yönelik risk faktörlerinin ortaya çıkarılması, bu risklerin azaltılması yolları; vücudumuzun bu hastalıklara karşı daha dirençli hale getirilmesi ve en önemlisi de vücudun kendisini korumak için kendi özgür radikal çöpçülerini kullanma yeteneğinin artırılması oldu. Çin tıbbının da temelini oluşturan; “vücudun enerji dağılımının bozulan düzeni yeniden düzeltilirse, vücut bir çok hastalıkla mücadele edecek gücü bulur” anlayışına tıbbi temeller bulunmaya başlanıldı.

Bugün size çağın yaşlı hastalığı Alzheimer’ı önleyen Hintsafranından (Curcumin) ve dokularda oksijen taşıyıcı kimyasal bir unsur olan glükasyondan söz edeceğiz. Türkiye’de halen 500.000 Alzheimer hastası bulunduğu biliniyor. İstatistikler bu sayının 2050 yılında 3 milyonu bulacağını gösteriyor.

Hint köylerinde yaşayan yaşlıların dünyada bu hastalığa en az yakalanan kişiler olduğu tesbit edildi. Araştırmacılar bunun sebebinin Hintsafranı olduğunu keşfettiler. Yapılan deneyler Hintlilerin ünlü köri (curry) katkı maddesi olan bu safran türünün fare beyninde kireçlenmeyi azalttığını teyit etti.

Alzheimer hastalığı beyinde amiloid proteini plakalarının birikmesiyle meydana gelmektedir. Kaliforniya Üniversitesinden Dr. Sally Frautschy’nin fareler üzerinde yaptığı araştırmalar Hintsafranının yalnızca amiloidi azaltmakla kalmayıp aynı zamanda beynin amiloide reaksiyonunu da azaltmaktadır. Hintsafranı ile beslenen fareler hafızaya dayalı labirent testlerinde normal beslenenlere kıyasla daha iyi performans gösteriyor. Frautschy bu sonuçlara dayanarak “Alzheimer hastalığının tedavisinde bu safranı da içeren bir kışkırtıcı unsurları azaltıcı ve antioksidan karışımı yaklaşımın yararlı olacağını” söylüyor. Kışkırtıcı unsur ise beyindeki Sitokinlerin artması ve migroglia’nın aktif hale gelmesi. Bu Hint baharatı sözkonusu unsurların kontrolüne yönelik beslenmenin ana unsurunu oluşturuyor. Tabi bunun yanı sıra her türlü antioksidan da hastalığın önlenmesine yardım ediyor.

Zerdeçal’dan elde edilen safranda bulunan bu Hintsafranının kanserli hücreleri bastırıcı özelliği olduğu da biliniyor. Ama henüz bu safranın ilaç haline dönüşmesi zaman alacak. Bu arada yemeklerde hintsafranı kullanmaya yavaş yavaş alışmakta yarar var.

Bu arada bitki ve hayvan dokularında oksijen taşıyıcı olarak rol oynayan bileşik kimyasal madde olan glütasyon (glutathione=GHS) düzeylerindeki düşmenin yaşlanmayla birlikte görüldüğü ve düşük düzeylerin Alzheimer hastalığıyla ilişkili olduğu tespit edildi. Glütasyon düzeyi düşüklüğü özellikle beynin kısa dönem hafızası ve zekâ işlevini etkilediği belirlendi. McGill Üniversitesinden Dr. Gustavo Bounous glütasyon düzeylerini artıran bir beslenme yöntemi üzerinde çalışıyor. Glütasyon düzeyinin artmasını sağlayan kistetin maddesini içeren bir protein keşfeden Dr. Bounous, şimdi bunu bir diyete dönüştürmeyi amaçlıyor. Montreal’deki McGill Üniversitesinde görevli Dr. Jimmy Gutman, kısa süre sonra glütasyonun hepimizin tanıdığı önemli bir madde haline geleceğini savunuyor. Çünkü Alzheimer’ın ilerlemesinde alınan ağır metaller de önemli bir yere sahip. GSH ise bunların atılması ve toksinlerden arınmada önemli bir unsur.

Bu açıdan ceviz, balık, yapraklı yeşil sebzeler, köri ve E vitamini gibi antioksidan içeren gıdaların yenmesi çağın yaşlı hastalığı Alzheimer’s’ın önlenmesinde büyük önem taşıyor. Unutmayın ki; ilaçlar Alzheimer’i asla tedavi edemiyor. Yalnızca neden olduğu davranış bozukluklarını telafi etmeye çalışıyor. Öyleyse önemli olan bu hastalığın önlenmesi.

Bu beslenme tedbirlerinin yanı sıra, zihinsel özellikleri kullanmayı gerektiren meşguliyetler de bu hastalığın gelişini önlüyor yada geciktiriyor.

14.04.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

“İç mesele”



AB adaylığımızın ivme kazandırdığı “uluslararası toplumla entegrasyon” sürecinde mesafe aldıkça, şimdiye kadar iç mesele olarak gördüğümüz ve dışarıdan başkaları ilgilendiğinde karıştırmak istemediğimiz konuların da uluslararası gündemin birer parçası haline geldiğini görüyor ve yaşıyoruz.

Hukuk devleti, insan hak ve hürriyetleri, demokrasi ve bunları ihlâl eden uygulamalar, bunun en başta gelen çok tipik örneklerinden biri.

Nitekim bu çerçevede, faili meçhul cinayetlerden gözaltında ölümlere, işkenceden başörtüsü yasağına kadar bilumum hak ihlâlleri, ABD, AB ve işi bunları takip olan uluslararası kuruluşların periyodik raporlarıyla önümüze konuluyor.

Bu ihlâllerle ilgili olarak Türk yargısından sâdır olan ve vicdanlardaki adalet duygusunu tatmin etmeyen kararların, bir de AİHM terazisinde tartılması için yoğun başvurular yapılıyor.

Kendi içimizde çözümsüz vaziyette ilânihaye taşımakta ısrar ettiğimiz azınlıklar, Patrikhane ve ruhban okulu gibi sorunların halli için uluslararası telkin ve baskılar artarak devam ediyor.

Clinton on sene önceki ziyaretinde bu konular için aynı mesajı vermişti; Obama da Meclis konuşmasında ve temaslarında aynı şeyi yaptı.

AB’nin sürekli ve ısrarlı talepleri de cabası.

Aynı süreçte, yıllardır politikalarımızı ipotek altına alan kırmızı çizgilerin silikleştiğini, kendi içimizde çok büyük gördüğümüz veya hakim zihniyetin öyle göstermeye çalıştığı bazı konuların, sınır dışına çıkıldığında bir önem ve kıymet-i harbiyesinin olmadığını da öğreniyoruz.

Bunun ilginç örneklerinden biri Roj TV meselesi. Türkiye senelerden beri konuyu Avrupalı muhataplarının gündemine taşıyıp, söz konusu kanalın kapatılması talebini iletti durdu. Ama netice alamadı. Son olarak Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine koyduğu vetoyu kaldırtmak için dikte ettiği şartlardan biri yine buydu. Ancak görünen o ki, yine değişen birşey olmayacak.

Rasmussen’in İstanbul’da bir kez daha tekrarladığı “Savcılar inceliyor, terörü desteklediği ispatlanırsa mahkeme kapatır” sözü buna işaret.

Öte yandan, özellikle iddialı bir açılım ve demokratik bir alternatif olarak takdim edilen TRT Şeş’in devreye sokulmasından sonra, Roj TV’ye eski reflekslerle tepki göstermeye devam edip hâlâ “Kapatılsın” talebini gündemde tutmayı sürdürmenin mantığı ve tutarlılığı var mı?

Bu bağlamda terör belâsının bizatihî kendisi de konumuz açısından irdelenmesi gereken önemli boyutlar taşıyor. Çünkü Türkiye şimdiye kadar hep terör örgütüne verilen dış destekten şikâyetçi oldu, ama terörü besleyen dahilî sebepler ve kendi hataları üzerinde pek durmadı.

Oysa özellikle 12 Eylül sonrası şiddetlenen askerî politikaların, kardeşlik duygusunu hakim kılmaya çalışan cemaatleri engellemenin, herkesi “Ne mutlu Türküm” demeye zorlamanın, Diyarbakır Cezaevi örneğinde zirveye çıkan işkence ve kötü muamelelerin, masum sivil halkı da terörist olarak görüp öyle davranan bakış tarzının, faili meçhul cinayetlerin, Ergenekon operasyonlarıyla bir kısmı ortaya çıkmış gibi görünen karanlık ve kirli ilişkilerin, terörün azması ile bitirilemeyişindeki rolü gözardı edilebilir mi?

Devletin uygulamalarında, kendi halkına insanca muamele etmeyi esas alan bir anlayış hakim olsaydı böyle bir terör belâsı olur muydu?

Bu yanlış uygulamalara kaynaklık eden sakat anlayışın Kuzey Irak’taki yansımaları da, İsrail başta olmak üzere buralar için farklı hesapları olan güçlere yarayan bir ortam oluşturmadı mı?

İşte, uluslararası topluma entegre oldukça, iç meselelerimiz de dış dinamiklerin daha sıkı ve yakın markajına alınıyor; süreç ilerledikçe, sorunları baskı ve dayatmayla “çözme”ye çalışıp da başarılı olamayan içe kapanmacı zihniyetin alanı, giderek daralan bir kuşatma ile kısıtlanıyor.

Bunun getireceği nisbî rahatlama, beraberindeki yeni tuzak ve riskleri gözardı ettirmemeli.

14.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis