Yetmişli yıllarda, yine bir seçim arefesinde, yine partilerin seçim reklâm ve propagandalarının dolu dizgin yapıldığı bir dönemde, şimdi olduğu gibi o zaman da dinî değerler üzerinden siyaset yapan o malûm partiye angaje olan, oldukça dindar olan ilçemizin o zamanki müftüsü, safi kalp insanlara yaptığı konuşmalarında, açıkça desteklediği parti iktidara geldiğinde, kendisinin bir ile vali olacağını; şayet bu olmasa herhangi bir ilçeye mutlaka kaymakam olarak tayin edileceğini söyleyerek malûm parti için milletten oy istiyordu.
Bu meyanda, ilâhiyat mezunu olan bir müftünün vali veya kaymakam olamayacağını söyleyenlere de; “Kardeşim bu ülkede hep alnı secde görmemiş, ağzı içki kokan insanlar mı vali veya kaymakam olacak? Haberiniz olsun, bu dindar kadrolar hükümet oldukları zaman bundan sonra hep namazlı-abdestli insanlar vali de olacak, kaymakam da olacak, müdür de olacak, müsteşar da olacak, haberiniz olsun...”
Bir gerçeğin tesbiti açısından ifade etmeye çalıştığım şu olayın üzerinden yaklaşık kırk yıl geçmesine rağmen, hâlâ üç aşağı beş yukarı siyaset arenasında benzer olaylar yaşanıyor. Yine mânevî değerler üzerinden siyaset yapan siyasî aktörler... Yine olmayacak söz ve vaadlerle milletin aklını çelebilme senaryoları... Yine muhalleri talep... Yine siyasî tercihlerde dahi dinî hassasiyetlerle hareket eden sâfî kalp insanlar...
İşte yine tam da bu noktada Bediüzzaman’ın tâ bir asır önceden “Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar” sözüne karşılık, “Nasıl iyilikten fenalık gelir?” diyen doğudaki aşiret mensuplarına, “Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran parça parça olur...” demesini hatırlıyoruz.
Dindar insanlar elbette seçilsin... Helâlı haramı bilen, alnı secde gören insanlar elbette milletvekili, belediye başkanı olsun. Kahir ekseriyeti Müslüman olan bu ülkenin insanlarına böyle idareciler yaraşır. Ama bir şartla... Ehliyet ve liyakat... Çünkü bir nev'î milleti sevk ve idare etmek demek olan siyasette yalnız dindarlık yetmiyor, “maharet ve liyakat” de önemli bir yer tutuyor. Hatta idareciliğe talip olanlarda, arzu edilen bir dindarlık olmadığı halde, lâzım olan idarecilik kabiliyeti veya mahareti mevcut ise, bu insan başarılı bir idareci olabilir.
Bu meyanda Bediüzzaman’ın şu harika tesbitlerine kulak verelim:
“...Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mahareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezâife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San'atta maharet ise müreccahtır.” (Münâzarât, s. 56)
Evet, Bediüzzaman böyle diyor. O büyük insanın yaklaşık bir asır önceden söylediği ve bize göre bugün de hâlen geçerliliğini ve doğruluğunu koruyan şu tesbitlere inanıp inanmamakta elbette her insan serbesttir. Biz biliyoruz ki Bediüzzaman bu sözleri söylediği zaman, gerek siyasî arenada, gerekse hak ve hürriyetler alanında yaşanan sıkıntılar, bilhassa ehl-i dinin düştüğü vartalar hemen hemen şimdi yaşamakta olduğumuz durumla aynı idi. Bediüzzaman, siyaset ve idareciliğin bir çeşit san'at olduğunu, san'atta da salâhattan (dindarlık) ziyade maharetin, diğer bir ifadeyle hüner ve kabiliyetin geçerli olduğunu ifade ediyor.
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|