Aziz üstâdım! Sen çok büyük ve mukaddes bir dâvânın yükünü omuzlamıştın. Hazret-i Peygamberin (asm) vârisi olarak asrın mânevî sahipliğini üstlenmiştin. Bir sâdık rüyanda Allah Resûlü (asm) sana “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et!” diye emir buyurmuştu. Bu kudsî işârete binâen “İşârâtü’l-İ’câz” tefsirini yazmaya başlamış ve altmış cilt üzerine plânlamıştın. Ancak, 1. Cihan Savaşının başlaması üzerine, talebelerinle birlikte beş bin kişilik bir milis alayına kumandanlık yaparak harbe katılmıştın. Harp esnasında bile kalbine gelen Kur’ân nüktelerini taleben Molla Habib’e söyleyip yazdırıyordun. Her an şehit olmak ihtimalinin çok yüksek olduğu o dehşetli kıyametlerde bile, Kur’ân’a hizmeti hayatına tercih ediyordun. Birinci cilt böyle tamamlanmış, ancak diğer ciltler o menfî şartlar yüzünden ortaya çıkamamıştı.
“Allah dağına göre kış verir” hakikatine binâen senin hayatın hep çile, zahmet ve meşakkatlerle geçti. Bütün meşakkatler âdetâ sana gıda oldu. Seni yıldırmak, bezdirmek ve ümitsizliğe düşürmek yerine, onlar senin şevkini kamçıladı ve ümidine ümit kattı. Ve sen en karanlık devirlerde bile “Ümitvâr olunuz! Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır” diye haykırdın. İki buçuk sene süren Rusya’daki esaret yıllarından sonra İstanbul’a geldin. Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye âzâ oldun. İngiliz işgâlinde onlara karşı kahramanca mücadele ettin. “Böyle kahraman bir hoca bize lâzımdır” denilerek Ankara’ya dâvet edildin. Mecliste ayakta alkışlanarak kürsüye çıktın ve İslâm ordusunun zaferi için duâlar ettin. Ancak, Ankara reisleriyle uyuşamadın ve bütün ısrarlara rağmen Ankara’dan ayrılıp Van vilâyetine gittin. Orada inzivada iken, Şeyh Said İsyanı bahane edilerek Batı Anadolu’ya sürgün edildin. Burdur ilinde kaldığın on bir ay içinde “Nurun İlk Kapısı” adlı eserini telif ettin. Halka dînî nasihatler yapıyor diye seni önce Isparta’ya, sonra dağlar arasında mahrûmiyet yeri olan Barla Nahiyesine sürdüler. Ama, sen orada hiç boş durmadın. Sekiz buçuk sene boyunca, altı bin sayfayı aşkın Nur Risâlelerinin dört bin sayfasını telif etmeye muvaffak oldun. Bir tek dînî eserin yazılmasına izin verilmeyen ve “Allahü Ekber” diye ezan okumanın suç sayıldığı o istibdat devirlerinde, telif ettiğin eserler yüzünden seni Eskişehir’de muhâkeme ettiler, hapse koydular. Tahliyeden sonra Kastamonu’ya sürgün gönderdiler. Orada da boş durmadın. Bu sefer Denizli Mahkemesine ve hapishanesine sevk ettiler. Eserlerin ve talebelerinle birlikte beraat etmene rağmen, bu sefer de Emirdağ’ına nefyettiler. Çalışmalarını hazmedemeyenler, Afyon Mahkemesiyle seni ve talebelerini imhaya karar verdiler, ama onda da başarılı olamadılar, yine beraat ettin. Çünkü, Kur’ân ve iman hakikatlerini anlatmaktan başka hedefin yoktu. Bunlar nasıl suç olabilirdi? Son olarak, İstanbul’da yapılan Gençlik Rehberi Mahkemesi’nde de beraat ettin. Hayatın hep savaşlar, sürgünler ve mahkemelerde geçti. Kendi tâbirinle, dünya zevki nâmına hiçbir şey tatmadın. Bütün mevcûdiyetini bu milletin dünya ve âhiret saadetine fedâ ettin. Sana zulmedenlere, sürgünden sürgüne yollayanlara bedduâ dahi etmeyerek hep hakkını helâl ettin. Nihayet 23 Mart 1960 tarihi geldiğinde bir Kadir Gecesiydi. Tertemiz olan rûhunu, Urfa’da bir otel odasında Rahman olan Yüce Allah’a teslim ettin. Arkanda Kur’ân’ın mânevî bir mû’cizesi olan Risâle-i Nur’u ve milyonlarca talebelerini bırakarak...
Senden sonra, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrep prensiplerinden taviz vermeden senin talebelerin bu dâvâyı ve iman hizmetini sürdürdüler. Ancak, senin başına gelen sıkıntılar bizlere de yaşatıldı. 27 Mayıs İhtilâlini, 12 Mart 1971 Muhtırasını, 12 Eylül 1980 İhtilâlini ve 28 Şubat post modern darbelerini yapanlar ve devlet içindeki derin yapılanmalar, çeşitli şekillerde bizleri etkiledi. Çok ıztıraplı hadiseler yaşadık, ama yılmadık. Senin bıraktığın ve aynen korunmasını istediğin meslek ve meşrebin orijinalliğini korumak adına gösterdiğimiz basiret ve direnç, bizlere bir hayli pahalıya mâl oldu. Ama, hiç önemli değil. Yeter ki, hak sağ olsun. Zira “Hakkın hatırı âlidir. Hiçbir hatıra fedâ edilmez” prensibin bizim rehberimizdi.
Vefâtının 49. sene-i devriyesi münâsebetiyle, Yeni Asya Ekolü olarak “Küresel Kriz ve Bediüzzaman’ın İktisat Görüşü” başlığıyla 4. Ulusal Risâle-i Nur Kongresini gerçekleştirdik. Altı bin kişilik kongre salonu tamamen dolmuştu. Mutlaka rûhen sen de oradaydın. Çünkü “Risâle-i Nurların okunduğu ve konuşulduğu her yerde biz mânen hazır oluruz” diyordun. Senin, Kur’ân’dan ve hadislerden çıkardığın dersler, dünya insanlığının düştüğü bu iktisadî krize de çözüm ve çâreler getiriyordu. Dünya, bu kongreden yükselen sese mutlaka kulak vermeliydi ve verecekti. Hırsın, doymak bilmeyen aç gözlülüğün ve aşırı israfın insanlığı soktuğu bu kriz batağı, ancak İslâm’ın getirdiği prensiplerle aşılabileceğini elbette dünya bir gün idrâk edecekti.
Sen müsterih ol aziz Üstâdım! İhlâs, sadâkat, tesanüt sıfatlarına tam sahip olan ve bütün meselelerini meşveret zeminlerinde halleden şâkirtlerin olarak, senin mukaddes ve cihanşümûl dâvânın bayrağını dünyanın en yüksek tepesinde dalgalandırmak bizim boynumuza borçtur. Yeni Asya Ekolü bunu bir misyon olarak üstlenmiştir. Hiçbir engel bizi bu yoldan döndüremeyecektir. Sen rûhen hep aramızdasın ve mânevî tasarrufunun devam ettiğini görüyoruz. Rûhun şâd ve mekânın ebedî Cennet olsun, aziz Üstâdım!
25.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|