|
|
Nasıl bir anayasa?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yerel seçimler sonrası yeni bir anayasa değişikliğinin gündeme geleceğini ifade etti. Yeni anayasa ile birlikte Anayasa Mahkemesinin yapısından, seçim sistemine, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ve Yüksek Askerî Şûrâ kararlarına yargı yolu açılmasından, siyasî parti kapatma şartlarında Venedik Kriterlerine göre yeni bir düzenleme yapılmasına, memurlara grev ve toplu sözleşme hakkı verilmesinden insan hakkı ihlâllerine karşı Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı tanınmasına kadar birçok yeni düzenleme öngörülüyormuş. Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin de Antalya’da yerel seçimlerle ilgili yaptığı çalışmalarda yeni anayasa değişikliğini dile getirdi. Sayın Şahin’in kullandığı üslûp da ilgi çekiciydi. Konuşmasının birçok yerinde “mutlaka” “mutlaka” ünlemlerini sıkça kullandı. Sanki yeni anayasadan umudunu kesmiş seçmenleri yeniden kazanma gayretindeymiş gibi bir hali vardı.
Yeni Anayasa değişikliği ile vaad edilen konuların son yıllarda Türk siyasetinde hararetli tartışmalara sahne olmuş konular olduğu görülüyor. Özellikle 28 Şubat döneminden bu yana parti kapatma dâvâları ve YAŞ kararları hemen her zaman gündemde yer bulabilen konular. Son olarak AKP'nin kapatılma dâvâsı uzun süre soluksuz beklendi. AKP’nin özellikle bu dâvânın açılmasından sonra Anayasa Mahkemesinin yapısından duyduğu rahatsızlığı dile getirdiğini, mahkemeyi lağvetmekten, üye sayısını arttırmaya kadar birçok görüşün dile getirildiğini görmüştük.
Modern Türk Hukukunun resepsiyon (iktibas) sürecinin bir ürünü olduğunu bilmeyen yoktur. Gerek Osmanlı Modernleşme sürecinde gerekse Cumhuriyetten itibaren Batı kaynaklı kanunlar, tercümeler, uyarlamalar Türk Hukukunun alt yapısını oluşturmuştur. Avrupa Birliği üyelik sürecinde yapılan ve “uyum yasaları” olarak adlandırılan yasa değişiklikleri de resepsiyon sürecinin şu anki görünümüdür. Avrupa Birliği üyelik beklentisiyle çıkarılan uyum yasalarının Türk Demokrasisine katkısı inkâr edilemez. Ancak ilginç olan normlar hiyerarşisine göre en üstte yer alan anayasanın değiştirilmeden uyum yasalarının çıkarılması, temel hak ve özgürlükleri ilgilendiren uyum yasalarının insan onuru ve haysiyetini önceleyen ruhuna rağmen Yüksek Mahkemeler tarafından bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde değerlendirilmeyen Anayasa hükümlerinin varlığını koruyor oluşu gerçekten çelişkili hukuksal kaynakların birlikte yürürlükte olmasına sebep oluyor. Bu problemi en çok “başörtüsü” tartışmalarında gördük. Meri mevzuatta başörtüsünün yasaklanmasına ilişkin herhangi bir kanun hükmü bulunmamasına rağmen bireysel eğitim ve öğretim hakkını kısıtlayan muhtevası ile yetki ve esas yönünden sürekli tartışılması gereken Anayasa Mahkemesi kararı ile başörtüsünü yasaklayan bir içtihat ve teamül oluşmuştu. Bugün yalnızca üniversitelerde değil, kamu kurum ve kuruluşlarındaki başörtüsü yasağının da dayanağını Anayasa Mahkemesi kararı oluşturmaktadır. Özellikle 1982 Anayasasının başlangıç bölümü, laiklik ve Atatürkçülükle ilgili maddeleri başörtüsü yasağının gerekçesi olarak gösterilmişti.
Şüphesiz başörtüsü problemi Türkiye’nin tek problemi değildir. Ayrıca yeni anayasa değişikliği yalnızca başörtüsü problemine münhasır kılınıp tek boyuta indirilecek kadar basit bir konu da değildir. Ancak başörtüsüne geçit vermeyen Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararları devlet-vatandaş ilişkilerini de belirleyici nitelik taşımaktadır. Yüksek Yargıya göre başörtüsünün gericilik ve cumhuriyet rejimi aleyhtarlığı olarak yorumlanabiliyor olması “dindar demokrat” veya “dindar cumhuriyetçi” modellerinin önünde bir engel olmaktadır. Devletin başörtüsüne yönelik tavrı vatandaşın kendiliğinden cumhuriyetçi veya demokrat olmasını da engellemektedir. Türk modernleşmesinin tarihin akışına bırakılmadan tepeden inmeci bir zihniyet taşıdığının en bariz delillerinden birisi de budur galiba.
AKP’nin yeni anayasa vaadinin samimî olup olmadığını, bu vaadinin arkasında durup durmayacağını henüz bilemiyoruz. Ancak yeni anayasanın yapılıp yapılamayacağı, yapılacaksa nasıl bir anayasa olacağı bizce AKP’nin şu sorulara vereceği cevaplarda saklı:
- AKP Türk Modernleşme Tarihini nasıl okuyor. Kendini bu süreçte nasıl tanımlıyor? Yeni anayasa ile makul, mantıklı ve Türkiye’yi ileriye taşıyan yeni bir modernleşme anlayışı ortaya koymayı düşünüyor mu?
- AKP bir vatandaş profili mi oluşturmak istiyor yoksa her vatandaşın kabiliyetlerini arttırabileceği bir özgürlükler ülkesi mi kurmak istiyor. Özgürlükler ülkesinde yetişen nesillerin kendini eleştirmesinden rahatsız olmayacak ve bunu olgunlukla kabul edecek kadar özgür bir ülke hayaliyle mi anayasa vaad ediyor?
- AKP yeni anayasa ile değişiklik öngördüğü konularda kendi siyasî iktidarını sınırlayan kurumları ortadan kaldırmayı mı amaçlıyor, yoksa cidden bu kurumların mevcut halinin antidemokratik olduğunu mu düşünüyor.
Biz bunların net cevabını alamadık bugüne kadar. Bu kaos ortamında bizler elbette ki özgürlükçü, adaleti esas tutan yeni anayasa vaadinin şiir okumak, kahramanlık edebiyatı yapmak kadar kolay olmayacağının da bilincindeyiz. Bizim tek beklentimiz okunduğu zaman adaletin güneş gibi parladığı, işleyişe bakıldığı zaman devletin gerçekten devlet olarak hissedildiği bir mekanizmaya vesile olacak, yeni nesilleri başı dik olarak geleceğe hazırlayacak yeni bir anayasanın acilen hazırlanması. Aksine bir makyaj anayasası olsa ne, olmasa ne. Bunu 1982 Anayasasına ilişkin referandumda “Hayır” diyebilen azınlık bir gruba üye olmaktan duyduğum huzuru hissederek söylüyorum. O zamanlar da yeni anayasanın Büyük Türkiye’nin müjdecisi olduğunu söyleyenler olmamış mıydı?
|
FEYZULLAH CİHANGİR
25.03.2009
|
|
Kırk yıla sığan hayat
Acısıyla tatlısıyla yaşanmış bir hayat. Tam kırk yıl. Kırk yıllık hayata bir dünya sığmış. Fırtınaların, tufanların, acıların, yoklukların, baskıların ve her şeye rağmen, sevinçlerin de yaşandığı dolu dolu tam kırk yıl. Kışta zemheride doğan bir çocuğun, baharda boy verip, yazda meyveye durmasıdır kırk yılın adı. Bu kırk yıllık hayat serencamı, milyonlarca menzili maksutlarına en güzel şekilde varmak isteyenlere yol oldu. Bazı anlar ise, kendisini feda edercesine aşılamaz azgın nehirlere köprü olarak, onların sahili selâmete rahatça varmalarına vesile oldu. Zaman zaman kurulan köprüleri yıkan, açılan yolları yeniden dikenlerle dolduran, yarasa tabiatlı insanların tahribatı olsa da, o inandığı değerler doğrultusundan asla vazgeçmeyerek yoluna devam etti.
Çünkü o, doğarken bir tek gaye ile doğmuştu. Vatan sathını bir mektep yapmak... Başına neler geleceğini bile bile bu sevdaya talip olmuştu. O biliyordu ki, vatan sathını istilâ eden ve gittikçe de bir sarî illet gibi yayılan menhus ruh, bütün hücreleri kaplıyordu. Bunu önlemenin yegâne çaresi ise o menhus ruhu bulunduğu ortamda bertaraf edecek bir temeli oluşturmak. Bu da ancak, hakikî mânâda vatan sathını bir mektep yapmakla mümkündü… Ülkeyi istilâ etmiş olan ayrık otları ancak bu sayede temizlenebilirdi. Yeni Asya bu inançla ülkenin dört bir yanına damar damar yol oldu. Bu yolda yolcular ellerinde asrın bedisinin yakmış olduğu meşalelerle kararan ruhlara aydınlık, tutmayan dizlere derman, sönmeye yüz tutmuş iman korlarını yeniden canlandırdı kırk yıldır. Doğarken verdiği sözü bi hakkın ye-rine getirdi. Çorak iklimlerde cennet asa güller yetiştirerek vatan sathını bir mektep yapmayı başardı.
Şimdi kemal noktasına adım attığı şu günlerde bir babanın duyduğu sevinci yaşıyor. Yetiştirmiş olduğu evlâtlarının, hayatın her safhasında, güller derdiğini gördükçe sevinç gözyaşları döküyor.
|
Orhan Alagöz
25.03.2009
|
|
ZİRVE BİR ŞAHSİYET: “BEDİÜZZAMAN”
Tarihe şerefler veren erler anılırken,
Yükselmede ruh, en geniş
âlemlere yerden.
Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden,
Geçmiş gibi Cennetteki
gül bahçelerinden.
Bir şahsiyetin kuvveti ve karakterinin gücü, baskı ve tazyikler karşısındaki tutumuyla ortaya çıkar. Nice kimseler vardır ki, ne kadar üstün değerlere inansalar da, belli oranda bir baskıyla karşılaştıklarında, çizgilerinde en hafifinden en şiddetlisine kadar çeşitli ölçülerde yalpalamalar ve değişiklikler meydana gelir. Hatta nefse yönelen tehditlerin zaman zaman o kimselerin sessiz sedasız köşelerine çekilmeleriyle sonuçlanabilmesi de, tarihte sıkça rastlanılan hadiselerdendir.
Bu açıdan bakıldığında, Büyük Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Ali Ulvi Kurucu’nun da ifade ettiği gibi, “bitmez ve tükenmez bir sabır, çelikten bir irade, eğilmez bir baş, boğulmaz bir ses ve kısılmaz bir nefestir!”
Ömrünün en başından en sonuna kadar, baskı, tehdit, zehirleme ve hatta işkencelere karşı hiçbir zaman inandığı doğruları söylemekten ve bunları yaşama azminden vazgeçmemiştir. Üstelik, yaşadığı yıllar, bu coğrafyada ve genel olarak dünyada yaşanan en çalkantılı yıllardır. Önce Osmanlı İmparatorluğu dağılmış, Cumhuriyetin kuruluşunun ardından iki büyük dünya savaşı yaşanmıştır. Milyonlarca insan ölmüş, dünyalar bir anda hallaç pamuğu gibi atılmış ve yerlerini yenisine devretmiştir. Yönetimler, anlayışlar, alışkanlıklar sıklıkla ve çoğu zaman hangi yönde gelişeceği kestirilemeden değişime uğramıştır.
İşte bu kadar çalkantı ve kafa karışıklıklarının yaşandığı dönemlerden Bediüzzaman, ömrünün varış çizgisine elinde Risâle-i Nur adlı gerçekten çevresine nur saçan ve sıratımüstakim olan bir eser ve ne demek istediğini anlayan ve kabul eden milyonlarla birlikte gelmiştir.
Üstelik, ne bu eser ne de milyonlar, hükümetle çatışma yaşayan bir muhalif çizgide görüleceği türden, kendisine haksız övgüler düzerken, kendisinden başkalarına kin ve nefret temelinde oluşturulan bir tavır da geliştirmemiştir. Buradaki şahsiyet olgunluğu, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un böyle bir çizgiden beri olduğunu ve temel karakterleri muhalif olmak olan ideolojilerle uzaktan yakından bir akrabalığının bulunmadığını göstermesi açısından önemlidir.
Aslında, Üstad Hazretlerinin ne kadar büyük bir şahsiyet sahibi olduğu, çocukluk yıllarından itibaren hayatının her döneminde görülebilecek numunelerle kendini belli etmiştir. Meselâ daha 7-8 yaşlarında küçük bir çocuk iken klâsik medrese eğitimine yaptığı itiraz, akıl alır gibi değildir. O yaştaki bir çocuğun kendisine sunulan eğitim metodunu beğenmeyip başka bir yol ve usul takip etmesi ve bunda isabet kaydetmesi, olsa olsa bir deha özelliğidir. Bilindiği gibi, klâsik medrese eğitimi, o dönemlerde orijinal metinlere yazılan şerhler dolayısıyla bir ezber ve aktarım çizgisine kaymış ve ilim ehli arasında taklidî fikirler yaygınlaşmıştı.
Bediüzzaman gibi eşsiz bir deha, bu tarz bir eğitime rıza gösteremezdi. Nitekim, o zihnini çok fazla dağıtmadan kendi başına ‘esas kaynaklar’ üzerinde mesaisini harcadı ve sorgulama ve müdakkik bakışı, Batılı tabirle “eleştirel aklı” hiçbir zaman terk etmedi.
Üstad Hazretlerinin bu tercihinde, onun şahsiyetinde önemli bir eksen olduğunu düşündüğüm “aynı zamanda hem hafızasının hem de aklının çok güçlü olmasının” payı büyüktü. Bu özelliği, Rabbinin ona büyük bir ikramıydı. Zira genellikle insanlarda ya hafıza güçlü olur, ya da zekâ. Ve bu iki halin de kendine has sonuçları olur.
Hafızası güçlü olan kişiler, geleneğin taşıyıcısı rolünü üstlenirken, modern çağ ve geleceği kavramakta zorlanırlar. Buna karşılık, zekâsı güçlü olan kişiler de, modern çağı ve geleceği iyi okurken, geleneği yeterince kuşatamazlar.
Oysa, hakikatin tam ortaya çıkartılması ve “eski” ile “yeni” arasında makul bir uzlaşı sağlanabilmesi için, bu ikisinin işbirliği yapması şarttır.
Bu bilgiyi yedeğimize alıp Üstad Hazretlerinin yaşadığı yıllara baktığımızda, Osmanlının son dönemlerinde bir anlamda geleneğin kemikleştiğini, Cumhuriyetle birlikte ise tam bir gelenek karşıtlığının hüküm sürdüğünü görüyoruz. Bunun anlamı, tarihin o bölümünde gelenek ile modern arasında bir uzlaşmaya varmanın çok zor, neredeyse imkânsız olduğu; bu yönde yapılacak girişimlerin önüne de büyük engellerin konacağıdır. Nitekim, Üstad Hazretlerinin bu tarihlerden sonra ömrünün kalan kısmının çok büyük zorluklar içerisinde geçmesinin bir izahı budur.
Fakat o, hikmeti çağları aşan Kur’ân-ı Kerim’den ilhamen aldığı nefesi, yazdığı risâlelerle çağına sunmayı başarmış müstesna bir şahsiyet, bir Kur’ân hizmetkârıdır. Gelenek ve modern ayrımı, onun çağlarüstü Kur’ânî bakışı içinde eriyip gitmiştir. Böylece zamanın pekçok âliminin düştüğü kuru gelenekçilik tuzağına düşmemiştir. Geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz manzara, açıkçası, Rahman-ı Rahimin bir Kur’ân hizmetkârı olarak vazifelendirdiği kuluna hem hafıza hem zekâ yönünden lütfunu esirgememiş olduğudur.
Az önce zikrettiğim “vazifelendirme” tanımı, belki bazılarına abartılı bir ifade olarak gelebilir. Lâkin, Üstad Hazretlerinin tarihçe-i hayatına baktığımızda bu tanımlamayı doğru çıkaracak pekçok örneğe rastlayabiliyoruz. Söz gelimi, Üstad çocuk yaşta birisi için çok büyük mânâlara sahip rüyalar görmüştür. Onlardan birinde, Ağrı Dağı büyük bir gürültüyle patlar. Kendisi de altındadır. Patlama sonrasına dağlar gibi parçalar dünyanın her tarafına dağılır. Derken mühim bir zat ona “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et” diye emreder. Uyanınca anlar ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’îni şu zamanda izharına, haddinin fevkinde olarak, kendisinin namzet olduğunu anlar.
Her halde ancak böylesine büyük bir gaye ve maksat, Üstad Hazretlerinin çelikten iradesini, yılmaz karakterini ve zirve şahsiyetini izah edebilir. Günümüz psikoloji ilminin de söylediği gibi, şahsiyet, gayenin büyüklüğü oranında yükselir. Bediüzzamanın da bu prensibe uygun olarak çok yüksek gaye ve maksadı vardı.
Üstad Hazretlerinin Rabbanî terbiye ile çok önemli bir vazifeye hazırlandığının çarpıcı unsurlarından biri de, hiç kuşkusuz, onun riyazeti idi. Bu riyazet ve ona paralel olarak iktisat ve kanaatkârlığı, hem onun halka el açmasına lüzum bırakmamış, hem de başına gelecek büyük musibetlere hazırlık hükmüne geçmiştir.
Daha 15 yaşında tam riyazete girmişti. Düşüncenin açılmasına yararlı olacağı inancı ile giderek ekmeği de terk edip bir parça et ile yaşamaya çalışmıştır. Ardından söz orucuna girmiş ve Molla Ahmet Han’ın Türbesine kapanmış, geceleri de oradan çıkmamıştır. Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) Hira’da yaptığı, İmam Gazali gibi büyük İslâm âlimlerinin yaptığı gibi, o da kapalı bir mekânda fütüvvet döneminden evvel sıkı bir ruh ve zihin terbiyesi yaşamıştır. Bu terbiye hazırlığı iledir ki, Üstad Hazretleri, Rusya’da esaret, sonra kendi ülkesinde çeşitli vilayetlerde gözaltı, sonra hapishaneler olmak üzere hayatının büyük bölümünü kendi arzusu hilâfına geçirdiği “dört duvar” arasında akıl ve ruh sağlığını kaybetmeden yaşama sabrı ve mukavemetini kazanmıştır.
Burada etkili olan bir diğer faktör de, bir peygamber mesleği olarak dünyadan nasibini tek eliyle kaldırabilme düsturuna hayatının her safhasında uymuş olmasıdır. Böylece arkasında düşüneceği bir menfaat nesnesi bırakmadığı gibi, dâvâsına iliştirilebilecek menfaat ithamlarının da önünü kesmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin yüksek şahsiyeti elbette burada bahsedilenlerin çok ötelerine uzanır. Vefatının 49. yıl dönümünde onu Kur’ân’a yapmış olduğu hizmetkârlığı ve bize bıraktığı yüce mirastan ötürü takdirlerle anıyor, Rahman’dan kendisine sonsuz rahmetini esirgememesini niyaz ediyoruz.
|
ÖMER BALDIK [email protected]
25.03.2009
|
|
“5. Dünya Su Forumu” ve “22 Mart Dünya Su Günü”nün düşündürdükleri
Su, insan hayatında, havadan sonra en mühim ihtiyaçtır. Besin maddeleri yedi ana gruba ayrılır; bunların arasında en mühimi sudur. İnsan vücudu diğer besinleri almadan birkaç hafta yaşayabilir, fakat susuz kalırsa birkaç gün içinde ölür. Ancak Allah (c.c.) kâinatta muazzam bir denge tesis etmiştir. Bu dengeye aykırı hareket edilmemelidir. Bizim için bu kadar hayatî ehemmiyeti olan suyu insan çok fazla içse veya kısa zamanda çok miktarda saf su içse, bilhassa beyin hücrelerinin “osmos olayı” ile fazla su girmesiyle şişmesi neticesi, “Su zehirlenmesi”nden insan ölebilir.
İnsan vücudunun yüzde 60’ı sudur. Günlük normal faaliyetleri sırasında insanın vücudundan su kaybı 1-1,5 litre kadar olabilir. Normal hayatî faaliyetlerin devamı için vücuda günde 1,5-2,5 litre arasında su alınması tavsiye edilmektedir. Kimya reaksiyonlarının çok büyük bir kısmı gibi, vücutta cereyan eden biokimya reaksiyonlarının da büyük bir kısmı sulu ortamlarda olur. Böbreklerdeki metabolizma atığı zehirli maddelerin temizlenmesi, kan basıncının ve vücut sıcaklığının düzenlenmesi, eklemlerde kayganlığın sağlanması, iç organlarımızın çevresinde şok önleyici bir yastık görevinin yapılması, gözlerimizin, ağzımızın, burnumuzun nemlendirilmesiyle bu organlarımızın vazifelerini yapabilmeleri için vs. vücudumuzun suya ihtiyacı vardır.
Halk arasında, konuşulanların pek mühim olmadığını ifade için; “Havadan, sudan konuştuk” denilir. Bu ifadede, havanın ve suyun bol bulunmaları sebebiyle ucuzlukları, onların değeri az olan konuşmalar için benzetme unsuru olarak kullanılmalarına sebep olmaktadır. Halbuki, arz-talep kaidesine göre kıymet biçmeyip asıl kıymetlerinin, yoklukları halini tasavvura çalışmakla daha iyi anlaşılabileceğini düşünerek, bu nimetlere şükrü ihmal etmemelidir. Bir nimetin bol, devamlı ve kolay temin edilebilir halde olması, insanların bir gaflet hali ile, bu nimetin kadrini bilmeyip onu Verene şükrü ihmal etmelerinin mâzur görülebilecek bir sebebi olamaz. Temiz ve teneffüs edilebilecek hava ile, içilebilecek suyu insanın çevresinde bol ve devamlı bulup kolayca istifade edebilmesiyle de, insanların bunlardaki büyük nimet cihetini görmemezlikten gelmesi ve o nimetleri Veren’i düşünmemesi, normal görülemez.
Kur’ân-ı Kerîm’de Secde Sûresi: 7'de mealen: “O her şeyi en güzel şekilde yarattı” denilmektedir. Bu âyet mealini açıklamak için, tabiat biliminin bugünkü seviyesine gelinceye kadar keşif ve tesbiti yapılmış çok fazla sayıda misaller verilebilir. Bu mevzuda suyla alâkalı olarak da söylenebilecek çok şey vardır. Bunun teferruatına girmeden, şunu da söylesek burada kâfidir: Su moleküllerini birbirine bağlayan hidrojen köprüleri Allah (cc) tarafından kurulmasaydı, bugünkü şekliyle yeryüzünde hayat olmazdı. Aslında küçük olan su molekülü, hem sıvı hem de katı şeklinde, başka su moleküllerine hidrojen köprüleriyle bağlanmış (assosiye) büyük bir molekül halindedir. Bu sebeple, kaynama noktası, molekül ağırlığına göre kendisinden beklenenin yaklaşık üç misli fazladır. Böyle olmasa, açık havada ağzı açık bir kapta ‘eter’in kısa zamanda buharlaşması gibi, su da çok kolay buhar haline gelir ve sıvı halde istifade edebileceğimiz su bulamazdık.
Su molekülleri, suyun katı şekli olan buzu meydana getirirken, ikisi kimyasal bağla diğer ikisi hidrojen köprüsüyle oksijen atomlarına bağlanarak, merkezdeki bir oksijen atomunun etrafında dört hidrojen atomunun yer aldığı tetraedral (düzgün dörtyüzlü) molekül geometrisini meydana getirmeseydi ve birbirlerine yine hidrojen köprüleriyle bağlanan bu geometrideki su molekülleri aralarında bal peteği gibi altıgen boşluklar bırakmasaydı, buzun yoğunluğu sudan daha az olmaz ve bunun neticesinde de yeryüzünde bugünkü şekliyle hayat olamazdı.
Peki, neticeleri çok önemli bu fiillerin asıl sahibi kimdir, su moleküllerinin kendisi mi?
Su molekülleri, bu neticelerin meydana gelmesinin lüzumunu düşünebilecek akla, ilme, kudrete, merhamete, hikmete, vs bizzat sahip olarak mı bu fiilleri yapıyorlar; yoksa onlara bu fiilleri yaptıran bir “Fâil-i Hakikî”nin memuru gibi mi hareket ediyorlar?
|
PROF. DR. MUSTAFA NUTKU
25.03.2009
|
|
|
|