|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Destek ve istiğna |
|
Üstadın ve Nur talebelerinin DP’ye verdiği destekle, sonradan bazı cemaatlerin ANAP’a, RP’ye ve AKP’ye verdikleri destek arasında çok önemli bir nitelik farkı var.
Üstad, “vatan, millet, İslâmiyet ve Kur’ân menfaati” namına desteklediği demokratlardan, hürriyetlerin önünü açmaları, Risale-i Nur başta olmak üzere İslâmî hizmetlerin serbestiyetini sağlamaları, iman ve Kur’ân hakikatlerine sahip çıkmaları ve Ayasofya’yı yeniden mabed olma hüviyetine döndürmeleri dışında hiçbir şey istemedi ve beklemedi. Kadrolaşma ve devlet imkânlarından pay alma gibi talepler aklından bile geçmedi ve böyle şeyleri asla telâffuz etmedi.
Tam tersine, kendi hayatında başından beri örnek bir titizlikle uyguladığı istiğna düsturunu hizmetinde de aynen tatbik etti. Kimseden birşey istememenin ötesinde, hediye olarak getirilenleri dahi hep geri çevirdi, kabul ettiklerinin de mukabilini mutlaka, hem de fazlasıyla verdi.
Bu duruş, sonraki dönemlerde Nur Talebeleri tarafından da hassasiyetle korundu. Destek verilen AP ve DYP hükümetleriyle “Bize şu kadar milletvekili kontenjanı ayırın, bakanlık da isteriz, GİK listesinde de bizi unutmayın, devlet ve belediye ihalelerinden payımızı ihmal etmeyin” gibisinden taleplerle pazarlığa oturulmadı. Tamamen hasbî ve karşılıksız olarak destek verildi.
Ancak bu destek, söz konusu parti ve hükümetlerin bütün icraat ve politikalarının, gözü kapalı bir şekilde tasvibi olarak anlaşılmadı ve öyle de uygulanmadı. Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin önünü açmaya, millete hizmet götürmeye yönelik icraatlar desteklenir ve teşvik edilirken, yanlışlar eleştirildi ve ikazlar yapıldı.
Öte yandan, “partiyi dışarıdan yönetme” gibi heveslere iltifat edilmezken, camia içinden şahsı adına siyasete girmek isteyenlere “Eğer tabanda ve teşkilâtta desteğiniz varsa girin, parti idaresine tepeden yapılacak telkinlere güvenip bel bağlayarak kendinizi bir yerlere getirmeye çalışmayın, parti içi hizip sürtüşmelerinde taraf olmayın, partideki varlığınızı hizmet için en iyi şekilde değerlendirmeye çalışın, siyasetin aldatıcı cazibesi ve günübirlik çekişmeleri size aslî hedefinizi unutturmasın” tavsiyelerinde bulunuldu.
Bu genel prensiplerin ihlâl edildiği münferit ve mevziî hadiselerde ise sıkıntı oldu. Ve tekerrürüne meydan verilmesi için çok dikkat edildi.
Onun içindir ki, DP, AP ve DYP hükümetlerinin işbaşında olduğu dönemlerde zengin olmuş tek bir Nurcu gösterilemez. Dahası, fazla uzağa gitmeye gerek yok, Yeni Asya’nın durumu ortada. Başından beri yanında olduğu AP-DYP çizgisinden hiçbir karşılık beklemedi ve almadı. Kendi yağıyla kavrularak bugünlere geldi.
Böylece, dillerden düşmeyen, ama genel anlamda fiiliyata yansıdığını pek göremediğimiz “bağımsız medya” tavrının gerçek örneği oldu.
Bu tavır, çok tartışılan “cemaat-siyaset” ilişkilerindeki sağlıklı ve dengeli duruşun da ifadesi.
Ki, bu örnek duruş genel anlamda hakim kılınabilse siyaset de rahatlar, cemaatler de kendilerini yozlaşıp dejenere olmaya götürecek tehlikeli ve kaygan bir zemine girmekten kurtulurlar.
Ne yazık ki, DP ve AP hükümetlerinde kurulan bu denge, ANAP, RP ve AKP dönemlerinde bozuldu. Siyaset bu partilerle bazı cemaatler arasındaki “Al gülüm, ver gülüm” pazarlıkları ile yürütülür hale geldi. Bu durumun yol açtığı en büyük tahribatlardan biri, cemaatler üzerinde gerçekleşti. Son zamanlarda sıkça kullanılmaya başlanan tabirle, mücahit olarak yola çıkanların önce müşahit, sonra müteahhit haline geldikleri bu süreç, derin bir yozlaşmayı getirdi.
Gerek yerel yönetimlerde, gerekse merkezî hükümette “iktidar eliyle zenginleştirme mekanizması” olarak işleyen ihale ve teşvik sistemi, bu partilerin döneminde, destek veren bazı cemaat mensuplarına da açıldı. Açıldıkça da, dejenerasyon ve dünyevîleşme süreci katmerlendi.
Artık bu duruma bir son verilmesi lâzım.
25.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bediüzzaman ve basın (3) |
|
Bediüzzaman, Osmanlının son devrinden Cumhuriyet dönemine kadar basında çıkan isnadlara açıklamalar gönderir, mukabil yazılar yazar, ciddî ikazlarda bulunur.
Bunun için, “Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki (makalelerimdeki) umum hakâikta nihayet derecede musırrım (ısrarlıyım)” iddiasıyla, “Ben de gazetelerde, onları reddeden makaleler neşrettim” açıklamasını yapar; dünden bugüne gazetelere ve bütün medyaya istikamet, doğrularda sebat ve milleti yanıltan yanlışlara karşı teyakkuz dersini verir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 50-51)
Bediüzzaman’ın Osmanlıdaki sistem tartışmalarında adem-i merkeziyetçi “Prens Sabahaddin Bey’in su-i telâkki olunan (yanlış anlaşılan) güzel fikrine cevabı”nın devrin gazetelerinde neşri, basın yoluyla hizmetin bir misâlidir.
MİLLETİ VE DEVLETİ
İKAZ VE AYDINLATMA…
Bu bakımdan “Osmanlılık ve meşrûtiyet perdesini birden feveran ile yırtacak bir muhtariyete ve sonra istiklâliyete; ve sonra tavaif-i mülûk (bölünmüş bölgeler) suretini giydiğinden (…) bir mücadele-i keşmekeşi netice vereceğini” matbuat aracılığıyla uyarısı, üzerinden bir asır geçmesine rağmen, bugün hâlâ Türkiye’nin en canlı tartışma konusudur.
Bundandır ki “özerklik” ya da “federasyon” fikrinin “asâbiyet-i câhiliye” dediği ırkçılığı ve kavmiyetçiliği dirilteceğini ve fitneyi uyandıracağını bildirir. “Biz ki ekseriz, muvahhidiz. Tevhidle (birlik içinde olmakla) mükellef olduğumuz gibi, ittihadı tesis edecek muhabbet-i milliye ile de muvazzafız. Eğer unsur (ırk) lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir” diye belirtir. Neşriyatla milleti ve aydınları aydınlatır.
Keza Bediüzzaman’ın Ermeni heyeti reisi Boğos Nubar ile Şerif Paşa’nın Fransa’da Ermenilerle Müslüman Kürtleri Osmanlıya karşı kışkırtma oyununu gazetelerde deşifre etmesi de, yayın yoluyla doğru bilgilendirmeye, fitne ateşini söndürmeye bir başka örnektir.
7 Mart 1920’de İkdam’da “Kürdler ve Osmanlılık” ve 17 Mart 1920 tarihli Sebilürreşad’ta “Kürdler ve İslâmiyet” başlıkları altında “Kürdler câmia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır. Kürtler, himâyesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler” cümleleri etrafında yazılan yazılar, buna şâhâne bir nûmunedir. Daha o zamandan “Şarkî Anadoludaki iftirak (ayrılık) âmâline (emellerine)” karşı aracılığıyla yanlışlara karşı devleti, yöneticileri uyarmadır.
BASINDAKİ İDDİALARA
CEVAP VERİLMESİ
Bediüzzaman basında yer alan iddialara da ilgisiz kalmaz, mutlaka cevaplar.
“Doğu Üniversitesi hakkında tahrifçi bir gazeteye cevaptır” diye “muhâlif bir partinin şiddetli ve tenkitçi tarafından bir mensubu, yani ‘Ulus’un 1.4.1954 tarihli nüshasında yazılan ‘Atatürk Üniversitesi’ hakkındaki makaleye cevap hükmünde o üniversitenin hakikatini beyân ediyoruz” tavzihiyle başlayan “Nur talebeleri” imzalı kamuoyu açıklaması, buna bâriz bir örnektir. (a.g.e., 403-404)
“Şimdi “Atatürk Üniversitesi’ nâmı verilen bu dârülfünûnun küşâdına (kurulmasına) Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî 50 seneden beri büyük bir gayretle çalışmıştır” cümlesiyle yapılan ve “Nihayet yine Üstadımızın maddî ve mânevî gayret ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu hükûmet-i İslâmiye zamanında karar verildi” denilen; “Şark Üniversitesi bir merkez olarak âlem-i İslâma ve tâ bütün Asya’yı alâkadar edecek bir mâhiyet ve ehemmiyette olduğundan, altmış milyon değil, altmış milyar da masraf yapılsa elyaktır” izâhı, cemiyeti ve yöneticileri yanıltmalara karşı uyarma ve doğrulara dikkati çekmeye bir başka misaldir.
Sözkonusu “cevab”ın sonunda, “Yeni Ulus gazetesi muhâlif olduğu için, bu meseleyi perde ederek yeni iktidarın bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nev’î irticâ süsünü vermek istiyor. Halbuki, bu mesele en yüksek terakkî ve sulh-u umumînin (dünya barışının) medârıdır. Bu müessese, bu hükûmet-i İslâmiyeye bâzı şeâiri İslâmiyeden (İslâmî esas ve alâmetlerden) Arabî ezân-ı Muhammedî ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek. Belki bu hükûmetin istikbâlinde, tarihlerde kemâl-i takdir ve tahsinle (övgüyle) yâd edilmesine en parlak bir vesîle olacaktır” ibâresi, Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin yayın yoluyla halka ve ilgililere doğru bilgileri ulaştırma çabasının anlamlı bir ifâdesidir. Yayılan zehirli ve üfunetli havayı yine basın yoluyla dağıtma çalışmasıdır.
Bediüzzaman, bu tenvir vazifesini hayatı boyunca yapmış ve yaptırmıştır...
25.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Cumhurbaşkanı Gül, Irak'tan ne getiriyor? |
|
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak gezisine PKK sorunu damgasını vurdu. Her iki cumhurbaşkanı bu terör örgütünün mutlaka silâhsızlandırılacağını açıkça vurguladı. İki ülke bakanlarının imzaladığı ekonomik işbirliği anlaşması, Irak petrol ve doğal gazının Türkiye üzerinden taşınması gibi konular örgütün tasfiyesi konusunun gölgesinde kaldı.
Irak basını bu ziyaretin daha çok sembolik bir önemi olduğunu, çünkü somut işbirliği ve karar alma görüşmelerinin hükümet başkanları arasında yürütüldüğünü vurguluyordu.
Nisan ayında Erbil’de yapılması planlanan Kürt Konferansı da görüşme konuları arasındaydı. Türkiye bu konferansa önem veriyor. PKK’nın dolaylı olarak temsil edilip bildiri sunacağı bu konferanstan bu örgütün silâhsızlanması yönünde tavsiye kararı çıkması bekleniyor. Zaten böyle bir toplantı ile soruna çözüm bulunması imkânsız. Yalnızca ilgili kamuoyunun bu konudaki dilekleri somut bir şekilde dile getirilebilir. Türkiye bu konferansa resmen katılmayacak. Ama orada hazır bulunacağı kesin. Zaten terör örgütleriyle hükümetlerin açıktan görüşme ve müzakere içinde olması kamuoyu tepkisi açısından imkânsız.
Eğer bir sonuca ulaşılmak isteniyorsa doğrudan görüşmelerin gizli de olması yürütülmesi bir zorunluluk. İngiltere’de zamanın başbakanı John Major “eli kanlı teröristlerle görüşmeyi asla düşünemeyeceğini” söylerken, devletin istihbarat örgütlerinin bu IRA ile müzakereleri sürdürdüğü sonradan ortaya çıktı. İngiltere’nin müzakereye bu örgütü dahil etmek için silâhsızlanmış olması şartı, zamanla silâhsızlanma ve barış müzakerelerinin uluslar arası gözlemciler eşliğinde eş zamanlı olarak sürdürülmesi şekline dönüştürüldü ve 1998 barış anlaşmasına giden yol bu şekilde hazırlandı.
PKK’nın tasfiyesi –adı ne olursa olsun- kapsamlı bir anlaşmayla gerçekleştirilecektir. Bu anlaşmanın iki tarafı resmen karşı karşıya gelemeyeceği için ABD ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi aracılık görevini üstlenecektir. İngiltere’de de IRA’nın silâhları Kanadalı uzmanların nezaretinde imha edildi.
Ancak bunlar işin yalnızca bir boyutu. Peki Türkiye genel affa hazır mı? Türk kamuoyu, ABD’nin beklediği gibi lider kadrosu hariç, silâhlı çatışmaya katılmış olsa dahi bütün militanların yargılanmaksızın affedilmesini kabul eder mi? Yoksa silâhlı çatışmaya katılmış militanlar silâhlarını bırakıp Kuzey Irak’ta mı kalacak? Orada kalmaları yeniden silâhlanmalarına yol açmaz mı? Bu sorular önümüzdeki günlerde çok tartışılacak.
Başka tartışılması gereken hususlar da var. Onlarca yıldır süren terörden çıkar sağlayanlar ne olacak? Korucubaşılığına soyunmuş aşiret reisleri; bu puslu havadan yararlanarak uyuşturucu, silâh ve insan kaçakçılığı yapanlar, daha da önemlisi zaten gelir kaynakları kıt olan bölgede koruculukla geçimini sağlayan binlerce aile ne olacak?
Teröre lojistik destek kaynağı oluşturduğu gerekçesiyle yaylaların yasaklanmasıyla ölen hayvancılığın yeniden diriltilmesi için hiçbir proje var mı?
Kuzey İrlanda’da iki İngiliz askeri—birisi de Türk asıllı—ve bir polisin öldürülmesi örneğinde görüldüğü gibi, çeşitli gerekçelerle barışı kabul etmeyecek küçük terörist gruplar ne olacak?
Bunların çok ciddî bir şekilde değerlendirilmesi ve planlanması gerekiyor.
Cumhurbaşkanının Irak gezisi, bu sorunu çözme konusunda iki ülkenin kararlılığını göstermesi açısından önemliydi. “Kürdistan” isminin ilk kez resmen telâffuzu da sembolik bir adım oluşturdu. Dileğimiz bir sonraki adımı Kürt Konferansı olacak bu sürecin sağlıklı ve kapsamlı şekilde planlanması ve uygulanması.
Artık güneydoğuya gönderdiğimiz çocuklarımızın tabut içinde döndüğünü görmek istemiyoruz. Aynı zamanda güneydoğulu gençlerin de bu ülkenin Batılı gençleri gibi eğitim görmesi, gelecek hayali kurması ve bu ülkeye ait olduğunu hissetmesini istiyoruz.
Kısacası; Cumhurbaşkanı Gül valizinde barış umudu ile dönüyor.
25.03.2009
E-Posta:
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bu kampanyaya destek verilir |
|
Nihayet, ‘bütün kötülüklerin anası’ olan alkollü içkilerin reklâmlarına karşı bir kampanya açıldı. Ülkemizde öyle gariplikler oluyor ki, anlamak ve izah etmek mümkün değil. İnsan sağlığına kesin zararlı olduğu bilindiği halde, tam bir vurdumduymazlıkla alkollü içkilerin gazetelerde reklâmları yapılabiliyor. Üstelik bu, hem milleti hem de yöneticileri kandırarak yapılıyor.
Alkollü içecek reklâmlarını değerlendiren Tüketiciler Birliği Genel Başkan Vekili Mehmet Muta Şahin, “Alkollü içecek reklâmları yasaklanmalı ve cezalar caydırıcı hale getirilmelidir” demiş. (Yeni Asya, 24 Mart 2009)
Şahin konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada şöyle demiş: “T.C. Anayasası 58. maddesine göre; ‘devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden … korumak için gerekli tedbirleri alır.’ 4733 Sayılı Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Teşkilât Ve Görevleri Hakkında Kanununun 8/m. maddesine göre; ‘tütün mamulleri veya alkollü içkilerin kullanımını ve satışını özendirici veya teşvik edici kampanya, promosyon, reklâm ve tanıtım yapılmasını önlemek amacıyla Kurum tarafından bu Kanun uyarınca yapılan düzenlemelere aykırı hareket edenlere otuzbin Yeni Türk Lirası idarî para cezası verilir.’ Yine 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 16. maddesine göre; ‘… kamu sağlığını bozucu … reklâm yapılamaz.’”
Görüldüğü üzere alkollü içkilerin gazetelerde reklâm edilmesi ‘kanunen’ de engellenebilir. Ama alkollü içki üreticileri ‘hile’ yolunu tercih edip, güya alkollü içkilerin reklâmlarını ‘özendirmeden’ yapıyorlar. Tam bir hile! Özendirmek için “Bu reklâm özendirmek için hazırlanmıştır!” demelerini mi bekliyoruz!
Garibin de garibi, Türkiye’yi idare edenlerin bu afet karşısında ‘hiçbir problem yokmuş gibi’ davranması. Düşünün, sigaraya karşı gösterilen ‘tepki’nin değil onda biri, belki de yüzde biri alkollü içkilere karşı gösterilmiyor. Peki, alkollü içkiler sigaradan daha az mı zararlı? Uyanmamız için birkaç nesil daha kaybetmemiz mi isteniyor ya da bekleniyor?
Son zamanlarda bir içki firması tarafından; “biliriz ki rakı dostlarla içilir”, dostlar bir araya gelince dertler uçar gider”, biz güzel rakının unutulan, özlenen tadını sofralarımıza geri getiriyoruz”, “şimdi içinde bulunduğumuz zor günlerde tüm rakıseverleri kaliteli rakıdan mahrum bırakmamak için üzerimize düşeni yapıyoruz”, “bu zamanda efelere yakışan budur” ifadeleri ile yazılı medyada reklâm yapıldığını hatırlatan Tüketiciler Birliği açıklamasında bu ifadelerin “mevcut hukukî düzenlemelere aykırı” olduğuna dikkat çekilmektedir.
Tüketiciler Birliği bu ve benzeri reklâmların durdurulması ve yaptırım uygulanması talebiyle hukukî yollara başvurmuş.
Alkollü içkilere karşı başlatılan bu kampanya, mutlaka desteklenmeli ve alkollü içkilerin zararlarına karşı bilhassa gençler ciddî ikaz edilmelidir.
25.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Sen müsterih ol Üstâdım! |
|
Aziz üstâdım! Sen çok büyük ve mukaddes bir dâvânın yükünü omuzlamıştın. Hazret-i Peygamberin (asm) vârisi olarak asrın mânevî sahipliğini üstlenmiştin. Bir sâdık rüyanda Allah Resûlü (asm) sana “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et!” diye emir buyurmuştu. Bu kudsî işârete binâen “İşârâtü’l-İ’câz” tefsirini yazmaya başlamış ve altmış cilt üzerine plânlamıştın. Ancak, 1. Cihan Savaşının başlaması üzerine, talebelerinle birlikte beş bin kişilik bir milis alayına kumandanlık yaparak harbe katılmıştın. Harp esnasında bile kalbine gelen Kur’ân nüktelerini taleben Molla Habib’e söyleyip yazdırıyordun. Her an şehit olmak ihtimalinin çok yüksek olduğu o dehşetli kıyametlerde bile, Kur’ân’a hizmeti hayatına tercih ediyordun. Birinci cilt böyle tamamlanmış, ancak diğer ciltler o menfî şartlar yüzünden ortaya çıkamamıştı.
“Allah dağına göre kış verir” hakikatine binâen senin hayatın hep çile, zahmet ve meşakkatlerle geçti. Bütün meşakkatler âdetâ sana gıda oldu. Seni yıldırmak, bezdirmek ve ümitsizliğe düşürmek yerine, onlar senin şevkini kamçıladı ve ümidine ümit kattı. Ve sen en karanlık devirlerde bile “Ümitvâr olunuz! Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır” diye haykırdın. İki buçuk sene süren Rusya’daki esaret yıllarından sonra İstanbul’a geldin. Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye âzâ oldun. İngiliz işgâlinde onlara karşı kahramanca mücadele ettin. “Böyle kahraman bir hoca bize lâzımdır” denilerek Ankara’ya dâvet edildin. Mecliste ayakta alkışlanarak kürsüye çıktın ve İslâm ordusunun zaferi için duâlar ettin. Ancak, Ankara reisleriyle uyuşamadın ve bütün ısrarlara rağmen Ankara’dan ayrılıp Van vilâyetine gittin. Orada inzivada iken, Şeyh Said İsyanı bahane edilerek Batı Anadolu’ya sürgün edildin. Burdur ilinde kaldığın on bir ay içinde “Nurun İlk Kapısı” adlı eserini telif ettin. Halka dînî nasihatler yapıyor diye seni önce Isparta’ya, sonra dağlar arasında mahrûmiyet yeri olan Barla Nahiyesine sürdüler. Ama, sen orada hiç boş durmadın. Sekiz buçuk sene boyunca, altı bin sayfayı aşkın Nur Risâlelerinin dört bin sayfasını telif etmeye muvaffak oldun. Bir tek dînî eserin yazılmasına izin verilmeyen ve “Allahü Ekber” diye ezan okumanın suç sayıldığı o istibdat devirlerinde, telif ettiğin eserler yüzünden seni Eskişehir’de muhâkeme ettiler, hapse koydular. Tahliyeden sonra Kastamonu’ya sürgün gönderdiler. Orada da boş durmadın. Bu sefer Denizli Mahkemesine ve hapishanesine sevk ettiler. Eserlerin ve talebelerinle birlikte beraat etmene rağmen, bu sefer de Emirdağ’ına nefyettiler. Çalışmalarını hazmedemeyenler, Afyon Mahkemesiyle seni ve talebelerini imhaya karar verdiler, ama onda da başarılı olamadılar, yine beraat ettin. Çünkü, Kur’ân ve iman hakikatlerini anlatmaktan başka hedefin yoktu. Bunlar nasıl suç olabilirdi? Son olarak, İstanbul’da yapılan Gençlik Rehberi Mahkemesi’nde de beraat ettin. Hayatın hep savaşlar, sürgünler ve mahkemelerde geçti. Kendi tâbirinle, dünya zevki nâmına hiçbir şey tatmadın. Bütün mevcûdiyetini bu milletin dünya ve âhiret saadetine fedâ ettin. Sana zulmedenlere, sürgünden sürgüne yollayanlara bedduâ dahi etmeyerek hep hakkını helâl ettin. Nihayet 23 Mart 1960 tarihi geldiğinde bir Kadir Gecesiydi. Tertemiz olan rûhunu, Urfa’da bir otel odasında Rahman olan Yüce Allah’a teslim ettin. Arkanda Kur’ân’ın mânevî bir mû’cizesi olan Risâle-i Nur’u ve milyonlarca talebelerini bırakarak...
Senden sonra, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrep prensiplerinden taviz vermeden senin talebelerin bu dâvâyı ve iman hizmetini sürdürdüler. Ancak, senin başına gelen sıkıntılar bizlere de yaşatıldı. 27 Mayıs İhtilâlini, 12 Mart 1971 Muhtırasını, 12 Eylül 1980 İhtilâlini ve 28 Şubat post modern darbelerini yapanlar ve devlet içindeki derin yapılanmalar, çeşitli şekillerde bizleri etkiledi. Çok ıztıraplı hadiseler yaşadık, ama yılmadık. Senin bıraktığın ve aynen korunmasını istediğin meslek ve meşrebin orijinalliğini korumak adına gösterdiğimiz basiret ve direnç, bizlere bir hayli pahalıya mâl oldu. Ama, hiç önemli değil. Yeter ki, hak sağ olsun. Zira “Hakkın hatırı âlidir. Hiçbir hatıra fedâ edilmez” prensibin bizim rehberimizdi.
Vefâtının 49. sene-i devriyesi münâsebetiyle, Yeni Asya Ekolü olarak “Küresel Kriz ve Bediüzzaman’ın İktisat Görüşü” başlığıyla 4. Ulusal Risâle-i Nur Kongresini gerçekleştirdik. Altı bin kişilik kongre salonu tamamen dolmuştu. Mutlaka rûhen sen de oradaydın. Çünkü “Risâle-i Nurların okunduğu ve konuşulduğu her yerde biz mânen hazır oluruz” diyordun. Senin, Kur’ân’dan ve hadislerden çıkardığın dersler, dünya insanlığının düştüğü bu iktisadî krize de çözüm ve çâreler getiriyordu. Dünya, bu kongreden yükselen sese mutlaka kulak vermeliydi ve verecekti. Hırsın, doymak bilmeyen aç gözlülüğün ve aşırı israfın insanlığı soktuğu bu kriz batağı, ancak İslâm’ın getirdiği prensiplerle aşılabileceğini elbette dünya bir gün idrâk edecekti.
Sen müsterih ol aziz Üstâdım! İhlâs, sadâkat, tesanüt sıfatlarına tam sahip olan ve bütün meselelerini meşveret zeminlerinde halleden şâkirtlerin olarak, senin mukaddes ve cihanşümûl dâvânın bayrağını dünyanın en yüksek tepesinde dalgalandırmak bizim boynumuza borçtur. Yeni Asya Ekolü bunu bir misyon olarak üstlenmiştir. Hiçbir engel bizi bu yoldan döndüremeyecektir. Sen rûhen hep aramızdasın ve mânevî tasarrufunun devam ettiğini görüyoruz. Rûhun şâd ve mekânın ebedî Cennet olsun, aziz Üstâdım!
25.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Şaban DÖĞEN |
Çalışmada lezzet var |
|
İnsan yapısı ve yaratılışı gereği çalışmak zorundadır. Dünya ve ahiret mutluluğu ancak buna bağlıdır. Sonra Cenâb-ı Hak insanları sonsuz rahmeti gereği iyi, güzel, faydalı şeylere teşvik etmek için içerilerine bir de lezzet koymuştur.
Bir çekirdeğin toprağı yarıp yeryüzüne çıkışı, bir tomurcuğun kabuğunu çatlatıp açılışı, güneşin karanlıkları yararak doğuşunu bir seyredin; lisan-ı hallerinden, faaliyetlerinden büyük bir lezzet aldıklarını, mutluluk duyduklarını hissetmeyecek misiniz?
Onlardaki bu sevinç, bu coşku hiç şüphesiz o faaliyet ve gayretlerinden kaynaklanmaktadır. Âdetâ bundan büyük bir lezzet almaktadırlar. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet, ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet ayn-ı lezzet olan vücûdun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebâud ile silkinmesidir.”1
“Mahlûkàttaki faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten ileri geliyor. Hatta denilebilir ki, herbir faaliyette, bir lezzet nev'î vardır; belki herbir faaliyet, bir çeşit lezzettir ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nev'î kemaldir.”2
Her şeyin harıl harıl zevk ve şevkle çalıştığı bir dünyada elbetteki kâinat kafilesinin başı konumunda olan insana da yakışan şey çalışmak, görevlerini hakkıyla yapmaktır. Rahatı huzuru, ancak bundadır. Evet, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa’y ve cidaldedir.”3
Bediüzzaman’ın Van’da Nurşin Camii’nde kaldığı günler… Bahar gelmiş, talebesi Molla Hamid camiye odun taşımakta. Bediüzzaman da ona odun çekerken yardım ediyor. İster istemez bu talebesine ağır geliyor, “Efendim,” diyor. “İşte ben taşıyorum. Siz oturunuz.”
Bediüzzaman’ın verdiği cevap oldukça ibretli: “Birader, gayretim kabul etmiyor. Sen çalışasın ben oturayım. Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir iştir, ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin.”4
Bediüzzaman, ibadet ve taatte de o kadar yoğunlaşmıştır ki saatlerce diz üstü otura otura ayak parmağı yaralanmış, merhem sürmek zorunda kalmış, bunu gören talebesi Molla Resûl’ün, “Biz de Allah’tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursan ayağın yara olmayacaktı” dediğinde şu cevabı veriyor: “Molla Resûl! Kısa ömürde, kısa dünyada, ebedî hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem burada rahat oturayım, hem Cennet dâvâ edeyim, olmaz böyle şey! Onun için cesaret edemiyorum rahat oturmaya.”5
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 340.
2- Mektûbât, s. 87, 277.
3- Münâzarât, s. 139.
4- Son Şahitler, 1:114 (Yeni Asya Yayınları: İstanbul: 1993).
5- A.g.e., 1:124.
25.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Boşanmada doğru adım nedir? |
|
Sinan Bey ve Mehmet Bey: “1- Eşimin hoşlanmadığım bir eyleminden dolayı şartlı bir boşama ifadesinde bulundum. Şart henüz yerine gelmeden, eylem gerçekleşmeden önce sözümü geri alabilir miyim? 2- Dinen şartlara uygun boşanma varsa eğer; resmî nikâh bu evliliği devam ettirebilir mi?”
Şart meydana gelmeden sözünüzü geri alabilirsiniz; almanız daha doğru olur. Bir daha da eşinize ceza vermek amacıyla değil; gerçekten boşama niyetindeyseniz boşama sözcüğünü kullanın. Ceza olsun diye boşama sözcüğünü sakın kullanmayın.
1- Nikâh kurumunu kurarken de, bozarken de devletin zabıtları esastır ve önemlidir. Çünkü zabıt delildir, zabıt adâlet ve hukuk malzemesidir. Zabıt tutmak kadının da, kocanın da, evlilik birliğinin de zarardan ve zulümden korunduğu bir yöntemdir. Dînimiz bundandır ki nikâhın da, boşanmanın da delillerle ve şahitlerle tesbit edilmesini istemiştir.1
2- Devlet memurlarının resmî kayıtlara geçirerek gerçekleştirdiği resmî nikâh da, devletin mahkeme eliyle meydana getirdiği boşama da dînen geçerlidir. Evliliklerin resmî nikâhla yapıldığı günümüzde, boşamalar da mahkeme eliyle olmalıdır. Koca kendiliğinden boşama yapmamalıdır. Bu önemlidir. Çünkü:
a) Mahkeme iki taraf için de hakem olmakta, hissî davranışlardan uzak karar vermekte, böylece kadının mağduriyeti önlenebilmektedir.
b) Mahkemenin dışında boşanma tarzını genellikle gelenekler ele geçirdiğinden; dindeki boşama usûlünü bilmeyen bir koca geleneklere uyarak boşama yaptığında bundan evlilik birliği zarar görmekte ve kadın mağdur olmaktan kurtulamamaktadır.
c) Nitekim geleneklerin, boşama yapılacak bir söz olarak, kocanın şuur altına iyice soktuğu “Üçten dokuza boşsun!” sözü tam bir deli saçmasıdır! Çünkü kocanın, elindeki üç talak hakkının üçünü birden bir anda kullanmasının ve evliliği tek bir sözle ve tek bir irâdeyle bitirmesinin hiçbir haklı gerekçesi yoktur ve olamaz!
d) Dindeki boşama usûlü bilinmediği için, bir öfke anında, geleneklere uyularak ısrarla yapılan ise maalesef budur! Ardından bin defa pişmanlık sökün edip gelmektedir.
d) Dînimizin tavsiyesi bu değildir. Dinimizin tavsiyesi (sünnet olan), boşamayı bir hakkı kullanacak şekilde ve öfkeden uzak yapmaktır. (Mahkeme ise zaten bunu yapmaktadır.)
e) Bundan dolayı;
I) Günümüzde evliliklerde kocanın boşama yapmaktan kaçınması,
II) Gerektiğinde sadece mahkemeye başvurmakla yetinmesi ve mahkeme sonucunu beklemesi,
III) Mahkeme sonuçlandıktan sonra da, kadının iddet dönemi bitinceye kadar (ilk üç ay) kadını evinden ayırmaması,
IV) Varsa ve önceden ödenmemişse (kadına borçlu kalınmış idiyse) boşanma esnasında kadının mehri tam olarak ödenmesi gerekir. Mahkemenin belirleyeceği nafaka eğer mehir için yeterli ve tatmin edici bir miktar ise, bu mehir yerine kabul edilir ve ödenir. Eğer yeterli değilse üstü muhakkak tamamlanmalıdır.
Boşanmak için mahkeme yolunu izlemek, öfkeye yenik düşüldüğü ve dînî hukukun da bilinmediği durumlarda kadına zulüm yapmaktan ve yarın hesap gününde bir mahşer sorgusuna muhatap olmaktan daha iyidir!
f) Aksi takdirde kocanın kendi başına boşama yapıp, mahkemenin boşama yapmadığı durumlarda, yeni huzursuzlukların ve yeni problemlerin çıkması kaçınılmazdır. Bunun sorumlusu da koca olacaktır!
g) Eğer koca mahkemeye başvurmaksızın, acele ederek, bir boşama hakkını kullanmışsa (yani boşama yapmışsa) mümkünse tekrar barışmak için harekete geçmelidir ve bu daha fazîletlidir. Allah’ın istediği şey budur! Bunun için yakın çevresi yardımcı olmalıdır.
h) Tekrar barışmak için atılacak adımlar şunlardır:
I) Boşama yaptıktan sonra kadın için üç temizlik süresi geçmemişse, (yani boşamadan sonra yaklaşık ilk üç ay içinde) koca ve kadın istedikleri an yeniden birbirlerine dönebilirler ve nikâha da gerek olmadan evliliklerini sürdürmeye karar verebilirler. Çünkü Kur’ân, bu süre içinde yapılan bir tercihi teşvik etmekte, “Kocaları bu arada barışmak isterlerse, karılarını geri almakta daha çok hak sahibidirler”2 buyurmaktadır.
II) Kadın için eğer üç temizlik süresi geçmişse, (yani ilk üç aydan sonra) koca ve kadın istedikleri an yeni bir nikâhla yeniden bir araya gelebilirler.
i) Demek, koca boşama yaptıktan sonra resmî nikâh hâlâ düşmemişse, karı ve koca barışmaları halinde, yukarıda belirtilen yol izlenerek evliliklerini sürdürebilirler.
3- Barışmanın her zaman faziletli tercih olduğu unutulmamalı; alttan almalı, affedici olmalı, gerekirse hatâları görmemeli, küçük şeyleri gurur meselesi yapmamalı ve evlilik birliğini bozmaktan kaçınmalıdır.
Dipnotlar:
1- Talak Sûresi: 2
2- Bakara Sûresi: 228
25.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yüzde 3,1'den tek başına iktidara |
|
Vatandaşların zihnini meşgul eden "siyasî denklem"e dair bir soru da şudur: "Seçimlerde yüzde 3–5 civarında oy alan bir partinin iktidara gelme şansı var mıdır? Böyle bir parti dirilir veya canlanabilir mi?"
Burada kat'î bir yakîn ile ifade edelim ki, bir parti eğer kök ve misyon sahibi ise, genel oy oranı yüzde 3–5'lere düşse dahi, o parti zaman içinde yükselebilir, iktidara gelebilir, hatta tek başına iktidar dahi olabilir.
İşte size bunun bir ispatı...
14 Mayıs 1950'de yapılan genel seçimlere üç parti ile bağımsızlar katıldı.
Alınan yüzdelik oy oranları itibariyle sıralama şu şekilde kesinleşti:
Demokrat Parti (DP) : 52,68
C. Halk Partisi (CHP) : 39,45
Bağımsızlar : 4,76
Millet Partisi (MP) : 3,11
Kesin ve net tablo bu şekilde olmasına rağmen, ileriye yönelik tahlillerde bulunan Bediüzzaman Said Nursî, Demokrat Partinin düşmesi halinde, onun yerine ya Halk Partisinin, ya da Millet Partisinin iktidara geleceğini, aynı netlik içinde ifade eder.
Yalnız, çok önemli ve dikkat çekici bir diğer nokta şudur: Bediüzzaman, Demokratların düşmesi halinde, Halk Partisi iktidara gelse bile, bunun tek başına bir iktidar şeklinde olmayacağını özellikle vurgular ve hükmî ifadeyi kullanır: "Bu asil Türk milleti, ihtiyarıyla o partiyi katiyen iktidara getirmez." (Emirdağ Lâhikası–II, s. 422)
İşte, bundan da önemli ve hepsinden ziyade dikkat çekici bir nokta daha var ki, o da şudur: Üstad Bediüzzaman, Demokratların düşmesi halinde, onun yerine tek başına iktidara gelebilme şansına sadece ve sadece Millet Partisinin sahip olduğunu söylemektedir.
Oysa, Millet Partisi o tarihte sıralamanın en altında olup, oy oranı da yüzde 3,1 civarındadır. Halk Partisi ise, yüzde 39'larda...
Son derece dikkat çekici bir husus değil mi? Yani, burada yüzde 52 oy alan bir partinin iktidardan düşmesi halinde, onun yerine yüzde 39 oy oranına sahip olanın değil de, yüzde 3,1 oy oranına sahip olan partinin, hem de tek başına iktidara geleceği ifade ediliyor ki, buna şaşmamak ve hayretle karşılamamak elde değil. (Mukadder bir suâle cevap: Vaktiyle yüzde 3'lerde olan MP iktidara gelebildiğine göre, iki yıl önce yüzde 5'lerde görünen DP neden iktidara gelemesin?)
Lâkin, hayret ve şaşkınlıkla karşılasak da, yaşanan vakıa aynen ifade edildiği gibi tahakkuk etti. Zira, o tarihten günümüze kadar gelen 55 yıllık süreçte, Demokratlar iktidardan defalarca düştükleri, daha doğrusu düşürüldükleri halde, Halk Partisi hür seçimlerle (tek başına) iktidara bir türlü gelemedi. Geldiyse de, ya darbe, ya muhtıra sayesinde, ya da koalisyon ortağı olarak gelebildi.
Bu partinin iktidara en çok yaklaştığı dönem, 1977'de yapılan genel seçim dönemi olup (yüzde 42 civarı), ne o tarihten önce ve ne de o tarihten sonra bu oy nisbetini bile bir daha yakalayabilmiş değil. Ki, bundan sonra da o aynı başarıyı gösterebilme şansı hiç görünmüyor. Dolayısıyla, bu partinin varlığına ancak muhalefet cephesinde rastlamak mümkün görünüyor.
Tarihin doğruladığı gerçek
Tarihin tekzip etmediği, aksine doğruladığı Said Nursî'nin açık ifadelerine göre, tek başına iktidar olan Demokratların düşmesi halinde, onların yerine ancak (yüzde 3,1'lik oy oranına sahip) Milletçiler gelebiliyor.
Bu acib halinde örneklerine ise, 1983 ve '87 seçimleri ile 2002 ve 2007 seçimlerinde şahit olduk.
Başkasının indî mülâhazası ne şekilde olursa olsun, bizim açımızdan önemli olan Üstad Bediüzzaman'ın tesbitleridir. Onun tesbit ve telâkkisine göre, tek başına iktidara gelen bir parti eğer Demokrat değilse, o parti Milletçilere dayanıyor demektir. "Şimdilik dört parti var" ölçüsüne göre, ortada bir başka alternatif de yoktur, yahut görünmüyor.
O halde, 1983'te tek başına iktidar olan ve Demokrat Partinin devamı olmadığı kesinlik kazanan ANAP, fikrî ve siyasî çekirdek kadroları itibariyle Millet Partisi mânâ ve mahiyetine bürünmüş bir parti olduğu söylenebilir.
Aynı şekilde, 2002'de yine tek başına iktidara gelen ve "Biz yepyeni bir partiyiz" iddiasında bulunan AKP de, Demokrat misyona sahip çıkan bir parti olmadığından, yukarıdaki ölçü ve kıstaslara göre, yine Millet Partisinin "gömlek değiştiren" bir versiyonundan başka bir şey değildir.
Bu partinin, özellikle ikinci seçimde DP lideri rahmetli Menderes'in resmini kullanması ve onun mirasına konmaya çalışması, aynı partinin misyonuna da sahip çıktığı anlamına gelmiyor, gelmez de... Ne yazık ki, bazı kimseler bu noktada derin bir yanılgı içinde bulunuyor.
Gerek ANAP ve gerekse AKP'nin tâ Millet Partisine kadar gidip bağlanan unsurları ve köprüleri var. Meselâ, bugün AKP'yi ayakta tutmaya çalışan medyatik unsurları ve fikrî kadroları takip ettiğinizde, karşınıza mutlaka ve mutlaka Büyük Doğu, Sebilürreşad, Ehl–i Sünnet, Serdengeçti ve Büyük Cihad gibi "dinî ağırlıklı" mecmualar ve onların fikir kadroları çıkacaktır. Ki, bunların tamamı 1950'lerde Milletçidirler.
Keza, şöhretli isimleri takip ettiğinizde de, yani eski MP'den bugünkü AKP'ye geçişi sağlayan "köprü şahsiyetler" itibariyle tabloya baktığınızda, karşınıza özellikle Büyük Doğu Cemiyetine mensup Necip Fazıl (cemiyetin lideri), Cevat Rifat Atilhan (bir dönem parti başkanı), Osman Nuri (MP, onun evinde kuruldu), Abdurrahim Zapsu (Cüneyt Zapsu'nun dedesi), Eşref Edip (MP'nin fahri lideri Fevzi Paşa hayranı), Yılmaz Öztuna (Eşref Edib'in damadı?), Osman Yüksel ve Haluk Nurbaki gibi muhterem şahsiyetler çıkacaktır. (Bu damarın manevî boyutunda ise, hiç şüphesiz "İstanbul'daki ihtiyar hoca" yer alıyor.)
Bütün bu muhterem zevâtla—tıpkı Üstad Bediüzzaman'ın ifade ettiği gibi—din ve iman kardeşiyiz; fakat, siyasette değil.
Son bir not ile nihayet verelim: Üstad Bediüzzaman Afyon hapsinde iken kurulan Millet Partisi dahil olmak üzere, zaman içinde kurulan bu partinin bütün versiyonları, ancak ve ancak Nur Talebelerini de yanlarına çekerek siyasette yükselebilmişler. Buna muvaffak olamadıkları zamanlarda ise, sönüp gerilemekten kurtulamamışlar. Bununla beraber, Bediüzzaman'ın yokluğundan istifade ile onun dostlarının çoğunu partilerine transfer eden Milletçilere, Bediüzzaman Hazretleri hiç yüz vermemiş, onlara iltifat etmemiş ve onlarda gördüğü "din siyasete âlet edilecek" tehlikesi karşısında 35 senedir terk etmiş olduğu siyasetle daha ziyade alâkadar olarak, has talebelerine Demokrat Partiyi adres gösterme cihetine gitmiştir. (Bkz: Son Şahitler–II, s. 358, 359; Age–III, s. 241)
25.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Neden Demokrat misyon? |
|
Kâinatın Sahibi, bizi bu dünyaya imtihan için gönderdi. İmtihanın olabilmesi için hür irade verdi. Dolayısıyla hürriyet imanın özelliğidir. Kezâ, Rabbimizin insanda da tecelli eden Mürid (irade eden, dilediği gibi yaratan), Fail-i Muhtar (istediği gibi hareket eden) ve Mukaddir (takdir eden) isimleri hür iradeyi gerektirirler. Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebinin prensiplerinden biri, hürriyetçilere/demokratlara mânen ve maddeten yardımcı1, müttefik ve bir dayanak noktası olmaktır.2 Dolayısıyla ahrarları/demokratları desteklemek, imanın özelliğinin siyasete yansımasıdır.
Bu zaviyeden baktığımızda Bediüzzaman, siyasî partilere şahıs odaklı değil, fikir odaklı yaklaşır. Ona göre yanlış fikre ve siyasî düşünceye hizmet eden iyi insan bilmeyerek kötülüklere ve şerlere sebep olabileceği gibi, doğru fikre ve siyasî düşünceye hizmet eden kusurlu bir adam da sonuçta çok iyi hizmetlere ve hayırlara sebep olabilir. Bu düşüncesini “Çok iyiler var iyilik zannı ile fenalık ediyorlar”3 şeklinde açıklar.
Bayram Yüksel Ağabey, Üstad Bediüzzaman’ın, kendisini ziyarete gelen demokrat milletvekillerine, “Biz Nurcular sizi destekliyoruz. Ben sizi tutuyorum. Hamza Emek hem benim talebemdir, hem de demokrattır” dediğini nakleder.4
Bediüzzaman, Hamza Emek ve diğer bazı Nur Talebelerine, “Kardaşlarım, sizler benim ve Risâle-i Nur’un bedeline Demokrat Partiye kaydolun” diye buyurdu.5 Ve “Menderes, Yavuz Selim kadar bu memlekete hizmet etti!”6 dedi. Üstad, bir gün Salih Özcan’ın “Bir parti kuralım, biz başa geçelim” demesine karşılık da, “Eğer bugün Bayar bana dese ‘Said gel buraya otur!’, ben şiddetle reddederim. Bir cemiyette yüzde yetmiş dindar olmazsa İslâmiyet namına başa geçmek cinayet olur! Memuru (bürokrasisi), mebusu senden olmadıktan sonra İslâmiyete büyük zarar olur. Bütün kuvvetimizle Menderes’i desteklememiz lâzım”7 diyerek içtimaî-siyasî ölçüyü veriyordu.
Şu ifadeler de Üstad’ın hizmetkârlarının: “Biz Nur şakirtleri, Üstadımızın hizmetinde ve mesleğinde bulunduğumuzdan, siyasetlerle alâkamız yoktur. Fakat Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nurun men’ine dair zulümleri yapmadıklarından, Demokratın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. Evvelki defa gibi bu defa da Nurcuların epey faydası, Demokrat lehine oldu.”8
Bediüzzaman, “Tahsin Tola’nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler mecmuası resmen Ankara’da tab edilmesiyle hem âsâyişe, hem Demokrata, hem bu vatan ve millete yüz sene meb’usluk etmek kadar faydası oldu. Şimdi bu kadar mânevî, hakikî, hususan bâkî ve uhrevî kâr onlara yeter. Bir iki sene memuriyet ve meb’usluğa çalışmakla o bâki elmas gibi hizmetlerini, kırılacak fâni şişeye âlet yapmamak gerektir. Onun için ben onları tebrik ediyorum. Siz de onları tebrik ediniz”9 der ve şu tavsiyede bulunur:
“Madem siyasetçilerin bir kısmı (özellikle demokratlar) Risâle-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ‘ehven-i şer’ olarak bakınız. Daha ‘âzamü’ş-şer’den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.”10
Dipnotlar: 1- Beyanat ve Tenvirler, s. 201. 2- Age, s. 202. 3- Münâzarât, 51. 4- İbrahim Kaygusuz, Nurun Sadık Kahramanı / Zübeyir Gündüzalp, s. 227-228. 5- A.g.e, s. 228. 6- A.g.e, s. 229. 7- A.g.e, s. 231. 8- Emirdağ Lâhikası, s. 431. 9- A.g.e. 10- Emirdağ Lâhikası, s. 458.
25.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
|