|
|
Mikail YAPRAK |
Mehmed Emin Ay’la yüz yüze |
|
Uzaktan tanıdığım ve sevdiğim insanlarla bir gün yüz yüze görüşeceğime hep inanmışımdır. Çünkü dünyada olmasa da, ahirette gerçekleşeceğine peygamberî müjdeler vardır. Arapçası “El mer’u mea men ehabbe” olan hadis-i şerif o kadar müjdeli, o kadar tatlıdır ki, Türkçe mânâsını bilmeyen bile bundan haz alır, sımsıcak bir iklim ruh âlemini kuşatır. Evet, “Dost dostuyla (Cennette) beraber olacaktır” kudsî müjdesi gibi, “Kişi sevdiğiyle beraberdir” sözü de o şanlı Nebî’ye ait olduğuna göre, bunda zerre kadar şüpheye düşmek gaflet olur, hata olur. Biz, farzları eda edip, haramlardan sakınıp ve Sünnet-i Seniyeyi rehber edinerek demeliyiz ki: “Ya Resûlallah, biz seni çok seviyoruz. Ebedî hayatta seninle ve seni sevenlerle beraber olmamız için şefaatini bizden esirgeme!.”
Sevgili Mehmed Emin Ay da; ilim, irfan ve fazilet timsali şahsiyetiyle beraber bir Hak ve Peygamber aşığıdır. Sevenlerinin çoğu, onu görmeden, onu tanımadan önce onun güzel sesine aşina oldular. Onun na’tlarını, kasidelerini dinlediler, onun tilâvetiyle, nidalarıyla ve hazin yakarışlarıyla coştular. Onu yakînen tanıyan yakınları, akrabaları, (benim gibi) hemşehrileri, dostları ve meslektaşları; onun şöhrete erişmiş yönleriyle, kendi şahsiyeti, karakteri, ahlâkı ve yaşayışı arasında bir çelişki, bir uyumsuzluk bulamadılar.
Allah vergisi olan güzel sesiyle, aziz babasından tevarüs eden güzel kıraati ve tilâvetiyle, imanlı ruhları coşturan hazin yakarışlarıyla o; gönüllere taht kurarak tanındı, tanındıkça tevazuyla eğildi. Büyük Üstâdın, “Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli baldır” sözü, ona da rehber oldu. Ama ihlâsına ve İlâhî ihsanlarına zarar gelmesin diye köşe bucak kaçtığı şöhret, yakasını bırakmadı. Lâkin sevgili dostum artık korkmasın. Bu haklı şöhret ona, anasının ak sütü ve aziz babasından kendisine miras kalan güzellikler ve özellikler gibi helâldir. Allah için ben de bunun şâhidiyim. Evet, 22 Mart 2009 Pazar günü Avusturya’nın Wels şehrinde onun şöhretinin temizliğine ve meşruluğuna bizzat şahit oldum. İnsanların övgü ve teveccühlerinin, onun ilmî, edebî ve manevî birikimine ve ihlâsına zarar veremediğine şahit oldum. Bir günlük beraberliğimde, onunla hasbihal ederek, aynı safta namaza durarak, kıraat ve tilâvetini dinleyerek, sahnedeki duruşunu ve eserlerini izleyerek şahit oldum.
Onun, mihrabda ve safta Hakkın huzurunda, dünyayı arkasına atarak eriştiği engin ruh halini; sahnede yüzü dünyaya ve dünyalılara dönük iken de koruyabildiğine hüsn-ü zan ettim. Takdimci, onun tarihçe-i hayatını övgülerle takdim ederken, siz Prof. Dr. Mehmed Emin Ay’ın, oturduğu koltukta nasıl büzüldüğünü görmeliydiniz. Bir an; İstiklâl Marşının Büyük Millet Meclisinde dört defa okunarak ayakta alkışlarla kabulü sırasında Meclisi terk eden Mehmed Âkif Ersoy’u hatırladım. Fakat bu sevgili Mehmed’imin, Âkif gibi kaçacak yeri de yoktu. Üstelik, huzurda övüldüğü sahneye çıkması gerekiyordu. Çünkü o sahnenin dâvetlisi olarak orada bulunuyordu. Ve inanın, ona duâ ettim. Ve inanın, az sonra sahnede gördüğüm zat, sanki az önce övgülerle yere göğe sığdırılmayan kişi değildi. Sahnede Necid Çöllerinden Medine’ye slaytını izlerken bile, onu, imanlı yüreklere kor gibi düşen bu şiiri sadece seslendiren olarak değil; slaytta canlandırılan Peygamber âşığı Sudanlı olarak görür gibiydim. Sanki, Necid Çöllerinden Peygamber sevdasıyla yanıp tutuşarak Medine yollarına düşen, sevgili dostumun ta kendisiydi. Övüldüğü alanlara girmedi bile.. Çünkü o da biliyordu ki, ona nasip olan bu temiz şöhret, tilâvet ettiği Kur’ân-ı Azimüşşana ve âşığı olduğu Peygamber-i Zîşana aittir. Çünkü o da biliyordu ki, “Lezzetli üzüm salkımlarına has vasıflar, kuru çubuğunda aranılmaz.” Yine o da biliyordu ki, “İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir.” Ve yine o biliyordu ki, her kimden her kime karşı yapılan bütün övgüler gerçek sahibini bulur. “Essebebu kel fail- sebep olan yapan gibidir” kaidesine göre bütün övgüler (sebeb-i mahlûkat olan) Resulullaha (asm) ve “İleyhi yes’adul kelimüt-tayyib-Bütün güzel sözler O’na yükselir” âyetine göre Cenâb-ı Hakka ulaşır.
Bir slaytın hazırlayıcısı olarak, torun Aziz Hasan Ay ismini görünce, merhum dedeyi, yani Hâfız Aziz Ay Hocamı rahmetle andım. Çocukluğumda ben de ondan, yani M. Emin Beyin babasından teberrüken tecvid dersi almıştım. Merhum Aziz Hocamla bu yakın ilgimi oğluna aktarmak da, Van’da değil, Wels’te nasip olacakmış.
Sahneye ilk çıkışında Kur’ân-ı Kerim tilâvetiyle salonu huşu ve huzura gark etti. İkinci çıkışında, hazin yakarışıyla Mehmed Âkif’in Çanakkale Şehitlerini seslendirirken, Çanakkale’deydi, Bedir’deydi. Bizi de oralara götürdü. “Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi” mısraındaki vurgusuna dikkat ettim. Öteden beri önem verdiğim ince ayrıntının doğruluğunu onun da onaylamasına sevindim. Yani vurgusuyla, Bedrin Arslanlarının şanını, Çanakkale’de aramadı. Çanakkale’nin şanını Bedir’de aradı ve ancak orada buldu. Üçüncü çıkışında, Çanakkale şehitlerini anlatırken, hem kendisi, hem de biz gözyaşlarımıza hâkim olamadık. Sunumu ise, tam anlamıyla, “ağyarını mani, efradını cami” oldu. Yani Çanakkale ruhuna ait olanları dahil etti, ait olmayanları ayıkladı.
O sunumdan sadece bir anekdot aktarayım. Düşmanlara ait, “irresistible-karşı konulamaz” ve “inflexible-eğilmez” adlarını verdikleri gemilerin doksan saniye içinde kudret-i İlâhî ile batırılmaları, Çanakkale’de mânâya karşı maddenin mağlûbiyetinin bir başka delilidir.
Muhakkak ki, bu hayırlı ve nurlu hizmete sebep olma noktasında ATİB Wels Derneği yöneticileri, vaiz, imam ve hatipleri ve Yunus Emre Camii cemaati hissesiz kalmayacaklardır. İşte onlara bir daimî duâ da benden ki, yıllardır Van’da bile ancak uzaktan takip ettiğim, yanına yanaşma fırsatı bulamadığım, hemşehrim ve sevgili dostum Mehmed Emin Bey’le Wels’te, yani yıllardır ikamet ettiğim yerde, evimin bir sokak ötesinde kucaklaşıp hasbihal etmeme sebep oldular. Ahh, ne ki, program harici olur diye, onu evime dâvet edemedim.
Welsli kahramanlar, daha birçok hayırlara vesile olduklarını düşünüp Allah’a şükretsinler. Çocukluk çağlarından çıkmaya meyletmiş taze ve şirin gençlerimizin o sahnede Yasin-i Şerifi kıraat etmeleri, İstiklâl Marşımızın on kıtasını seslendirmeleri, sahnemizi mübarek kılan sebepler arasındaydı. Bir an oldu ki, o sahnede, nefsî, hissî ve resmî mülâhaza ve müdahalelerin, İlâhî bir istihale cihazında temizlendiği inancına sahip oldum.
Ve son olarak bir endisemi, sevgili dostuma buradan ileteyim. Bir gün Mehmed Emin Ay isminin siyaset sahnesinde anılması ihtimalinden bile, onun adına korkarım..
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bediüzzaman ve basın (4) |
|
Bediüzzaman, kamuoyunu yanıltan maksatlı ve yanıltıcı yayınlara her halûkârda düzeltmeler yazar. Meselâ “Bâzı muhalif gazetelerin Risâle-i Nur Talebelerine tekrar ‘tarikat kurmuşlar’ ithamını yaptıklarını gördük. Bu husus, Risâle-i Nur dâvâsını gören 10’a yakın Ağır Ceza Mahkemesinin kat’iyet kesb etmiş kararlarıyla sabittir” izâhıyla başlanan açıklamada, “muhâlif gazetelerin zâhir yalanları”na cevap verilir.
“Bazı gazetelerde çıkan yalanlar hakkındaki bir tekzibi berâ-i mâlûmât gönderiyoruz” diye yapılan bilgilendirmede basın mârifetiyle yapılan tahribata ve tezvirata yine basın aracılığıyla cevap verme gereğini ortaya koyar. (Emirdağ Lâhikası, 433-435)
Bu meyanda, “Nazilli’de iki mübârek adamın Ramazan-ı Şerif hakkındaki hasbihalini, ‘İslâmî bir devlet kurmak’ gibi siyasetvâri bir tarzda tebdil edivermeleri, o sahte siyaset bezirgânlarının, çocukları dahi kandıramayacakları acemice bir iftira ve bir uydurmadan ibarettir” ibâresi, Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin din nâmına ortaya çıkan, dini siyasete âlet etme durumunda olan, siyaseti ve devleti ele geçirmeyi amaç edinen “siyasal İslâm” hareketlerini kat’iyetle tasvip etmediğinin ehemmiyetle kamuoyuna bildirilmesidir.
Sözkonusu isnad vesilesiyle, “böyle yalanları yapmakla hangi maksadlarının istihsaline çabaladıkları kimsenin meçhulü değildir” denilmesinin anlamı açıktır.
Kısacası basını kullanarak İslâma ve Müslümanlara karşı yapılan saldırı ve isnadlara yine basın yoluyla mukabele etmenin, kamuoyunu ve devlet makamlarını doğru bilgilendirmenin gereğinin göstergesidir.
VATAN, MİLLET VE
İSLÂMİYET ADINA…
Aynı mülâhazalarla “Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere gayet ehemmiyetli bir hakikat”tı izâh eden mektuptan, “İslâm kahramanı” olarak tavsif ettiği Başvekil Adnan Menderes’e ve Demokratlara yazdığı, Halk Partisi ve Millet Partisine karşı “Kur’ân, İslâmiyet, vatan ve millet hesâbına bütün kuvvetiyle, talebeleriyle ve dersleriyle Demokrat Parti’yi destekleme” kararına kadar demokratik irâde ve kanaatinin doğru olarak gazetelerde neşri de büyük bir anlam taşımakta. “Halkı Demokratlardan soğutmak” ve “Nur Talebeleri ile Demokratların arasını açmak” amacıyla tezgâhlanan kimi fitnelere yine basınla cevap vermenin lüzumunu belirler.
Yine bu maslahatla Büyük Doğu mecmuasından “Lozan’ın içyüzünü”nün deşifresinin ya da gazetelerde yer alan “Menderes’in Konya nutkuna dair açıklaması”nın ayrıca lâhika mektupları arasına konulması, Bediüzzaman’ın basın yoluyla neşriyata verdiği değerin bir başka ifâdesidir.
Milletin değerleriyle barışık icraatlarından dolayı Demokrat Parti hükûmetini tebrikle beraber, siyaseti ve idâreyi hayırlı işlerde cesâret ve milletin taleplerine uygun demokratik irâdeye teşvikin, yanlışlardan sakındırmanın, yayın yoluyla bilgilendirmenin bir belgesidir…
Bütün bunlardan dolayı Bediüzzaman, bir kısım gazetelerin fasit kıyaslarla, haysiyet kırıcı neşriyatla İslâm ahlâkını sarstıklarından ve efkâr-ı umûmiyeyi perişan ettiklerinden yakınır.
Buna mukabil milletin inanç değerlerine saygılı basını “dost” bilir. Lâkin “siyaset noktası”ndaki temel ölçülere aykırı ve farklı yayınlarına açık bir biçimde “fakat siyaset noktasına değil” şerhini koyar. Milletin fikrî olgunluğa erişmesi ve doğru karar vermesi için “matbuat”ın mühim bir irşad ve tesirli bir hizmet vasıtası olduğunu anlatır. İslâma, Risâle-i Nur Külliyatına ve Nur Talebelerine dair haber, tahlil ve müdafaalara yer vermeleri oranında “vatan, millet ve İslâmiyet” adına ilgilenir…
BEDİÜZZAMAN’IN
GAZETECİLERE ÇAĞRISI…
Bundandır ki “Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip (edeplenmiş) olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten (milletin ortak genel görüşünden) bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizâmnâmesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli” diye seslenir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 24)
Aslında bu sesleniş, gazetecilik haysiyetinin ifâdesidir. Basının hiçbir ayırım gözetmeden tepeden inmeci keyfîliklere karşı topyekûn durması, sinsî taktiklerle, şeytanî saptırmalarla, yalan yaygaralarla yaydırılan fitne ve tefrikalara karşı tâvizsiz istikamet ve asil dirence dâvettir. Her darbe ve ara dönemin ardından dayatılan, demokrasiyi, hak ve hürriyetleri katleden cebrî emr-i vakilere mukabil milletin hakkını ve hukukunu koruma şuuruna çağrıdır.
Bugün bütün medyanın, Bediüzzaman’ın bu çağrısına ihtiyacı vardır…
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Gözünü kapayan kendine gece yapar |
|
Risale-i Nur Enstitüsünün düzenlediği “Küresel Kriz ve Said Nursî’nin İktisat Görüşü” konulu Risâle-i Nur Kongresi ve konu ile ilgili gazetemizin yaptığı yayınlar yankı buldu. Bazı gazeteler, krizin ‘İlâhî ikaz’ olarak yorumlanmasından rahatsız olurken, bazı yazarlar da Hıristiyan dünyasının “İslâmın ‘çare’lerinden biz de istifade edelim” anlamındaki beyanlarını akla uzak bulmuşlar.
Ortada inkâr edilemeyecek ciddî bir kriz var. Dünya bu krize çare arıyor. Bu güne kadar teklif edilen çareler çözüm olamadı. Olsaydı kriz daha da yaygınlaşıp derinleşir miydi? Teklif edilen çareler yeterli olmaz, çünkü ‘çare’ diye teklif edilenler zaten krizin çıkışına, derinleşmesine ve yaygınlaşmasına sebep oldu. Meselâ, faiz ve rant ekonomisiyle mi krizden çıkılacak?
Krizi derin şekilde hisseden Avrupa, çıkış için teklif edilen türlü ‘çare’ye iyi niyetle yaklaşıyor. Bu bakımdan, ilk bakışta Hıristiyan dünyası için çok uzak bir ihtimal gibi görünse de, ‘İslâmın öngördüğü faizsiz sistem’i bile gündemlerine alıyorlar. Nitekim Vatikan, hem yaşanan krizi “İlâhî bir ikaz” olarak gördüğünü açıkladı, hem de krizden çıkış için faizi yasaklayan İslâmın örnek alınmasını tavsiye etti. (İlgili haberler için bakınız: 7 Ekim 2008, 12 Ekim 2008 ve 7 Mart 2009 tarihli Yeni Asya nüshaları.)
Gazetemizin 23 Mart 2009 tarihli sayısı da, Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatı vesile edilerek hazırlanan “İlâhî ikaz: Kriz” ekiyle birlikte çok sayıda basıldı ve dağıtıldı. Okuyucularımızın desteği ve talebiyle, son yıllarda “23 Mart ekleri” bir gelenek hâline geldi. Her yıl Risâle-i Nur’lardan istifade ile hazırlanan ekler ilgi ve alâka görüyor. Bu seneki ekimiz de büyük ilgi gördü. Hem nazarları Risâle-i Nur’a çekti, hem de yaşanan ekonomik krize ‘çare’ sundu.
Tabiî ki herkesin bu ‘çare’leri beğenip hayatına tatbik etmesini arzu ederiz. Fakat apaçık doğruları beğenmeyen ve onları inkâr edenlere de sadece acırız. Malûm, zarara kendi rızaları ile girenlere ‘merhamet’ edilmez. Böyle insanların tavrı, gündüz vakti güneşi inkâr edip bir yandan da “Eyvah, gece oldu” diye şikâyet etmeye benzer.
Risâle-i Nur’un bir parçası olan “İktisat Risâlesi”ni incelemeden, sadece “Bunu bir ‘din âlimi yazmış, o halde ekonomik krize çare olmaz” diyen ön yargılı ‘prof’ların bu ‘çare’lerden istifade etmesi zaten mümkün değil.
İlim ehli olmak, herhangi bir konuda araştırma ve inceleme yapmadan fikir beyan etmeyi makul görebilir mi? Bediüzzaman’ın sunduğu ‘reçete’yi incelemeden, sadece önyargı ile yaklaşıp dudak bükmek, sadece dudak bükene nakise getirir.
İlim ehli insanlar gerek “İktisat Risâlesi”nden ve gerekse Risâle-i Nur’un bütününden istifade ile hakikatleri ortaya koyuyor. Başta Türkiye olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan paneller, konferanslar ve sempozyumlar bunun açık delili. Dünya ilim camiası Risâle-i Nur’dan istifade ile yol alırken, Türkiye’deki bazı ünvan sahibi kişilerin bu gerçekleri görmezden gelmesi çok yanlış. Lütfen, gençliğin ‘nur’dan istifade etmesine mâni olmayın yeter.
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Mesafeli duruş |
|
Üstad Bediüzzaman, vatan, millet ve Kur’ân menfaati için destek verdiği demokratlardan, mukabilinde hiçbir karşılık beklemediğini birçok ifadesiyle ortaya koymuştu. Bunların biri de, vefatından önce talebelerine verdiği en son derste şöyle geçiyor:
“Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor; az müsaadekârdır; ‘ehvenüşşer’ olarak bakınız. Daha ‘âzamüşşer’den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.” (Emirdağ Lâhikası, s. 877)
Bu ifadeden anlaşılacağı üzere, Üstadın burada esas aldığı temel ölçü, Risale-i Nur’a zarar vermemek ve az dahi olsa müsaadekâr olmak. Olumsuz anlamda Risale-i Nur’la uğraşmamak; onu tehdit, tehlike ve zararlı bir cereyana kaynaklık eden bir eser olarak görmemek. Serbest bırakmak, ilişmemek, engellemeye veya saptırmaya, bozmaya, dejenere etmeye çalışmamak.
Esasen Üstadın demokratlara yaptığı iki maddelik tavsiyelerin birincisi de bu. Risale-i Nur üzerindeki baskıların kaldırılması, eserlerin serbestçe neşrine imkân verilmesi ve böylelikle diğer tüm dinî hizmetlerin de önünün açılması.
Bunu, hem inanç ve manevî değer erozyonunun toplumda yol açacağı kaos ve anarşiyi önlemenin, hem de laiklik adına yapılan yanlış uygulamalar sebebiyle Türkiye’den soğuyan İslâm âleminin muhabbetini tekrar kazanmanın en etkili yolu olarak tavsiye ediyordu Bediüzzaman.
Bir tavsiyesi de Fatih’in İstanbul’u fethinden hemen sonra camiye çevrilip yaklaşık beş asır boyunca Müslümanların mabedi olarak hizmet vermesini takiben, tek parti devrinde gizli bir kararname ile müze yapılan Ayasofya’nın tekrar cami olma hüviyetine kavuşturulmasıydı.
Üstadın demokratlara gösterdiği bir hedef de “hürriyet-i şer’iyenin tesisine vesile olmaları” idi.
Özetlemeye çalıştığımız bu noktaların dışında demokratlardan hiçbir beklentisi olmadı. Onun gerek kendi imzasını taşıyan, gerek talebelerine yazdırdığı mektuplarda ve gerekse tatbikatında, bunların dışında birşey görmüyoruz.
(Kimilerince “Demokrat mânâsı bunlara geçti” gözüyle bakılan AKP’nin bu konulardaki tavrı, söz konusu iddianın ne ölçüde geçerli olduğuna ışık tutan ipuçları veriyor: Bu dönemde Risale-i Nur yer yer “sakıncalı” muamelesi görmeye devam etti, Ayasofya da Erdoğan’ın 2002 seçimi öncesi bir suali cevaplarken ifade ettiği “Boşverin bunları” yaklaşımına mahkûm edildi.)
Üstadın verdiği ölçüleri esas alan Nur Talebeleri demokrat çizgiyi sürdüren partilere destek verirken, genel hatlarıyla aynı tavrı muhafaza ettiler. Desteklerini kesinlikle bir pazarlık konusu yapmadılar. Milletvekilliği, bakanlık, kadro, ihale, teşvik v.s. gibi taleplerde bulunmadılar.
Dolayısıyla, Bediüzzaman’ın ve onun çizgisinde yürüyen Nur Talebelerinin DP’ye verdiği destek, seçim zamanı oy kullanıp, sonrasında yukarıda çerçevesi çizilen müsbet icraatları teşvik etmek ve yanlışlar olduğunda yapıcı bir dille uyarmakla sınırlı, mesafeli bir duruşu ifade ediyor.
Onun ötesinde Nur Talebeleri için asıl olan, her zaman, her hal ve şartta kendi hizmetlerinde yoğunlaşmak, orada fâni olmak, onların haricindeki meşguliyetlerle vakit ve enerji kaybetmemek olmalı. Ki, genelde de böyle olagelmiştir.
Zaten Nur hizmetinin devleti değil, toplumu ve bireyi önceleyen temel yaklaşımı da bunu gerektiriyor. Bu sebeple, “devleti ele geçirerek” topluma yön verme gibi arayışlar, Nur Talebelerinin gündeminde hiçbir zaman yer bulamadı.
Âl-i Beyt misyonunun ahirzamandaki temsilcisi olan Nur hizmetinin müntesipleri, ne ayaklanarak, ne parti kurup seçim yoluyla, ne de bürokraside kadrolaşarak iktidara hakim olma veya iktidardan pay alma çabası içine girmediler.
Bu tür yaklaşımlar içinde olanlardan bir şekilde etkilenerek, DP’ye verilen hasbî desteğe böyle bir nitelik kazandırmaya yönelik bazı münferit yorumlar ise camia içerisinde tasvip görmedi.
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Makedonya seçimleri |
|
Makedonya’nın bağımsızlığı Birleşmiş Milletler tarafından 1993 yılında tanındı. Ancak Yunanistan’ın itirazları yüzünden halen adı “Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti” olarak geçiyor resmî kayıtlarda.
Yunanlılar Makedonların M. Ö. 2000 yılından bu yana Yunanlı olduğunu, dolayısıyla Makedon ismiyle tanınamayacaklarını ileri sürüyor ve kendi ülkesinde de Makedonya adıyla bir bölge bulunduğu için Makedonya ismini almalarını kabul etmiyor.
Makedonlar ise Yunanlılarla aynı millet olmadıklarını, daima kendi dil, gelenek ve milliyetlerine sahip olduklarını savunuyor. Yunanlıların 1913 yılında Makedonya’yı bölerek bir kısmını işgal ettiğini ileri sürüyorlar.
İki milyonun biraz üzerinde bir nüfusa sahip olan ülkede, İslâm yüzde 33,3 ile ikinci büyük dindir. 400 caminin bulunduğu ülkeyi, Türkiye bağımsızlığa geçtiği 1991 yılından itibaren “Makedonya Cumhuriyeti” adıyla tanımıştır. Sonradan ABD de fikir değiştirerek o da bu anayasal isimle tanıdı.
Ancak bu isimde ısrar, Yunanistan’ın Makedonya’nın AB ve NATO üyeliğini engellemesine yol açıyor. Yunanistan’ın korkusu, kendi sınırları içinde yer alan Makedonya’daki etnik azınlığın, Makedonya Cumhuriyeti ile birleşme talebinde bulunması. Uzun süredir var olan bu korku, Yunanlıların Bulgaristan ve Türkiye ile nüfus mübadelesi yoluyla o bölgedeki Makedon nüfusun yapısını değiştirmesine yol açtı. Maalesef Yunanistan Batı Trakya Türkleri gibi Makedonlara da büyük baskılar yaptı. Makedonlar “Osmanlıda iken kendi dilimizde okulumuz vardı, kilisemiz vardı; şimdi hiçbirisi yok” diyorlar. Bu Yunan baskıları dolayısıyla göç eden Makedonlardan 300.000’i halen Avustralya’da, 100.000’i ise Kanada’da yaşıyor.
İşte bu ülkede geçen Pazar günü cumhurbaşkanı seçimi ve yerel seçimler yapıldı. İktidardaki Makedon Millî Birlik Partisi adayı Corce İvanov oyların yüzde 35’ini alırken, muhalefetteki Sosyal Demokrat SDSM partisinin adayı Lyubomir Frckoski yaklaşık yüzde 20’sini aldı. Buna göre iki aday, 5 Nisan’da yapılacak ikinci tur seçime katılma hakkı kazandı.
Makedonya barış ve huzur içinde geçen bu seçimlerle, NATO ve Avrupa Birliği’ne katılma konusundaki rüşdünü ispat etti.
Aslında Avrupa Birliği ve NATO, Avrupa’nın ortasında sayılacak bu küçük ülkeyi, entegrasyonun kolaylığını da dikkate alarak, bir an önce saflarına katmak istiyor.
Adayların Makedonya’nın anayasal adının tanınması, AB ve NATO üyeliği yanı sıra, Yunanistan ile ihtilâfın çözümü yolunda BM’in sürdürdüğü müzakerelerin desteklenmesi konularında görüşleri yarıştı.
Türkiye, Makedonya’nın NATO üyeliğini hararetle destekliyor. Bu ülke ile güçlü tarihsel bağlarımız var. Osmanlı’nın Evlâd-ı Fatihan’ı yerleştirdiği ülkelerden birisi. 1953 yılında bu ülkedeki Türk sayısı 203.000 idi. Ancak nüfus mübadelesi sonrasında bu rakam 78.000’e düştü. Halen Türkçe eğitim veren 60 okul var.
Ülkemizin, Osmanlı yadigârı olan bu ülkeye her alanda destek vermesi ve Yunanistan karşısında varlığını savunmasına yardım etmesi gerekiyor.
Temennimiz Makedonya’nın bu seçimler sonrasında özlediği istikrarla birlikte Anayasasında yer alan “Makedonya Cumhuriyeti” adına kavuşması.
26.03.2009
E-Posta:
|
|
Mehmet KAPLAN |
Teşekkürler |
|
Tiraj... Reyting…
Medya… Güç!
Televizyon, gazete, dergi.
Dizi… Kariyer.
Gelişim kursları… Beden dili.
İş başarma ve söz söyleme!
Varsa ajans, yoksa pres.
Gına geldi.
Vallahi gına geldi!
Tevâzu, yerin dibine.
Egoizm, baş tâcı.
Oh ne âlâ…
Hani olgun ağaç dik olmaz eğik dururdu?
Hani kendini beğenmişlik şeytan işiydi? Şimdi el-âlem her yol mubâh mantığıyla hareket edip başarılı olmak için helâl-haram iç ediyorsa bu mantık bizde de başını almış gidiyorsa “Dur” demenin vakti değil de nedir?
***
Bizim; çok şükür Yeni Asya olarak çizgimiz belli…
“Ama Yeni Asya’nın tirajı ne kadar?” diyenlere söyleyeceklerimiz var.
Peki o zaman:
Türkiye’deki gazetelerin toplam tirajı kaç?
Türkiye’de her şey dört dörtlük de bir de basının yüzünün karasına bakmadan baskı sayısı ilen övünmesi yok mu gerçekten de kasıyor beni bu!
Sanki Japon gazeteleri incelenmiş de..
Batı dünyasının:
Magazin basını dedikleri gazete tipi en tip haliyle bizde değilmiş gibi övünen refiklerimize gıcık oluyorum.
Tam anlamı ile gıcık!
***
Efendim; “Yeni Asya, kırk yıldır ne kadar mesafe almış ki?” diyenlere de bir değil, birkaç çift sözümüz var!
Yeni Asya’nın aldığı mesâfe senin gibilerin aklının almayacağı kadardır!
Türk demokrasisi eğer bugün bu merhaleye gelmişse..
Basın bu kadar hür ise…
Dört dörtlüğü yok, ama kendimize mahsus da olsa insan haklarımızda bu kadar da olsa yol alınabilmişse….
Her kesimin aynı tip olmaktan çıkması için verilen mücadele bu merhaleye ulaşabilmişse bundaki en büyük şeref öncelikle Yeni Asya ve okuyucularına aittir
***
Ha;
Şöyle diyenler baş-göz üstüne:
“Yeni Asya bu 40 sene içinde öncülük ettiği yayın grubuyla birlikte; pek çok konuda ilkleri başlatmış ve başarmış, baskı ve zulümlerin en kesif günlerinde sadece cemaatimizin değil, bütün Müslümanların nokta-i istinadı olmuştur, hamaset yapıp kendimize, neşriyatımıza övgüler düzmek yerine Üstad’ın takip ettiği istikamette 2. Yeni Asya dönemini başlatamaz mıyız?
Ayrıca:
1) Gazetemizin mevcut seviyesi; tiraj ve muhteva olarak, olması gereken yerde değilse; kusur sadece gazetemizi tercih etmeyen okuyucuda mıdır? Bizim eksik ve kusurumuz olup olmadığının röntgenini çektiremez miyiz? (Bu çalışmalar gazetemizde gerçekleşmektedir.)
2) Neşriyatımızın felsefesinin kaynağı olan Risâle-i Nurlar milyonlar alıcı bulurken; bizim kusurumuz, Risâ- le-i Nur metod veya felsefesini neşriyatımıza aksettirememek midir; değilse; Gazetenin muhteva zenginliğinin sağlanması için gerekli yazar, çizer ve fikir erbabımız için yetişmiş arkadaşlarımızdan yeterince istifâde edilmemekte midir?
3) Cemaatimizin genel seviyesi ile neşriyatımızın genel seviyesi paralellik gösterdiğine göre; cemaatimizin mevcut durumunda moral-hamle planlamaları nelerdir?
4) Geçmişte yaşanan ekonomik sıkıntılar, hizmet anlayışımız ve işletmecilik açısından daha mı profesyonelleşmeliyiz?”
Bu sorulara cevap arandığı muhakkak.
Bu soruları sorabilen okuyucularımıza da tek şey söylenebilir:
Yeni Asya sizin gibi okuyuculara minnettardır… Verdiğiniz güce teşekkürler…
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Mükemmelin peşinde koşmak |
|
Kâinatta muazzam bir hareket ve faaliyet vardır. Her şey gece gündüz demeden hummalı bir şekilde çalışır; hedefe, zirveye, kemâle doğru tırmanırlar. Sonunda bütün bu gayretler nefis envâ-ı çeşit ürünler ortaya koyar.
“Hayat harekâtla kemâlâtını bulur; beliyyât vasıtasıyla terakkì eder”1 diyen Bediüzzaman da insan için hareket ve faaliyetin gerekliliğini dile getirir.
Evet, insan da çalışmak zorundadır. Hareket, gayret ve faaliyet içinde olmazsa yerinde sayar.
Yöneldiği işte de mükemmeli yakalamak için o işte fanî olması gerekir. Bunu da Bediüzzaman, “İnsan hangi şeye teveccüh ederse, onun ile bağlanır ve onda fânî olur”2 cümlesiyle dile getirir.
Maksat güzeli, mükemmeli, faydalıyı yakalamaktır. Bunun için çalışmaktan başka yol yoktur. Eğer mükemmeli yakalama, çalışma şevk ve gayreti olmazsa geri kalmak kaçınılmaz olur.
Bu anlayış Asr-ı Saadetten itibaren yüzyıllarca Müslümanları zirvelerde dolaştırmıştır. Bunun en önemli sebebi Müslümanların ibadet duygusuyla çalışmalarıdır. Bu sûretle asırlarca maddeten ve mânen insanlığa rehberlik etmişlerdir.
Eskiden Müslümanlar zengin, dışındakiler de fakirdi. Bugün ise durum tam tersine dönmüştür. Bunun sebepleri nelerdir? Böyle bir soru Bediüzzaman’a sorulduğunda bunu iki sebebe bağlamıştı:
Birincisi: “İnsan için çalışmaktan başka birşey yoktur”3 meâlindeki ferman-ı Rabbanîyle beslenen çalışma meylinin ve “Çalışıp kazanan Allah’ın sevgili kuludur” şeklindeki kazanma şevkinin bazı telkinlerle sönmesi.
Oysa bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, yani Allah’ın adını, dinini yüceltme maddeten terakkiye bağlıdır; bu bilinmemektedir.
Dünya âhiretin tarlası olduğu halde kıymeti takdir edilmemektedir.
Kurûn-u vusta ve kurûn-u uhrânın ilcaatı tefrik edilememekte, yani orta çağla çağımız arasındaki farklar fark edilememektedir.
Bu geri kalışın daha başka sebepleri de vardı. Bunun üzerinde de İnşaallah bir sonraki makalemizde duralım.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 49.
2- İşârâtü’l-İ’caz, s. 76.
3- Necm Sûresi: 39.
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Tereddütleri izale için |
|
Yaklaşık iki aydır aralıklı şekilde devam eden 33 bölümlük "Ahrar–Demokrat çizginin 144 yıllık serüveni" başlıklı seri yazının, bugün itibariyle sonuna gelmiş bulunuyoruz.
Bu yazı serisi boyunca, çok sayıdaki okuyucularımızdan müsbet–menfî tepkiler aldık. Ayrıca, bu vesileyle birikmiş bir yığın soru var, konu var önümüzde.
Bunlara da, inşaallah önümüzdeki günlerde değinmeye ve kapasitemiz ölçüsünde suâllere cevap vermeye, izahatta bulunmaya gayret edeceğiz.
Seçim atmosferine girdiğimiz günden bu yana dikkatimizi çeken en mühim meselelerden biri ve belki de birincisi, bazı okuyucularımızın zihnen yaşadığı tereddüt ve siyasî tercihteki bocalama hali olmuştur ki, bunun bizlere hiç yakışmadığını düşünmekteyiz.
İşte, bu son yazıyı da, tereddütleri izale maksadıyla sizlere takdim ediyoruz. Geniş bir özetini sizlere takdim edeceğimiz aşağıdaki yazı, esasında bundan 17 sene evvel yazıldı. Neşir tarihi 17 Aralık 1992.
Maalesef, o tarihte de ciddî tereddütler vardı. Hatta, birlikte çalıştığımız arkadaşlardan meselâ üç tanesi, Demokratları desteklemekten vazgeçtiklerini, artık "din adına" siyaset yapanları desteklemenin vakti geldiğini, yani kendilerince zamanın "İttihad–ı İslâm Partisi"ni desteklemek zamanı olduğunu ifade ile, bundan böyle Erbakan liderliğindeki RP için çalışacaklarını açıkça dile getirdiler.
Nitekim, o günden itibaren, önce siyasî tereddüt pompalayan yazıları döktürmeye, ardından da ufaktan ufaktan adres göstermeye başladılar. Haliyle, bu minval üzere gitmenin ve birlikte çalışmanın imkânı kalmadı, ipler kopma noktasına geldi ve bizden ayrılmak durumunda kaldılar.
İşte, aşağıdaki yazıyı, böylesi bir atmosferde kaleme almıştık. Bugüne de bir faydası olur ve bazı kardeşlerimiz yanlışa düşmekten kurtulur ümidiyle sizlere takdim ediyoruz.
"Siyasî tereddüt"
"Siyasî düşünce farklılığı, günümüz demokrasisinin bir îcabıdır. Her bir vatandaş, vicdanî kanaatine göre bir siyasî partiye teveccüh edebilir. Kimse kimseyi aksî bir istikamete zorlayamaz; bunda icbara ve ikraha gidemez.
Vicdanî kanaatle beraber, aklî muhakemeyi de ön planda tutanların, kendileri için esas aldıkları bazı ölçü ve esaslar vardır. Bu itibarla, Yeni Asya okuyucusunun ve camiasının da kendisine göre birtakım ölçüleri, prensipleri vardır. Bu ölçü ve prensipleri de, asrın imamı Üstad Bediüzzaman’ın çağın tefsiri olan Risâle–i Nur Külliyatından alırlar.
Başkasının kendisi için esas aldığı ve usûl olarak tatbik ettiği ölçülere saygı gösterdiğimiz gibi, başkasının da bizim siyasî kanaat ve düşüncelerimize saygılı olmasını istemek, en tabiî hakkımız olsa gerektir.
Bu arada meselâ denilebilir ki: Bediüzzaman’ın siyasî yönünü siz mi temsil ediyorsunuz veya sizin bu meyanda hiç hatanız olmamış mıdır?
Evvelâ şunu kaydedelim: Doğru veya yanlış, ama çok şükür ki mazimizde siyasî kırıklar, zigzaglar yoktur. Bize göre artık tescil olmuş bu gerçeğe şayet bir itirazı olan varsa, gelsin bunu ispat etsin. İspat edemiyorsa, o halde önce kendi mazi dosyasına bir baksın; sonra da gelip çuvaldızı bize batırsın.
Zaman zaman ‘doz’ ayarsızlığı veya fürûattaki muhtemel hatalarımız olmuş olsa dahi, Bediüzzaman Hazretlerinin tayin ettiği ‘siyasî rota’dan, siyasî çizgiden ayrılmadığımızı; yüzümüz ak ve başımız dik olarak, dünya âleme maaliftihar söyleyebiliriz.
Hal böyle iken, birtakım dostların bazan siyasî tereddüde düştükleri de bilinen bir vakıadır. Acaba niçin ve hangi zamanlarda bu tereddütler hâsıl oluyor?
Bu tereddütlere, genellikle ihtilâl ve darbelerin akabinde, dindarların siyasetle olan münasebetlerinin tartışma konusu olduğunda, parti liderleri değiştiğinde, ortaya yeni liderler çıktığında, umumî veya mahallî seçim dönemlerinde rastlamak mümkün.
Tereddütlerin yaşanmasında da, şahsî kanaat ve sathî, indî nazarın payı büyüktür. Oysa biz, “Sahibüzzaman”ın çizdiği ana rotayı esas almalı ve ona uymalı değil miyiz?
İşte ey sadık dost ve ey yoldaş–ı aziz! Acaba Bediüzzaman’ı her yönüyle bir üstad kabul edenin dünyasında böyle tereddütlerin yeri yurdu var mıdır?
Bediüzzaman’ın siyasete bakışını net olarak görememek veya bilmemek, o zâtın bir ‘siyasî görüşü’nün olmadığını göstermez. Madem ki bir siyasî görüş ve kanaati var, o halde bu husus nasıl ve ne şekilde anlaşılabilir? Buna açıklık getirmek için, evvelâ iştirak edemeyeceğimiz ve Üstadımızın girmemize ruhsat vermediği, yani bizce desteklenmemesi gereken siyasî teşekkül ve cereyanlara şöyle bir bakalım:
* Dine ve dindarlara muarız olanlar. (En harbî düşman burada.)
* İhtilâl ve darbeleri meşrû görenler. (Dost–düşman birarada olabiliyor.)
* Siyaseti dinsizliğe âlet edenler. (En harbî düşman budur.)
* Dini siyasete âlet edenler. (En sinsi tehlike burada.)
* Din nâmına siyasete girenler. (En büyük risk burada.)
* Birinin hatasıyla yakınlarını cezalandıranlar. Ferdin hukukunu fedâ edenler.
* Irkçılık mânâsında millîyetçiliği esas alanlar. (Türkçü–Kürtçü... fark etmez.)
* Hiç iktidar şansı olmayan grup, kılik, hizip partileri veya büyük de olsa misyondan ziyade şahsa odaklı partiler.
İşte bu türden anlayışlara sahip partilere Üstad Bediüzzaman’ın tarafdar olduğu veya tasvib ettiğini söylemenin doğrulukla, ciddiyetle ve hakperestlikle bir alâkasının olmadığını düşünüyoruz.
O halde, tasvib edilebilecek ve desteklenebilecek bir siyasî misyonun nasıl ve kimlerlerden teşekkül ettiğini gösterecek ve muhtemel tereddütleri izâle edecek bir kaç noktayı da nazara vererek mevzuyu toparlamaya çalışalım:
* Hem demokrat, hem de vicdan hürriyetine samimane tarafdar olanlar.
* Maharet ve kabiliyet sahibi olanlar.
* İktidar olma şansına sahip olanlar.
* Dindar veya dine hürmetkâr olanlar.
* İdare ettiği halka ters düşmeyenler.
* Birinin hatasıyla, başkalarını mesul tutmayanlar.
* Bir ferdin hukukunu bütün millet için dahi olsa fedâ etmeyenler. Ve,
* ‘Ehvenüşşer’ ile tam hürriyete yol açanlar. Ki, meselenin asıl nirengi noktası da budur."
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Mahallî seçimlerde adayı mı, partiyi mi tercih edeceğiz? |
|
Mahallî seçimlerde, bir kısım yerlerde şahıslar önem kazanır. Hatta, taban tabana zıt bir partide de olsa, şahsa bakarak ona oy verme eğilimi gösterenler de çıkar. Bu meseleye Risâle-i Nur perspektifinden bakarsak nasıl yaklaşmalıyız? Adayı mı tercih edeceğiz, partiyi mi?
İman, ibadet, ahlâk, ilim gibi İslâmın bütün meselelerini ortaya koyan Bediüzzaman, elbette Kur’ân ve Sünnet’in bu zamandaki sosyal ve siyasî stratejisini çizecek; hizmet ölçülerini de verecektir. Bizim yapacağımız şey, bu ölçüleri, siyaset dahil hayatımızın bütün safhalarına uyarlamak ve uygulamaktır.
Bediüzzaman, “Her meselemizde emir, Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin (talebelerin) ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var”1 der. Şahıs, lider, imam, şeyh, hoca endeksli bir yapılanmayı değil; istişareye/çoğunluk esasına dayalı sistemi benimsemiştir. Şahısları aradan çıkarmış, düşünce, fikir endeksli bir model geliştirmiştir. Şöyle ki:
lEhemmiyet ve kıymet, şahs-ı mânevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.2
lBu zaman, ehl-i hakîkat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil, zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir.3
lFerdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin, şahs-ı manevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.
lZaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı manevî zamanıdır.
Tekrar vurgulayalım: Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.
Şu halde, siyasette de, şahıslar, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, siyasî düşüncelerinin ve partilerinin dışına çıkmazlar, çıkamazlar. Aksi halde ya onlar kendilerini, ya partileri onları dışlar.
Öyle değil mi? Şimdiye kadar olan mahallî seçimlerde seçilmiş olan şahıslara bakınız: Fikirleri, misyonları, düşünceleri ne ise, zikirleri de odur, icraatları da odur.
Diğer taraftan anayasa, hak ve hürriyetler, Avrupa birliği ve sair temel meselelerde hiçbir ilerleme sağlayamayan, bedel ödemeyen iktidarın mahallî adayı iyidir diye ona oy vermek bu meskenetin devamına yardım etmek ve gerçek demokratların iktidarını geciktirmek demektir.
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 195.; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 8.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 102.; 4- Emirdağ Lâhikası-l, s. 70.; 5- Tarihçe-i Hayat, s. 605.
26.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Salâhat-maharet meselesi |
|
Yetmişli yıllarda, yine bir seçim arefesinde, yine partilerin seçim reklâm ve propagandalarının dolu dizgin yapıldığı bir dönemde, şimdi olduğu gibi o zaman da dinî değerler üzerinden siyaset yapan o malûm partiye angaje olan, oldukça dindar olan ilçemizin o zamanki müftüsü, safi kalp insanlara yaptığı konuşmalarında, açıkça desteklediği parti iktidara geldiğinde, kendisinin bir ile vali olacağını; şayet bu olmasa herhangi bir ilçeye mutlaka kaymakam olarak tayin edileceğini söyleyerek malûm parti için milletten oy istiyordu.
Bu meyanda, ilâhiyat mezunu olan bir müftünün vali veya kaymakam olamayacağını söyleyenlere de; “Kardeşim bu ülkede hep alnı secde görmemiş, ağzı içki kokan insanlar mı vali veya kaymakam olacak? Haberiniz olsun, bu dindar kadrolar hükümet oldukları zaman bundan sonra hep namazlı-abdestli insanlar vali de olacak, kaymakam da olacak, müdür de olacak, müsteşar da olacak, haberiniz olsun...”
Bir gerçeğin tesbiti açısından ifade etmeye çalıştığım şu olayın üzerinden yaklaşık kırk yıl geçmesine rağmen, hâlâ üç aşağı beş yukarı siyaset arenasında benzer olaylar yaşanıyor. Yine mânevî değerler üzerinden siyaset yapan siyasî aktörler... Yine olmayacak söz ve vaadlerle milletin aklını çelebilme senaryoları... Yine muhalleri talep... Yine siyasî tercihlerde dahi dinî hassasiyetlerle hareket eden sâfî kalp insanlar...
İşte yine tam da bu noktada Bediüzzaman’ın tâ bir asır önceden “Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar” sözüne karşılık, “Nasıl iyilikten fenalık gelir?” diyen doğudaki aşiret mensuplarına, “Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran parça parça olur...” demesini hatırlıyoruz.
Dindar insanlar elbette seçilsin... Helâlı haramı bilen, alnı secde gören insanlar elbette milletvekili, belediye başkanı olsun. Kahir ekseriyeti Müslüman olan bu ülkenin insanlarına böyle idareciler yaraşır. Ama bir şartla... Ehliyet ve liyakat... Çünkü bir nev'î milleti sevk ve idare etmek demek olan siyasette yalnız dindarlık yetmiyor, “maharet ve liyakat” de önemli bir yer tutuyor. Hatta idareciliğe talip olanlarda, arzu edilen bir dindarlık olmadığı halde, lâzım olan idarecilik kabiliyeti veya mahareti mevcut ise, bu insan başarılı bir idareci olabilir.
Bu meyanda Bediüzzaman’ın şu harika tesbitlerine kulak verelim:
“...Fakat iş ve san'at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mahareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezâife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San'atta maharet ise müreccahtır.” (Münâzarât, s. 56)
Evet, Bediüzzaman böyle diyor. O büyük insanın yaklaşık bir asır önceden söylediği ve bize göre bugün de hâlen geçerliliğini ve doğruluğunu koruyan şu tesbitlere inanıp inanmamakta elbette her insan serbesttir. Biz biliyoruz ki Bediüzzaman bu sözleri söylediği zaman, gerek siyasî arenada, gerekse hak ve hürriyetler alanında yaşanan sıkıntılar, bilhassa ehl-i dinin düştüğü vartalar hemen hemen şimdi yaşamakta olduğumuz durumla aynı idi. Bediüzzaman, siyaset ve idareciliğin bir çeşit san'at olduğunu, san'atta da salâhattan (dindarlık) ziyade maharetin, diğer bir ifadeyle hüner ve kabiliyetin geçerli olduğunu ifade ediyor.
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
İnsan sevdiği şeyi dostları ile paylaşmak ister. Nur Talebeleri de öyle yaptılar. Paylaştılar. Hem de cömertçe... Acı çektiler, zehirlendiler, işlerinden oldular, horlandılar, dışlandılar, yanlış anlaşıldılar, yok edilmeye çalışıldılar. Ama yılmadılar, kızmadılar...
Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmıştı. Bir ses ve bir nefes duyuldu. Kokusu Asr-ı Saadet’ten geliyordu. Sûreten medenî olanlara sesleniyordu o. “İman insanı insanı eder” diyordu. O Bediüzzamandı, o garibüzzamandı, o Said Nursî idi.
Doğduğu zaman en kargaşalı zamandı. “Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz” diyordu. O, zamanın sesi oldu. Çağın nefesi oldu. Her insan ondan bir şey aldı. Ecdadımızı temsil ediyordu. En yetkili ve etkili olanlara da sesini duyurmuştu. Kimseden korkmadı, kimseye eğilmedi, kimseye bükülmedi. Hakkı söyledi, hakikati anlattı. Zindanları bile eğitim mekânları haline getirdi. Ülkeyi ve insanlarımızı canından çok seviyordu. Lûgatinde bedduâya yer yoktu. Ölümünden sonra da sesi yine gür çıktı. Mezarına bile tahammül edemediler. Ama o sevdiklerinin kalbinde taht kurdu. Kıyamete kadar da sesi ve sözü devam edecektir.
Kim kazandı, kim kaybetti? Ona azap çektirenler kaybetti. Ruhu şâd olsun. Vefatının kırk dokuzuncu yılında onu rahmetle yâd ediyoruz.
26.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|