S. Bahattin YAŞAR |
|
Allah’ın dağına Nemrut Dağı demişler; artık o, Haşmet dağı |
Yalanın sosyal hayatta dirilmesi tehlike sinyali İki aile ve 15 kız öğrencimizle Adıyaman’a gezi planlıyoruz. Her program, bazen iyi bazen de kötü, yeni şeyler öğretiyor insana. Gerçi kötünün de bir iyi dersi var. Planladığımız saatte kaptanı bekliyoruz. Telefonda görüştüğümüz kaptan, “Çorba içiyoruz, hemen geliyoruz’ diyor. Sonra öğreniyoruz ki, kaptan aracı tamire götürmüş. Keşke, ‘Tamirdeyiz, bir saat sonra geliyoruz” deseydi. Küçük küçük yalanlar, birey ve toplum hayatında büyük bozulmalara sebep oluyor. “Aman canım ne olacak?” kabilinden görülen yalancıklar, birer yılan olarak kalbi ısırıyor. Oysa bizde verilen söze, “namus sözü” deniyordu. Ağzından bir söz çıkmışsa, ne yapıp edilir, o sözün muhtevası yerine getirilirdi. Âlem-i İslâm’ın bir ciddî hastalığının, ‘yalanın hayat-ı içtimaiyede hayat bulup dirilmesi’ olarak teşhis edilmesi, acı bir gerçeğin ifadesi. “Âlem-i İslâm” ve “yalan,” iki zıddın tehlikeli birlikteliği. O zaman, bize öncelikli lâzım olan; doğruluk; sonra, yine doğruluk…
Gelincik tarlası ve mağlûp olan duygularımız Adıyaman yollarındayız. Baharın tadı bir başka. Yolda gelincik sergisine dayanamayıp, tarlaya iniyoruz. Kıpkırmızı tarlada onlarca insan, fıtratlarındaki yüklü programın gereği olarak; akılları, kalpleri gözleri ve diğer duyuları rızklarını alıyorlar. Gelincikleri görünce, geçip gidemiyor, duygularımıza yenik düşerek, minibüsümüzü, gelincik sergi salonuna çekiyoruz. Bu, san'atın gücünün ve insanın san'ata olan ilgisinin bir sonucu. İnsandaki cihazat, dış dünya ile alâkalı. Algılayan ve algılanan, birbiri için hikmetli. İnsandaki her duyu organı, kendi özelliğine uygun bir rızka bağlanmış. Onun için çiçeklerin rengiyle gözlerimiz, kokusuyla burunlarımız ve içimizde tatmin ettiği duygularla kalbimiz; San'atkâr’a teşekkür ediyorlar.
Abdurrahman-ı Erzincanî ve Ebu zer-i Gıfari (Hz) makamındayız Adıyaman’da önce, şehrin maneviyat büyüklerinin müsaadelerini almak üzere, Şeyh Abdurrahman-ı Erzincanî ve Ebu zer-i Gıfari Hazretlerinin türbelerine gittik. Duâlar ettik. Bu toprakların ne büyük anlamlar taşıdığını, sahipsiz olmadıklarını insan böyle ortamlarda daha bir hissediyor. Buralarda, her köşe başında bir büyük zatın ruhaniyeti ile karşılaşıyorsunuz.
Artık Nemrut Dağı diye bir dağ yok; o dağ, Haşmet dağı Güneşin batışını—Nemrut Dağı denilen— haşmetli, muhteşem görüntülü ve üzerinde çeşit çeşit çiçekler bulunan Allah’ın bir dağında temaşa edeceğiz. Nur Talebeleri o an, Nemrut Dağı tanımlamasını abes karşıladılar. Dağ Allah’ın, Güneş Allah’ın; dağlar üzerinde yaşayan insan Allah’ın, Güneşin batışını izleyen insan Allah’ın, Nemrut adı da nereden geliyor? Topal sineğe gücü yetmeyenin, haşmetli dağa adının verilmesi, dağa bir zulüm değil midir? Dağa tırmanırken, insanların taa uzak ülkelerden, gözün farklı bir rızkını alabilmek ve akledebilmek için zahmetlere katlanmaları dikkatimizi çekiyor. İnsanın ihtiyaçlarının âlemin her tarafına dağıldığını müşahede ediyoruz. İnsan dünyaya gelirken; görmek, işitmek, koklamak, hissetmek ve akletmek gibi muamma bir programın içerisinde buluyor kendini. Ve bu insan, programın gereğini doğru yerine getirdiği oranda mutlu. Öğrencilerimize, ‘Arkadaşlar! Bu dağın adının Nemrut Dağı olarak konulması doğru mu sizce? Ve bu isimlendirmeden acaba bu dağ memnun mudur? Bu dağın eteklerindeki rengârenk çiçekler, böcekler böyle bir isimlendirmeden razı mıdırlar?’ diyerek soruyorum. Önce hep bir ağızdan, “Hayıııııırrr!” diyorlar ve ‘Kesinlikle doğru değil. Bu, Allah’ın dağıdır. Adı, ona göre konulmalıdır. Dağımız çok haşmetli olduğu için, onun adı, Haşmet dağı olsun dediler. Kabul ettik ve öyle seslendirdik. Hiç değilse bu bizim için şimdilik böyle. Bir öğrencimiz de, Gaziantep’teki, daha önce Gavur Dağı denilen dağa, Üstadın, Nur dağı adını verdiğini ve sonradan da böyle resmiyet kazandığını belirtti. Anlaşılan Nur Talebeleri, her şeyi okuduklarına göre yorumluyorlardı. Haşmet dağında, güneşin batışını temaşa etmek çok muhteşemdi. Yüzlerce insan, güneşin batışı esnasında, değişik hayret sesleri çıkarıyordu. Islık çalanlar; ‘Vaaaaavvv!’, ‘Yahhhoooo!’ gibi ne anlama geldiği anlaşılmayan sesler çıkaranlar veya ‘Muhteşem!’ sesleri bile, insanın taşıdığı duygu ile anlam yüklenenler arasındaki ince bağlantıyı gösteriyordu. Tabiî Nur Talebelerinin san'at-ı İlâhî karşısındaki hayranlık sesleri daha bir anlamlı idi: “Allah, Allah!”, “Fesüphanellah!”, “Barekellah, barekellah!”
Görüşmek, bir güçtür O akşam Adıyaman dershanemizde kaldık. Adıyamanlı Nur Talebeleriyle görüştük. Görüşmenin bir güç olduğunu, insanı nasıl ciddî etkilediğini ve hayat verdiğini burada bir kez daha hissettik. ‘Seyahat sıhhattir’ cümlesine, ‘Görüşmek sıhhattir.’ cümlesini de ilâve ettik. Ertesi gün, Risâle-i Nur hareketine dost olan ve müritlerine, Risâle-i Nur eserlerinin okunmasını tavsiye eden, Allah dostu zatın bulunduğu Menzil’e uğradık. Allah’a, daha ziyade kalp ayağıyla ulaşan bu tarik, böyle yaşamak isteyenlere bir kapı açıyordu. Duâlar alıyor, duâlar ediyoruz. Risâle-i Nur Talebeleri olduğumuzu söylediğimizde, kalbî gülümsemeler beliriyor yüzlerde ve diller duâ ediyor. Kur’ân tilâvetinin, namaz sonrası tesbihatın, cevşen okumalarının ve Risâle-i Nur okumaları içerisindeki manevî, kalbî gıdanın; kalbî rızık olarak ihmal edilmemesi gereğini burada bir kez daha anlıyoruz. Nurların; kalben, aklen, mantıken ve sair hisleri tatmin ederek, bu asırda dünyalara nasıl nüfuz ettiğini bir kez daha müşahede ediyoruz. Mesleğimizin muhabbetiyle yaşayarak ve hiçbir hak mesleği de tenkit etmeden, Isparta kahramanlarına yetişmeye çalışmanın önemini düşünüyoruz. Tenkit yok, duâya devam derken; ahiret bohçamıza, birkaç nuranî hatıra daha iliştirmiş olarak, şükrediyoruz. *** Çağrışım: Bir televizyon programında ABD Başkanı Obama’nın bir sineği nasıl tek vuruşta öldürdüğü ekranlara taşınıyor. Birinci haber olarak yer alıyor. Bir de Obama, ayağıyla, öldürdüğü sineği kameralara gösteriyor. Haberciler de, ‘tek vuruşla indirdi’ cümlesini not ediyorlar. Güya, süper gücün merkezindeki insanın neler yapabileceği imasında bulunuluyor. Oysa farklı bir vizyon içinde olan Obama’dan, “Bir canlının hayatına kast ettiğim için üzgünüm” cümlesi beklenirdi. Hiçbir küçük, küçük değildir. Büyüklükler ayrıntılarda gizlidir. İslâm âlimi Bediüzzaman, çamaşır ipi üzerinde dizilmiş olan sinekleri kovalayan talebelerine, “Kuşçuklarımı rahatsız etmeyin” diyerek, imanın mahlûkata karşı nasıl bir davranış getirdiği mesajını vermiştir. Nemrut yazısı vesilesiyle hatırlatalım ki, o sinek, eğer Yaratıcısından özel bir görev alırsa, gücü, kuvveti, saltanatı dillere destan olan Nemrut’u nasıl yerle bir ettiğini ve hayatını kararttığını ve dünyada yaşayan koca kafalı insanlara da nasıl mesaj verdiğini göz ardı etmemek gerekir. Tarihteki her yaşanan, yaşanacaklara bir örneklik teşkil eder. İnsan karşısında sinek ne kadar küçük görünüyorsa, yüce Kudret karşısında insan da bundan farksızdır. Herkes haddini bilmeli… 20.06.2009 E-Posta: [email protected] |