Fatma Nur ZENGİN |
|
Fişavi’nin fıstıkçılarına ve Kahire’ye dair…. |
Kahire’nin dar sokaklarını, çıkmazlarını, taksilerini, trafiğini, ekmeğini, egzoz dumanını, kiliselerini, camilerini yazdım. Khan el Halilî’yi, piramitleri yazdım. Bugün, Fişavi kafede otururken, gözlerim renklerin içinde yanıp dönerken, yüreğim atmosferde yanıp sönerken, her karesini fotoğraflamak istediğim bu mekâna dair, yazmadığım daha çok şey olduğunun farkına vardım. Nargileyi, naneli çayı, içinde nar taneleri olan mango suyunu yazmış olabilirim. Yüzlerce sayfalık desen kataloğunu ezbere bilen ve istediğiniz desene bir kere bakarak, kataloğu kapatıp çantasına koyduktan hemen sonra, o deseni elinize çizen kınacı teyzelerden bahsetmiş olabilirim. Fişavi’nin en az 150 yıllık devâsâ ve en az yüz elli yıldır silinmemiş aynalarına değinmiş olabilirim. Bu silinmemiş aynaların, en az turistleri rahatsız ettiğini, çünkü gizliden gizliye çekilen bir düzensizlik ve en az seviyedeki mükemmeliyet arayışlarını burada sona erdirdiklerini gözlerinden okuduğumu, en çok orada turist olduğumu söylemiş olabilirim. Ama, belki de masanıza gelip ud çalmasını isteyip istemediğinizi soran adamdan, ilginç firavunik desenli, çok düşük kalitedeki cüzdanları bıkıp usanmadan size satmak isteyen gençten hiç bahsetmemişimdir. Poşetin içinde taşıdığı fıstıktan bir avuç çıkarıp, siz hiç istemeden masanıza bırakan ve ikinci bir tur attığında, sanki o bir avucun içinde, kaç tane fıstık olduğunu biliyormuş gibi, eğer koyduğu fıstık yenmişse parasını isteyen; eğer yenmemişse, sessizce o bir avuç fıstığı alıp çantasına geri koyan teyzeyi hiç bu satırlara misafir etmemişimdir. Tek eliyle belinden sıkıca kavradığı, fakat yürüdükçe bir o tarafa, bir bu tarafa doğru eğilen, yalın ayaklı küçücük çocuğuyla gezip, her masaya kâğıt mendil bırakan genç anneyi yazmamışımdır belki. Belki “Filistin’i seviyorum” rozetlerini kendisine 3-4 büyük beden gelen tişörtünün her tarafına iğnelemiş ve ekmek parasını bekleyen o ufaklıktan hiç bahsetmemişimdir. Bir gün turist olup, başka gün buralı olarak gözlemlediğim bu şehirde, bu sıralar kendimi daha çok turist gibi hissediyorum. Sanırım turist olmak en kolayıma giden şey. Ve ben de kolaya kaçıyorum. İnsan kendisine turist nazarıyla baktığı zaman, aslında her gün gördüğü şeylere daha farklı bir bakış açısı kazanıyor. Sanki olan herşey, bir kere daha şaşırtıyor sizleri. Aslında üç yıldır ulaşımımı taksi ile sağladığım bu şehirde, son bir aydır metroya biniyor olmak da bana farklı bir bakış açısı getirdi. Taksiye binildiğinde bile Bursa’da belediye otobüsüne verilen ücretten daha düşük bir ücret vermenin mümkün olduğu bu ülkede, daha da ucuza yaşayarak, fazlasıyla birikim yapmak isteyen turistler gibi, o metronun içinde fazlasıyla sırıtıp göze battığımı biliyorum. Onlarca gözü her seferinde üzerimde hissetmek biraz rahatsız etse de, Kahire’nin farklı yüzünü tanıyor ve farklı alışkanlıkları keşfediyor olmak, bu işe biraz değişiklik katıyor. Maddî imkânsızlık içinde olanların, tahmin ettiğimden çok çok fazla olduğunu, sağlıksız beslenen çocuk sayısının korkunç derecede olduğunu, baş örtmenin tamamen gelenek, hatta gelenekten de öte, saçları taramaya üşenmekten kaynaklandığını, dinî değerlere duyulan saygı açısından Türkler ve Mısırlılar arasında mevcut uçurum gibi farkı bu trenlerde gözlemliyorum. Kapımın önünde sayısız ve rengârenk mini Cooper ve son model BMW’ler satan oto galerisini, evimin önüne park eden, sarı, siyah renklerde ve değişik modellerdeki Hummer ‘ları, evimin civarındaki lüks kafe ve restaurantlarda oturan ve hemen hemen her gün gördüğüm, Türkiye’dekinden, hatta Avrupa’dan pek farklı olmayan yaşam standardındaki gençleri her gün göre göre, Mısır’ın gerçeklerini de biraz farklı algılamışım. Aslında doğru olan birşey var, o da buradaki “zengin” grubuna giren insanların –ki bu ülkede hâlâ Ortaçağ İngiltere’sindeki gibi bir sınıf sisteminin devam ettiğini de göz önünde bulundurmak lâzım– Türkiye’dekilerine kıyasla çok daha zengin ve fazlasıyla müsrif olduğu bir gerçek. Belki bunun, yani benim bu gözlemimin bir nedeni de, Türkiye’den gelmiş biri olarak, burada çok daha yüksek bir standartta yaşıyor olmaktan kaynaklanıyor. Bu insanları çok daha fazla görüyorsunuz. Yine de, sadece bir çift ayakkabı alabilmek için Paris’e hafta sonu alışveriş seyahatine gidenleri, çantasındaki paranın hesabını bilmeyenleri, madenî para harcama kültürü olmadığından, Avrupa’ya gittiği zaman her 1 euroluk alışverişinde, 10 Euro bozdurup, aldığı para üstünü çantasına atan ve Mısır’a dönerken, çantasındaki 300 euroluk madenî parayı tümlemek için bankaya giden 13-14 yaşındaki çocukların ve bunlara bu rahatlığı veren ailelerin olduğu bir ülke burası. Bir günü iyi, bir günü kötü diyorum bazen Mısır için. Ama doğru gözlemlendiğinde, aslında Mısır’da her gün aynı. Bir günü iyi, diğeri kötü olan ise bizleriz. Bir gün, herşeyi boş verip, olumsuzluklara gözlerimizi kapatıyoruz ve dünyanın en güzel ülkesinde, en iyi şartlarda yaşadığımızı hissediyoruz. En çok o günlerde, “Acaba hep Mısır’da mı yaşasam?” diyorum. Diğer gün ise; artık canımıza “tak” eden eşitsizlikler, sınıf ayrımcılıkları, sefaletle sefahatin aynı caddede görülebildiği bir ülke, artık dayanılmaz hale geliyor. En çok, o günler buradan taşınmaya gönüllü oluyorum. 26.05.2009 E-Posta: [email protected] |