Fatma Nur ZENGİN |
|
Annem ve yeşil erik |
Mısır’a ilk taşındığımda, aylardan Ramazan’dı. Ev yerleştirme, kayıt işlemleri v.s. derken nasıl geçtiğini anlamadan Ramazan bitivermişti ve bayram gelip çatmıştı. Gurbetteki, uzaktaki ve yalnız ilk bayramım olacaktı, içten içe ağır geliyordu. Hiç olmazsa şehirden uzaklaşarak bu “yalnız başına bayram” duygusundan kurtulmayı planladım ve bir grupla beraber bir vahaya geziye gittim. Gitmeden önce de sevdiklerime bayram tebriği yazmıştım: “Burada iftar açılırken—1 bardak sütün içine çekirdekleri çıkarılmış hurma koyuyorlar—belki bir düzine... ve farklı oluyor... Burada hiçbir anne ne kendi çocuğunun, ne de sizin tabağınıza yemek koyuyor” diye bir paragraf vardı bu yazıda… Bunu gönderdiğim herkes, başta annem, çok hüzünlenmişti. Aslında kimseyi üzmek değildi amacım. Sadece durumu daha iyi tasvir etmek istemiştim. Şimdi dönüp baktığımda, o ilk günlere dair en çok özlenenler ve ne kadar zaman geçerse geçsin alışılamayanlar gelir durur aklıma. Hepsinden bahsetmeyeceğim. Tek birinden bahsedeceğim, herşeye bedel olanından: annemden… Bugün, bazı haftalar sorduğu gibi “Kızım, yazını yazdın mı?” dedi. Aslında yazmamıştım, ama ne yazacağımı çok iyi biliyordum. “Hayır, anne, yazmadım” dedim. Ne hakkında yazmayı düşündüğümü sorduğunda ise bir şekilde geçiştirdim. “Anne, seni yazacağım” diyemezdim ya! Ama işte, onu yazıyorum. Benim varlığım, benim yokluğum, gözlerimdeki bakışları en iyi anlamlandıran, gizli mânâlarımı en iyi çözen, kalbime dokunan, kalbini sınırsız açan, beni kayıtsız şartsız seven, ilk konuşmaya başladığımdan bu yana büyük bir sabırla dinleyen, ilkokulda okuldan eve geldiğimde önlüğümü çıkarmadan, nefes almadan konuşmaya başlamalarımı sevgiyle ve anlayışla karşılayan, kocaman olup, bir başıma yaşadığım bu ülkede, her gün maceralarımı aynı sabır ve şefkatle dinleyen, hep benimle olan, beni hep destekleyen annemi yazıyorum. Bana kapıyı açışını, pencereden bakıp el sallayışını, bir tabak sıcacık çorbasını, ders çalışırken getirdiği çayları, güzel gülümsemesini, beni sevmesini çok özlediğim annemi yazmak çok kolay değil oysa. Türkiye’den her ayrılışımda, içime gizli, çok ağır bir hüzün çöküyor. Bu hüzün, anne, baba, kardeş kaynaklı oluyor en çok. Kimseye belli etmeden, sessizce gidiverirken, hissediyorum ki, bunu annem anlıyor. Bunu en çok annem hissediyor. Ama yine de gidişime karşı en sağlam duran annem oluyor. Beni o kadar çok seviyor… Ne kadar uzakta olursam olayım, aramızdaki yüzlerce kilometreye rağmen, evimdeki herşeyde annemin izini görüyor ve her gün onu hatırlıyorum. Başım sıkıştığında; ileri görüşlülüğü ve her ihtimale hazırlıklı oluşu yardımıma koşuyor. Evimin her köşesinde kurtarıcı noktalarını görüyorum. “Annelik böyle birşey” diyorum. Reklamlara, insanlara zorla dayatılmaya çalışılan tüketim kültürüne ve çılgınlığına ortak olmuyorum. Klasik olsa da, “annemi düşünmediğim ve sevmediğim bir günümün bile geçmemesi,” en önemli şey benim için. Aslında en önemlisi, annemin de bunu bilmesi. Hatırlatmama gerek bile olmadan bunu anlayabilmesi onu anne yapıyor en çok. İçimin sıkıldığını uzaklardan hissedebilmesi gibi birşey işte. Her yeşil erik yemeye çalışışında, yiyemeyişi belki de. Ve ben, tüm anneler kadar yüce, tüm anneler kadar özel annemin anneler gününü, çiçeksiz hediyesiz, yanında bile olamadan, ama sözümle, ama yüreğimle kutluyorum. İyi ki varsın annem! Bugün baktım da geçen hafta bu köşede yazmaya başlayışımın birinci yılı dolmuş. Ne kadar çabuk geçmiş zaman, daha dün gibi. İlk yazımı yazdığım günü ve mekânı çok iyi hatırlıyorum. Kısa bir değerlendirme yaptığımda, bu köşede sadece Mısır’a yahut bulunduğum diğer yerlere ait gözlem, fikir, haber v.s. yazıları değil; aynı zamanda sevdiklerimle bir şekilde bağlantı oluşturan yazılar da yazdığımı fark ettim. Aynı bugün anneme ulaştığım gibi… 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |