Hüseyin EREN |
|
Pencereyi değiştirmek |
Oturma odasının ışığı, önce kesik kesik yanmaya başladı sonra söndü, karanlıkta kaldık… Ampulü değiştirdim, değişen bir şey olmadı, karanlık etrafı kaplamaya kararlıydı, razı olacak değildim ya, anlayan birini çağırdım… Daha ampulü sökmeye çalışırken, avizede ondan başka beş adet ampul takılacak yerin olduğunu fark ettim… Aynı ampulü başka yuvaya takınca yandığını gördük, meğer onun yuvası bozukmuş… Nasıl olmuş da görememişim koskocaman beş ayrı yuvayı, hayretle gülüştük, bu kadar basitliği aldanarak karanlıkta kalmak hiç de aydınlık bir durum değildi… Başını şöyle bir çevirip, farklı cepheden ve pencereden bakmak çok görünmezi görünür kılarmış meğer… Hal o ki, tek yönlü sabit bir bakış, düz bir mantık, ışığa ulaşmamızı engelliyor; olmuyor deyip karanlıkta kalmayı kabulleniyoruz… Ayak uydurarak değişime eşlik etmek, gerçeğin aydınlığına erişmemize yeter bir faaliyet; elektron atom çekirdeğinin etrafında, ay dünyanın, dünya güneşin, güneş galaksi merkezinin, Samanyolu galaksisi diğer galaksi gruplarıyla birlikte kâinatın merkezine doğru dönmeseydi ne madde olurdu, ne hayat, ne de aydınlık… Evrenle beraber yokluğun karanlığında nefessiz kalır, anlamsızlıkta boğulurduk… Hayatın sabit gerçekliliği, farklılıkta dönmekten geçiyor, o kadar basit ve o kadar da karmaşık; olmuyor, anlamıyorum deyip de oturana karanlık, ayağa kalkıp da şöyle bir değişik pencerelerden bakana aydınlık… Gece ve gündüz değişimleri, gecede anlamayana gündüz, gündüzde anlamayana gece sayfalarını sunuyor; sabitlikte kalmayın, okuyun ve anlayın, renkleri, sesleri, harfleri iyi algılayın… İnsanlar arasında sizin gibi düşünmeyen olabilir, empatik bakışla onları anlamaya çalışmak, sizi yanlış düşünce karanlıklarından kurtarabilir… Doğru sadece sizin bildiğiniz, iyi sadece sizin algıladığınız, güzel sadece sizin gördüğünüz olmayabilir; belki karanlık odada oturan sizsiniz, kalkıp farklılık etrafında şöyle bir dolaşsanız aydınlığı daha iyi görecek, gökkuşağı keşiflerinde bulunacaksınız… İyiyi, doğruyu, güzeli yeterince göremememek; sanatta, ilimde, siyasette, bireysel yaşantıda da olabilir… Mihenge vurmadan her düşünceyi almamak da dengeyi sağlayan diğer bir ölçü… Bakışları farklılıklaştırarak küçük değişimler yapmak; karanlıkta kalmaktan kurtardığı gibi aydınlığı keşfettirir… Kalıpları kırarak ışığa açılmak gayret bedelini ister… Karanlığa razı olmayanların karar kılacağı nokta; dengeye oturmak olmalıdır; elektronda, ayda, galakside kısacası kâinatta olduğu gibi… Kâinat genişliğindeki aydınlık, bakışlarını onun kadar genişletmeyi gerektirir. 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Sehiv secdesi |
Cevat Bey: “Hanefî mezhebine göre sehiv secdesi nasıl yapılır? Tahıyyâttan sonra mı? Salâvatlardan sonra mı yapılır?”
Düşmez, yanılmaz, hata yapmaz, unutmaz, sehiv yapmaz bir Allah’tır. Kul hatâ yapar, kusur eder, yanılır ve unutur. Bu hatâ ve yanılma namazda olursa, kul secde ile, hatâsız ve kusursuz olan Allah’ın Ulûhiyetine ve Rubûbiyetine sığınır. Bediüzzaman’ın (ra) tarifine göre secde, Yüce Allah’ın zevalsiz Zatının Cemaline, değişikliğe uğramaktan münezzeh kudsî sıfatlarına ve sermedi kemâlâtına karşı hayret ve mahviyet içinde, Allah’tan başkasını kalben terk ederek, bütün fanilere bedel Cemil-i Baki ve Rahîm-i Sermedî’nin huzurunda “Sübhâne Rabb’iye’l-A’lâ” diyerek zevalden münezzeh ve kusurdan müberrâ olan Rabb-i A’lâ’sını takdis etmek ve Allah’a olan muhabbet ve ubudiyetini ilân etmek demektir.1 Namazda sehiv yaptığımızda ve yanıldığımızda yaptığımız secde ile, Allah’ın bütün kusurlardan ve noksanlıklardan münezzeh olduğunu teslim etmek, acziyetimizi, zaafiyetimizi ve mahviyetimizi Cenab-ı Hakk’ın huzurunda itiraf etmek ve namazımızın kabulünü ricâ etmek istediğimizi belirtmiş oluruz. Namazın vaciplerinden birini yanılarak terk ettiğimizde veya geciktirdiğimizde namazın sonunda sehiv secdesi yapmamız vacip olur. Sehiv secdesinin yapılışında detay denebilecek görüş farklılıklarının olduğu doğrudur. Bu farklılık “evlâ-daha evlâ” arayışlarından ibârettir. Hiç şüphesiz her bir görüş sâlim içtihatların ürünüdür; hepsini saygıyla anıyoruz. Ancak esas olan secde yapmak ve detaydaki içtihat farklarına takılmamaktır. İçtihatlardan birisi ile amel etmek câizdir ve yeterlidir. Hanefî mezhebine göre sehiv secdesi şöyle yapılır: Et-Tahiyyâtü okunduktan sonra bir görüşe göre sağa ve sola, diğer bir görüşe göre yalnız sağa selam verilerek secdeye gidilir. Buradaki iki görüş de Hanefîlere âittir. İmam-ı Azam ile Ebû Yusuf’un görüşüne göre, iki tarafa selâm verildikten sonra secdeye gidilmesi daha evlâdır. İmam Muhammed ve cumhurun görüşüne göre de yalnız sağa selâm verildikten sonra secdeye gidilir. Bilhassa cemaatle kılınan namazlarda iki tarafa selâm verildiğinde namazdan ayrılan olabileceği düşünülerek, yalnız sağa selâm verilerek secdeye gidilmesi yönünde görüş birliğine varıldığını görüyoruz. Secde peş peşe iki defa yapılır. Her iki secdede de üçer defa “Sübhâne Rabbi’yel-A’lâ” okunur ve sonra oturulur. Bu oturuşta Et-Tahıyyâtü, Allahümme Salli ve Bârik ile Rabbenâ duâları okunarak sağa ve sola selam verilir. Hanefî mezhebinde, sehiv secdesine gitmezden önce et-Tahıyyâtü ile beraber Allahümme Salli ve Bârik dualarının da okunacağını söyleyen bir görüş de mevcuttur. Tahavî bu görüştedir. Bu görüşe tek başına namaz kılarken uyabiliriz; fakat cemaatle namaz kılarken sehiv secdesi yapmak isteyen imamın, yalnız et-Tahıyyâtü’yü okuduktan sonra hemen secdeye gitmesi cemaatin yanılmamasını temin açısından daha isabetlidir. Çünkü imamın daha tez bir süre içinde selâm vermesi, cemaatin imamın sehiv secdesi yapacağını sezmesine yardımcı olur ve daha dikkatli davranmasına vesile olur. Netice olarak; namaz kılarken sehiv secdesini yapmayı gerekli kılacak şekilde yanıldığımızda namazın sonunda sehiv secdesi yaparız. Bunu yaparken, namaz oturuşunda yalnız et-Tahıyyâtü’yü okuyup secdeye gidebileceğimiz gibi; et-Tahıyyâtü ile beraber Allahümme Salli ve Bârik dualarını okuduktan sonra da secdeye gidebiliriz. Aynı şekilde, yalnız sağ tarafa selâm verip secdeye gidebileceğimiz gibi; sağa ve sola selâm verdikten sonra da gidebiliriz. Biz burada, yalnız sağ tarafa selâm verdikten sonra secdeye gidileceğini söyleyen görüşün daha güçlü olduğunu belirtmekle yetinelim. Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde sehiv secdesi, son oturuşta et-Tahıyyâtü ve salavâtlar okunduktan sonra, selâm vermeden önce yapılır. Mâlikî mezhebinde ise yapılan yanılgı eğer namazda bir fazlalık meydana getiriyor ise sehiv secdesi selâmdan sonra yapılır; eğer namazda bir eksiklik meydana getiriyor ise selâmdan önce yapılır. Meselâ namazda bir secdeyi fazla yapmak durumunda sehiv secdesi selâmdan sonra yapılır. Cemaatle kılınan namazlarda imam yanılması halinde cemaatle birlikte sehiv secdesine gider. İmama uyan bir kişi yanılırsa sehiv secdesi yapmaz.
Dipnotlar:
1 -Sözler, s. 48 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
İlâh ancak bir olur |
Kureyş ileri gelenlerinden Husayn bir gün müşriklerin yanına gitti. Onu saygıyla karşıladılar ve hemen Peygamberimizi (a.s.m.) kastederek, “Şu adam hakkında ne düşünüyorsun? Tanrılarımızı dile doluyor, kötüleyip duruyor” dediler. Husayn müşrikleri yanına alıp Resûllahın (a.s.m.) kapısına kadar gitti. Müşrikler dışarıda otururken Husayn içeri girdi. Husayn’ın iyi niyetle gelmediğini düşünen Sahabîler onu soğuk karşılamışlardı. Aralarında Müslüman olan oğlu İmran da bulunmaktaydı. Husayn, “Senden bana ulaşan haberler hakkında ne dersin? Tanrılarımızı kınıyor, şöyle şöyle diyormuşsun?” diyerek müşriklerden duyduklarını bir bir sıraladı. Peygamberimiz (as.m.), “Ey Husayn! Sen, kaç tanrıya taparsın?” diye sorunca, “Sekiz tanrıya taparım” diye cevap verdi Husayn. “Onlar nerededir?” “Yedisi yerde biri göktedir.” “Bir felâkete maruz kaldığında onlardan hangisine başvurur, yalvarırsın?” “Göktekine!” “Bak, senin gökte olduğuna inandığın o tek ilah senin bütün arzularını tek başına kabul ediyor da ancak sen ona taparken başkalarını da ona ortak koşuyorsun. O, senin böyle kulluğunu yaparken, putları ortak koşmana razı olur mu? Sen hiç korkmuyor musun? “Saydıklarından ancak birisi ibadete lâyıktır. Sen yedisini kaldır at. Müslüman ol, selâmeti bul.” Aklî, mantıkî bu sözler Husayn’ı yatıştırmaya yetmiş, “Kavmim ve aşiretim hakkında ne söylememi tavsiye edersiniz?” demişti. Peygamberimiz de (a.s.m.), “‘Allah’ım! İşimi olgunlaştırmanı, doğru yola ulaştırmanı, fayda sağlayacak ilmimi arttırmanı Senden dilerim’ dersin” buyuruyor. Bu sözler üzerine Husayn gerçekleri görmüş, hemen oracıkta Müslüman olmuştu. Buna son derece sevinen oğlu İmran babasının başını, elini, ayaklarını öpmeye başlamış, duygulanan Resûl-i Ekrem de (a.s.m.) gözyaşlarını tutamamıştı. Bundan sadece oğlu İmran değil, Peygamberimiz de (a.s.m.), Sahabîler de son derece memnun olmuşlar ve Peygamberimiz (a.s.m.) Sahabîlerine Husayn’ı evine kadar uğurlamalarını istemişti. Husayn’ın iman nuruna kavuşmasını hazmedemeyen müşrikler, “Husayn da dininden döndü, sapıttı” demekten kendilerini alamamışlardı.1
Dipnot:
1. el-İsabe, 1: 336-337. 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ümitsiz darbe çığırtkanlığı |
Tiyatrocu Ferhan Şensoy'un "darbe çığırtkanlığı" sabıkası giderek kabarıyor. Bu kişi, darbe çağrısını çıktığı tiyatro sahnelerinde bile açıkça yaptığına göre, kim bilir sağda solda daha neler yapıyor, neler... 10 ve 11 Mayıs'ta muhtelif ajans ve gazete haberlerine yansıdığına göre, Eskişehir Kültür Merkezi'nde ’Fernâme’ isimli oyunu için sahneye çıktığı esnada, bir süreliğine oyundan kopmuş ve hiç münasebeti yokken, eski darbeleri beğenmediğini vurguladıktan sonra şunları söylemiş: "Asıl darbe yapmak için geçerli sebepler şimdi var. Ama, darbe yapan yok. Bu ülkenin darbe vakti geldi. Fakat, asker birşey yapmıyor. 1980’de yapılan darbe sırf Kenan Paşanın resim merakından dolayı yapıldı. Darbe yapacaksanız şimdi çıkıp yapın." Bu cüretkârlığa karşı "Pes doğrusu" dememek elde değil Peki, sahneye çıkıp darbe çığırkanlığını üstelik böyle yüksek perdeden yapana karşı bir hukukî işlem yapılmamasına ne demeli? Dahası, aynı kişinin bir sabıkası daha var. Arşiv kayıtlarına baktığımızda, tiyatrocu Şensoy'un 2006 Kasım'ında da benzer sözleri sarf ettiğini görmekteyiz. Arşiv bilgilerine göre (Vatan gazetesi), bazı meslektaşlarının da tuhafına giden ve itirazlarına mucip olan Şensoy'un şu sözleri söylediği görülüyor: "Atatürk ilkeleri hani nerede! Yaşar Büyükanıt darbe yaparsa, sabah erkenden kalkar, davul çalıp kutlarım bu yaptığını."
DARBECİLER YEİS İÇİNDE Tiyatrocu Ferhan Şensoy, belli ki hayal dünyasında yaşıyor. Bu yüzden de Türkiye'de artık darbeciliğin tarihe karıştığı ve bugünkü dünya şartlarında darbe yapmanın adeta imkânsız hale geldiğini bilemiyor, yahut düşünemiyor. Bir kere, artık Türkiye eski Türkiye değil. Tıpkı Avrupa, Amerika eski hallerinde olmadığı gibi... Genelde telekomünikasyon, özelde radyo, tv kanalları, internet, GSM ve uydu sistemleri, darbe yapmayı ve silâhlı kontrol mekanizmasını idame ettirmeyi büyük ölçüde zorlaştırmış bulunuyor. Öte yandan, daha evvelki darbenin arka planında mevzilenen Avrupa (özellikle AB) ve Amerika'daki demokratikleşme süreci, onların bundan böyle darbecilerle müşterek hareket etmesine imkân, fırsat tanımıyor. Geriye, Türkiye'deki Kemalist odaklar kalıyor ki, dış destek almadan onların bir darbe girişiminde bulunmaları hiç de kolay görünmüyor. Dış destek de olmadığına göre... Bu durumda, tiyatrocu Şensoy ve benzerlerinin yaptığı darbe şamatası, esasında açığa vurulmuş bir ye'sin, bir ümitsizliğin zâhir alâmetidir. Darbe heveslileri, şayet maksatlarına ulaşma ümidini muhafaza etmiş olsalardı, acaba ellerindeki silâh ve mühimmatı yol kenarlarına, yahut Boğaz'ın serin sularına bırakıp atarlar mıydı? Hiç şüphe edilmesin ki, kazılarda ortaya çıkan veya amatör balıkçıların oltasına takılan ambalajlı silâhların çoğu, darbe yapılması, yahut darbeye giden yolun açılması maksadıyla uzun süre saklanmış ve bir şekilde muhafaza edilmişlerdir. Ne var ki, bunlar bir taraftan deşifre olmaya, bir taraftan da "darbecilik oyunu"nda artık "yolun sonu"na doğru gelindiğini bir şekilde anlamaya başladılar. Dolayısıyla, o silâh ve mühimmat ellerinde ve evlerinde ele geçirilmesin diye, ya araziye gömülüyor, ya yol kenarlarına terk ediliyor, ya da en son örnekte görüldüğü gibi denize atılıyor. Hâsılı, onca silâh ve mühimmat, darbeye giden yolda artık iş göremez durumda. Ümitsizce çırpınışlar o yüzden olsa gerek.
Tarihin yorumu 12 Mayıs 1992
Mandela, Atatürk ödülünü reddetti
Afrika Ulusal Kongresi Başkanı Nelson Mandela, kendisine verilmek istenen Türkiye'nin "Devlet Ödülü" niteliğindeki "Uluslararası Atatürk Barış Ödülü"nü reddettiğini açıkladı. Red açıklamasının gerekçesinde "Mandela’nın bütün hayatını demokrasiye, insan haklarına ve baskıların kaldırılmasına hizmet ederek geçirdiği" ifadesi vurgulandı. 1986'da "Ülke ve dünya barışına katkıda bulunanlara" lâyık görülen bu ödül, şimdiye kadar 10'dan fazla kişi ve kuruluşa (gerçek ve tüzel kişiliğe) verildi. Ödül alanlar arasında, 1980 darbesini yapan Kenan Evren (1990), bir darbe oyunu ile Azerbaycan'da idareyi ele geçiren Haydar Aliyev (1999) ve Kıbrıs'ta barışı sağlamaya bir türlü muvaffak olamayan "Ergenekoncuların dostu" Rauf Denktaş (2000) gibi tanınmış isimler de var. Bazı yıllar (meselâ 1988, 1991, 1993, 1994) kiseye verilmesi uygun görülmeyen bu ödülü reddeden ilk ve tek kişi Nelson Mandela oldu. 1986'de 10 milyon lira para ödülü ile başlatılan Atatürk Barış Ödülü, zamanla 100, 250 ve 500 milyon liraya kadar (1996) yükseltildi. 1997'den sonra ise, bu ödülün maddî karşılığı 1000 (bin) Cumhuriyet altını olarak belirlendi. 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kalbinize denk bir eş için |
Her şeyde olduğu gibi, aile yuvası da sevgi üzerine kurulur. Sevgi üretim merkezi ise kalptir. Sevmemiz ve dolayısıyla sağlıklı bir aile yuvası kurabilmemiz; huzurlu ve mutlu bir hayat sürdürebilmemiz için kalbimize karşılık bir kalp bulmakla mümkün. Öyle ise, denginiz bir eş bulabilmeniz için önce kendi kalbinizi keşfetmelisiniz. Kalbini tanımayan, ona uygun kalp bulabilir mi? Kalp, aynı zamanda diğer duygu ve lâtifelerimizin de çıkış kaynağıdır. Duygularımızın bize değil, bizim onları hakimiyetimiz altına alabilmemiz için terbiye etmemiz gerekir. Bu da kalbimizi tanımamız derecesindedir. Aksi halde, olmayacak kişileri, ölçüsüz sever, gayr-i meşrû şeylere muhabbet eder; kendimizi perişan ettiğimiz gibi; aile düzenimizi de bozar, ailenin diğer fertlerinin de mahvolmasına sebep oluruz. Kalp hastalıkları ve krizlerine yakalanmamak için büyük ihtimam gösteririz. Bunun yüz katı, bin katı enerjiyi kalbimizin manevî cephesine kaydırmamız gerekir. Neden? Zira, kalbin maneviyatımıza yaptığı hizmet, cesedimize yaptığı hizmetten çok daha hassas ve önemli. Kalbin durması 60-70 yıllık hayatımızı etkilerken; dumura uğrayıp tefessüh etmesi, bozulması, ölmesi, hem dünya, hem de sonsuz hayatımızı mahveder. Üstelik dünya hayatındaki gerçek huzur ve mutluluk kalbin sırlarında saklıdır. Dolayısıyla kalbin keşfi, hayatî önem taşır. Yaratılmış diğer varlık kardeşlerle hayatı dolu dolu yaşayıp huzuru, mutluluğu yakalamak; kalbimizin maddî yönüyle birlikte manevî cephesini tahlil edip, gıdasını verip manen tatmin etmekle mümkün. İnsan ile kâinat arasındaki bağlantıları kuran en büyük santral ve duygu üretim merkezi kalptir. Kalbimizi geliştirmemiz, onu lâyık olduğu duyguların kumandanlığına getirerek olağanüstü işler başarmamız, harika haller sergilememiz; onu çok yönlü tanımamıza ve yaratılış kanunlarına göre işleterek tekâmül ettirmemize bağlıdır. Kâinattaki bütün faaliyetlerin küçük numuneleri kalbimizde de sahnelenmektedir. Melek, hayvan ve bitkilerin özellikleri kalpte sergilenir. Olumlu olumsuz duygularımız, güneşli sakin bir hava ile fırtınalı bir havayı andırır. İşte bütün bu olaylar kalpte cereyan ettiği için, aynen hayatımıza ve aile hayatımıza da yansıyacaktır. Eğer, evleneceğiniz eşiniz, size denk (küfüv) bir kalp taşımıyorsa; duygusal çatışmalar yaşanacaktır. Sizin ak dediğinize o kara; onun ak dediğine siz kara diyeceksiniz. Siz onun arzularını karşılayamayacak, o sizin beklentilerinize cevap veremeyecektir. Meselâ siz, “Evlilik mutluluğu paylaşmaktır!” diye inanıyorsunuz. O, “Mutlu olmak için evlenilir” diye inanıyor. Bu durumda herbiriniz farklı beklentiler içine gireceksiniz. Hiç şüphesiz ki, hiçbiriniz beklentilerine cevap bulamayacaktır. O takdirde biribirini suçlamaya yönelinecek. Bu da tartışmaları, o da kavgaları körükleyecektir. Nihayet şiddetli geçimsizliğe dönüşecektir. Bu da doğrudan doğruya çocuklarınızın hayatına olumsuzluklar şeklinde yansıyacaktır. Sonucu şöyle bağlayalım: Huzurlu ve mutlu bir aile hayatı sürmek için, inançlar, duygular, beklentiler denk olmalı. Bunun için de ruhumuzu, kalbimizi/duygularımızı terbiye etmeliyiz. Kalbinize denk bir eş için, önce kalbinizi tanıyıp keşfetmelisiniz! 12.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Hâfız Sami Efendi |
GÖNÜLDEN DİLE Kadrini seng-i musallada bilip ey Bâkî Durup el bağlayalar karşına yâran saf saf BÂKİ Hâfızlık geleneğinden ge-lerek eşsiz gazel ve kaside icraları ile müziğimizde haklı ve çok büyük şöhrete ulaşmış isimler vardır. Hafız Post, Hafız Burhan, Hafız Kemal, Hafız Osman gibi nice önemli isimler içinde haklı bir yer edinmiş olan ve tabiî ki Hafız Sami Efendi. Bu yazımızda yaşanmış hatıralarına yer vermeye çalışarak kendisinden bahsetmeye çalışacağız: Hafız Sami Efendi 1874 yılında Filibe'de doğar. Henüz 4 yaşında iken ailesi ile İstanbul’a göçerek Fatih semtine yerleşirler. 12 yaşında hıfzını tamamladı. Medrese dersleri görerek icazet aldı. Çeşitli camilerde imamlık yaptı ve hacca gitti. Musikî eğitimini ise Bolahenk Nuri Bey, Enderunî Hafız Yusuf, Bestenigâr Ziya Bey, Hacı Kiramî Efendi gibi önemli isimlerden aldı. Bir gün Sahaflar Çarşısındaki mescitte mukabele okuduğu sırada devrin meşhur bestekârlarından Zekai Dede Efendi, sesine hayran olduğu bu küçük hafızın kim olduğunu sorar. Etrafındakiler bunun üzerine Dede Efendiye “Efendi Hazretleri, kendisine biraz meşk gösterseniz olmaz mı?” diye adeta yalvarırlar. Zekai Dede, Hafız Sami'ye yaklaşır ve “Evlâdım sakın ha senin kimseden meşk almaya ihtiyacın yoktur. Sana Allah meşk etmiş. Böylece devam et!” der. Gençliğinde bir gün Metris Çiftliğinde avlanmaktadır. Av partisinden sonra bir ağacın altında oturup başlar çın çın etrafı çınlatmaya. Mevsim Mayıs ayı ve bülbüllerin ötme zamanı. Altına oturduğu ağacın dallarının arasından bir bülbül de başlamış onunla dem çekmeye. Derken bülbüllerin birden susup biraz sonra da gelip Hafız Sami’nin başına konduğu görülür. Padişahın büyük oğlu Ziya-eddin Efendi saza meraklı olduğu için o günlerde musıkî toplantıları düzenlemekteydi. Bir gün Tanburî Cemil Bey, Hafız Osman, Hafız İsmail de oradadır. Fasıl sona erince Tanburi Cemil Bey, Hafız Sami'ye şöyle der: "Hafız bundan sonra senin olmadığın mecliste tanbur çalmak bana haram olsun. Meclisi ihya ettin, çok yaşa...” I. Dünya Savaşı sürerken Alman subaylarının da olduğu bir meclise götürmüşlerdir. Nasılsa aşka gelip birkaç gazel söyler. Almanlar hayran kalır. Bir subay, "Böyle değerli bir sese sahip olmak için ne yaptınız. Siz gırtlağınızın içini mutlaka platin kaplatmış olmalısınız. Böyle kusursuz bir ses mümkün değildir’’ der. Hatta bir Fransız subay öldükten sonra Paris Musıkî Müzesinde sergilenmek üzere hançeresini—ses telleri, gırtlağı—10 bin liraya satın almayı dahi teklif etmiştir. Ruşen Kam, bazı sabahlar, Mesud Cemil ile Aksaray'dan Sultanahmed’e gelerek Sultan Ahmed ve Ayasofya camilerinde ezan okuyan Hafız Sami ve Hafız Kemal efendileri dinlediklerini ve orada büyük bir kalabalığın biriktiğini söyler. Hafız Sami 30 yaşında iken bir ruh hastalığına tutulur. Son yıllarında yapılan davetlere pek gitmemeye başlar. Bazı mahalle kahvelerinde ise kendisini okumaya teşvik etmek için karşısına pek kötü sesli birini oturturlar avaz avaz bağırtırlarmış. Hafız Sami, önce aldırmaz, ama sonra dayanamaz ve birdenbire coşarmış. Vefatına yakın yıllarda kulakları işitmez olmuştur. Bütün gece uyuyamaz “ah anam! ah anam!’’ diye haykırırmış. Bazen durduk yerde ağlar, en yanık gazellerini gözyaşları içinde okurmuş. Edirnekapı’dan Eyüp'e giden yolun üzerinde bir yeri işaret ederek "Beni buraya gömünüz" diye vasiyet etmişti. 26 Nisan 1943'de ablası ile doktora giderken Nişancı Caddesinde vefat etmiştir. Cenazesi Edirnekapı’da Baki’nin mezarının yanı başına defnedilmişti. TARİHTEN BİR YAPRAK “Rehber-i Musiki,’’ hocasız musiki öğrenmek üsulü… Fenn-i musikideki iktidar-ı fevkalâdesi ile cümlenin müsellemi bulunan üstad-ı musiki Tanburi Cemil Bey’in telif eylediği Rehber-i Musiki şimdiye kadar neşredilen bu gibi eserlerin mühimmidir. İş bu eser notanın elifbasından başlayıp bilcümle kavaidini ve çalgıların akord ve makamat usullerini muhtevi olduğundan hocasız bir hafta zarfında kolaylıkla öğrenilebilir. Rehber-i Musiki yirmi kadar müntehap şarkı ve kırka karib peşrev ve semai notalarını birçok para verip almağa ihtiyaç bırakmaz. Fiyatı 12, mücelledi 17 kuruştur. Mahall-i tevzii Bab-ı Ali Caddesinde Zaman Kütüphanesidir. Taşra için 4 kuruş posta ücreti zammolunur. 100 kadar marş, peşrev taksim, kanto ve şarkı notasını havi olan Nunbetu’l Elhan’ın bahası 10 kuruştur. İkdam Gazetesi, Muharrem 1325, s. 4 ,sütun 5. –Musikî Mecmuası Haziran 1998 12.05.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Fatma Nur ZENGİN |
|
Annem ve yeşil erik |
Mısır’a ilk taşındığımda, aylardan Ramazan’dı. Ev yerleştirme, kayıt işlemleri v.s. derken nasıl geçtiğini anlamadan Ramazan bitivermişti ve bayram gelip çatmıştı. Gurbetteki, uzaktaki ve yalnız ilk bayramım olacaktı, içten içe ağır geliyordu. Hiç olmazsa şehirden uzaklaşarak bu “yalnız başına bayram” duygusundan kurtulmayı planladım ve bir grupla beraber bir vahaya geziye gittim. Gitmeden önce de sevdiklerime bayram tebriği yazmıştım: “Burada iftar açılırken—1 bardak sütün içine çekirdekleri çıkarılmış hurma koyuyorlar—belki bir düzine... ve farklı oluyor... Burada hiçbir anne ne kendi çocuğunun, ne de sizin tabağınıza yemek koyuyor” diye bir paragraf vardı bu yazıda… Bunu gönderdiğim herkes, başta annem, çok hüzünlenmişti. Aslında kimseyi üzmek değildi amacım. Sadece durumu daha iyi tasvir etmek istemiştim. Şimdi dönüp baktığımda, o ilk günlere dair en çok özlenenler ve ne kadar zaman geçerse geçsin alışılamayanlar gelir durur aklıma. Hepsinden bahsetmeyeceğim. Tek birinden bahsedeceğim, herşeye bedel olanından: annemden… Bugün, bazı haftalar sorduğu gibi “Kızım, yazını yazdın mı?” dedi. Aslında yazmamıştım, ama ne yazacağımı çok iyi biliyordum. “Hayır, anne, yazmadım” dedim. Ne hakkında yazmayı düşündüğümü sorduğunda ise bir şekilde geçiştirdim. “Anne, seni yazacağım” diyemezdim ya! Ama işte, onu yazıyorum. Benim varlığım, benim yokluğum, gözlerimdeki bakışları en iyi anlamlandıran, gizli mânâlarımı en iyi çözen, kalbime dokunan, kalbini sınırsız açan, beni kayıtsız şartsız seven, ilk konuşmaya başladığımdan bu yana büyük bir sabırla dinleyen, ilkokulda okuldan eve geldiğimde önlüğümü çıkarmadan, nefes almadan konuşmaya başlamalarımı sevgiyle ve anlayışla karşılayan, kocaman olup, bir başıma yaşadığım bu ülkede, her gün maceralarımı aynı sabır ve şefkatle dinleyen, hep benimle olan, beni hep destekleyen annemi yazıyorum. Bana kapıyı açışını, pencereden bakıp el sallayışını, bir tabak sıcacık çorbasını, ders çalışırken getirdiği çayları, güzel gülümsemesini, beni sevmesini çok özlediğim annemi yazmak çok kolay değil oysa. Türkiye’den her ayrılışımda, içime gizli, çok ağır bir hüzün çöküyor. Bu hüzün, anne, baba, kardeş kaynaklı oluyor en çok. Kimseye belli etmeden, sessizce gidiverirken, hissediyorum ki, bunu annem anlıyor. Bunu en çok annem hissediyor. Ama yine de gidişime karşı en sağlam duran annem oluyor. Beni o kadar çok seviyor… Ne kadar uzakta olursam olayım, aramızdaki yüzlerce kilometreye rağmen, evimdeki herşeyde annemin izini görüyor ve her gün onu hatırlıyorum. Başım sıkıştığında; ileri görüşlülüğü ve her ihtimale hazırlıklı oluşu yardımıma koşuyor. Evimin her köşesinde kurtarıcı noktalarını görüyorum. “Annelik böyle birşey” diyorum. Reklamlara, insanlara zorla dayatılmaya çalışılan tüketim kültürüne ve çılgınlığına ortak olmuyorum. Klasik olsa da, “annemi düşünmediğim ve sevmediğim bir günümün bile geçmemesi,” en önemli şey benim için. Aslında en önemlisi, annemin de bunu bilmesi. Hatırlatmama gerek bile olmadan bunu anlayabilmesi onu anne yapıyor en çok. İçimin sıkıldığını uzaklardan hissedebilmesi gibi birşey işte. Her yeşil erik yemeye çalışışında, yiyemeyişi belki de. Ve ben, tüm anneler kadar yüce, tüm anneler kadar özel annemin anneler gününü, çiçeksiz hediyesiz, yanında bile olamadan, ama sözümle, ama yüreğimle kutluyorum. İyi ki varsın annem! Bugün baktım da geçen hafta bu köşede yazmaya başlayışımın birinci yılı dolmuş. Ne kadar çabuk geçmiş zaman, daha dün gibi. İlk yazımı yazdığım günü ve mekânı çok iyi hatırlıyorum. Kısa bir değerlendirme yaptığımda, bu köşede sadece Mısır’a yahut bulunduğum diğer yerlere ait gözlem, fikir, haber v.s. yazıları değil; aynı zamanda sevdiklerimle bir şekilde bağlantı oluşturan yazılar da yazdığımı fark ettim. Aynı bugün anneme ulaştığım gibi… 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Bilge Köyü katliâmı |
Risale-i Nurların en orijinal taraflarından biri, kulluk bilincini sürekli canlı tutmasıdır. Hayatın her anında ve her alanında bu bilincin canlı tutulması, bu şuurun kalplere ve akıllara nakşedilmesi insanın ala-yı illiyyin tarafına olan yolculuğuna hız kazandırıyor. Zira, Risale-i Nur’un rahle-i tedrisinden şöyle veya böyle nasiplenen bir insan, kâinattaki tüm varlıklarla olan ilişkisini bu bilinç çerçevesinde şekillendiriyor ve yaratıcısıyla ilişkisini zedelemeden hayatını devam ettiriyor. Bu bilincin yaygınlaşmasıyla da huzurlu bir toplumun temelleri de atılmış oluyor. Bediüzzaman’ın Cumhuriyet’in ilk yıllarında dinî değerlerden azade bir modernlik anlayışıyla yola çıkanların kendisine teklif ettikleri dünyevî makamları ve önemli sayılacak miktardaki maaşı reddetmesinin altında yatan gerçeklerden biridir bu. Bediüzzaman’ın, “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip Kürdistana ve vilâyat-ı şarkiyeye Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” şeklindeki sorulara verdiği cevaplara muhtaç, kanlı bir coğrafyanın parçasıyız. Kan ve gözyaşının hakim olduğu bu coğrafyanın kötü talihini tamamen değiştirecek projeleri elinde bulunduran Bediüzzaman’ın unutturulmak istenmesini acı faturalarla ödüyoruz. Bir kişiyi öldürenin bütün insanlığı öldürmüş gibi kabul edildiği, bir karıncanın bile hakkının yenmesine razı olunmadığı bir anlayışın terk edilmesinin faturaları bunlar. Mardin’de bir köyü yok eden, husumet tohumlarını hiç sona ermeyecek şekilde eken katliamın neresinden bakarsanız bakın makul bir tarafı yoktur. Töre, kız meselesi, rant, arazi anlaşmazlığı… ne derseniz deyin, hangi sebebe bağlarsanız bağlayın; vahşetin, hayvanlaşmanın, canavarlığın, insanlık dışılığın resmi ortadan kalkmıyor. Kan, bu coğrafyanın toprak rengi olmuş sanki. O kadar olağan, o kadar basit. Peki ne uğruna? Modernleşmek uğruna dini rüşvet verip dünyayı da kazanamayanların bu vahşete dair yorumlarının bu durumda ne önemi olabilir? Gerçekler gün gibi ortadadır. Onların din dışılık üzerine kurdukları hayat tarzı, modernizm dedikleri olgu, dışladıkları dinin yerini tutamamış, insanların ruhuna nüfuz edememiştir. Onların “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyerek dağlara taşlara yazdıkları etiket yapıştırıcı olamamış, birleşmeyi sağlayamamış; aksine iftirakı arttırmış, parçalanmayı çoğaltmış. Onların muasır medeniyetin bir gereği olarak gördükleri dinsizlik, medeniyet adına empoze ettikleri sefahet, kadim geleneklerin bile yerine geçememiş, dinin güzelliklerini silip süpürmüş, vicdanı çürütmüş. Onların bilim diye sundukları akılcılık, cehaleti çoğaltmaktan başka işe yaramamış. İnsanı insanlık mertebesinden alıp esfel-i safiline sürükleyen bir canavarlaşmanın başlangıç noktasıdır bu. Üstelik bu yalnızca Mardin’in de sorunu değildir. Beri tarafta kız arkadaşının kafasını keserek kayıplara karışan zengin bir aile çocuğu. Maddî anlamda doyurulmuş, hiçbir sıkıntısı olmayan bir delikanlı. Ötede yoksulluğun farklı facialara davetiye çıkardığı bir coğrafya. Her ikisi vahşet noktasında buluşuyor. Problemin kaynağı yalnızca fakirlik olsaydı ne kolay hallederdik meseleleri. Oysa; yüreklerinden merhamet, şefkat ve Allah korkusu silinenler vicdansızlığa kürek çekiyor, bu gidiş insanlıktan sukut ettiriyor. Ey köhnemiş zihniyet! Sen “cehalet, zaruret, iftirak” hastalığının doktorunu görmezden gele dur. Katledilen bu masumların hangisinin hesabını verebileceksin? Sen “Şark’ı ayağa kaldıracak din ve kalptir” diyenleri küçümseyedur! Hangi kutsalın yetimlerin derdine derman olabilecektir. Merak ediyorum. Sen düşünedur. 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Laikliğe göre hava durumu |
En çok tartışılan ve ‘ne olduğu’ hususunda ittifak olmayan kavramların başında her halde ‘laiklik’ kavramı geliyor. Hemen her gün bu kavrama başka anlamlar da ilâve edilerek, ‘Laiklik her şeyin başı, sonu ve temeli’ anlayışı yerleştirilmeye çalışılıyor. Aslında bu gayretlerin Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmediği ortada. Ama yanlışta ısrar eden anlayışın ‘gerçekler’le bir alışverişinin olmadığı görülüyor. Bu gidişle ‘hava durumu’ da laikliğe göre yorumlanmak ve değerlendirilmek istenirse şaşmamak lâzım. Türkiye ‘laiklik’ kavramıyla elbette bugün tanışmıyor. Aksine, yıllardan beri konuşulan, tartışılan ve belli bir uygulama alanı bulan bir kavram laiklik. Bazen elden giden, bazen tehlikede olan ve bazen de sınırlar çizen bir anlam yüklenmiş bu kavrama. Elbette tartışmadan ürkmemek, korkmamak lâzım; ama Türkiye’de yapılanın ‘tartışma’dan ziyade bir kavram kargaşası meydana getirmek ve bu yolla insanları mağdur etmek olduğu belli. Niçin bu kavramı da dünyanın anladığı gibi anlamıyor ve de uygulamıyoruz? Niçin her konuda olduğu gibi laikliği de ‘birilerinin keyfine göre’ anlamak durumundayız? “Haberimiz yokken laikliğin anlamı mı değişti?” diye Google’a sordum ve şu kısaca şu cevabı aldım: “Laiklik, en bilinen tabiriyle din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Ayrıca kişilere din ve vicdan hüriyeti sağlayan bir sistemdir.” Elbette laikliğin başka daha geniş anlamları ve uygulamadan çıkan neticeleri vardır, ama bu sâde tarif, okul ders kitaplarında okutulan tarife de uygun düşüyor. Farklı uygulamaları olsa bile yıllardan beri insanlara bu şekilde anlatılan ve öğretilen ‘laiklik’ nasıl oldu da birden bire “Her şeyin başı, ortası ve sonu” anlamına gelmeye başladı? “Çok önemli kişiler” çok önemli açılış toplantılarında bilinen laiklik tarifini bir yana bırakıp ‘sürpriz’ açıklamalar yapıyorlar. Kimi ‘Laik olmayan insan da olamaz’ diyor, kimi de ‘Laik değilsen sana hayat yakkı yok’ anlamına gelecek görüşler beyan ediyor. Bir kavrama bu kadar farklı atıfların yapıldığı ve anlamların yüklendiği başka bir ülke var mı? Laiklik kavramının; cumhuriyetin ilânından çok sonra anayasaya girdiği, başlangıçta CHP’nin umdelerinden biri olduğu gibi tarihî bilgileri bir yana bıraksak bile, Türkiye’yi ‘idare edenler’in bu kavrama yüklediği mânâyı milletimizin kabullenmesi sözkonusu değildir. Dünyanın da bu kavramı böyle anlamadığı apaçık. Eğer öyle anlamış olsalardı, uygulamaları da o yönde olurdu. Laiklik prensibiyle yönetilen hür dünya ülkelerinde olmayan anlayışların ülkemizde olması her halde bize mahsus bir çelişki. İnanın, laikliğin ‘anavatanı’ olan Fransa’da bile böyle katı bir anlayış, milletin değerlerini dışlayan bir uygulama yoktur. “Laiklik de laiklik” diyenlerin, ara sıra da “demokrasi, insan hakları, hak, hukuk, adalet, hürriyet” demesini bekliyoruz. Ya bu kavramı dünyanın anladığı ve uyguladığı gibi anlasın ve uygulasınlar, ya da laiklik yerine başka bir kavram uydursunlar. Belki bu yolla dünya âlemin istihzasından kurtuluruz. 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Hamidiye Alayları ve “koruculuk sistemi” (1) |
Mardin-Mazıdağı Bilge köyünde hiçbir “töre”ye sığmayan, kadınların ve çocukların hunharca katledildiği katliam üzerinden ne yazık ki yine bir yığın çarpıtma yapılıyor. Vahşet tablosu, Bediüzzaman’ın bundan bir asır önce devrin gazetelerinde neşrettiği makalelerde ve Şark’taki aşiretlere Meşrutiyeti telkinde, “cehâlet, zurûret (fakirlik) ve ihtilaf” olarak tanımladığı “düşman”a karşı, “mârifet, san’at (sanayi) ve ittihad (birlik ve beraberlik) silâhıyla cihâd”ın bölge ve bütün İslâm dünyası için önemini bir defa daha bildiriyor. “Akıl ile fikr-i milliyetle, meyl-i terakki ile temâyül-ü adâlet ile mehâsin-i medeniyetin (medeniyetin iyiliklerinin, faydalarının) iktibasına muhtacız” dersindeki hakikati bildiriyor. (Münâzârat, 100.) Bediüzzaman’ın “İttifakta kuvvet, ittihadda hayat, kardeşlikte saadet var; ittihadın ipini, zincirini ve muhabbetin şeridini iyi tutun ki size belâdan halâs etsin (kurtarsın)” cümlesiyle dikkat çektiği ve “üç cevherimiz” dediği temel dinamiklerin lüzumunu belirtir. “Milyonlarla şühedânın (şehidin) bahasına kanlarını verdiği İslâmiyet, insaniyet ve bize meziyet veren milliyetimiz” ekseninde özetlediği “üç elmas kılınç” değerindeki çâreleri “adalet, millî ittifak ve muhabbet, maarif ve okuma” tavsiyesinin değerini teyid eder. (Kürd Teâvün ve Terakki Gazetesi, 43.Aralık.1908)
ÇARE, “BÜYÜK MAARİF PROJESİ” Ne var ki Bediüzzaman’ın “maarif projesi” çerçevesinde bundan tam yüzyıl önce yazdığı bu derslerin tek tek okunup olayların arkaplânının tasrihi; bölgenin cehâlet, geri kalmışlık, kin, haset, intikamla karartılmasına karşı etraflı çözümler bulunması yerine, mesele yine günübirlik mevzii tartışmalara boğdurulmakta. Bu kez günâh keçisi “koruculuk.” İçişleri Bakanı’nın açıklamasıyla sözkonusu katliamda kullanılan silâhların “korucular”a ait olması, çeyrek asırdır kırk bin insanın katline sebebiyet veren bebek katili Marksist terör belâsı gözardı edilmesinde kullanılmakta. Bugün teröre mâruz bölgenin kronik problemi haline gelen ve dinle hiçbir alâkası olmayan “koruculuk”tan önce de var olan töre cinâyetleri, kan dâvâları, arazi kavgaları, bu olaydan hareketle “koruculuk sistemi”nin üzerine yıkılmakta. Dahası, bölge insanının dinine bağlılığı üzerinden namaz kılanların uğradığı sözkonusu vahşet, katil ve maktul yakınlarının bütün yalanlamalarına rağmen iğrenç iftiralarla dindarlığa kadar bulaştırılmaya çalışılmakta. Ve ne yazık ki her ne kadar daha sonra “koruculuğun gündemde olmadığı” söylense de, meselenin “eğitim” boyutu ele alınmadan salt “koruculuk sistemi”nin sorgulaması, kamuoyunun yanısıra siyasî iktidarın da tefrikaya zemin açan ve mâlum mihraklardan pompalanan propagandalara geldiğini göstermekte. Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsünün, baskından sonra “gerekirse koruculuk sistemi kaldırılabilir” demesi, daha baştan problemin yanlış zeminde ele alınmasına sebebiyet verdirmekte. Hâlâ terör örgütünü açıkça kınamayan ve “İmralı’daki terörist başı ile diyalogu” ve Türkiye’nin 23 özerk bölgeye taksimi ile örtülü bir “federatif sistemi” öneren DTP Genel Başkanı’nın “Devlet koruculara silâh vermeseydi bu katliam olmazdı” saptırması bunun belirtisi. Saldırının perde arkasındaki sebeplerin topyekûn ele alınmasına karşılık, bölgede toplumsal yapıyı tahrip eden teröre “koruculuk sistemi”nin eklenmesi, bu tuzağın tezâhürü… Bundandır ki tartışmaların ortasında Cumhurbaşkanı Gül’ün, ‘’Koruculuk sistemi büyük bir sistem; aksaklıkları varsa gözden geçirilebilir’’ sözleri, en mâkul gerçeğin ifâdesi.
KORUCULUĞUN ISLÂHI GEREKİR, LAĞVI DEĞİL… Bu büyük problem içinde “koruculuk sistemi”nin müsbet-menfi etkisi nedir? Koruculuğun kaldırılmasın neyi getirir? Sayıları 80 bine varan, 50 bini kadrolu 27 bini gönüllü korucunun lağvından hangi boşluk doğar? Bölgede araziyi, stratejik konumu çok iyi tanıyan korucular da olmazsa 40 bin canı alan terör örgütünün vahşeti nerelere varırdı? Koruculuk sistemi kaldırıldıktan sonra yerine ne konulacak? Evvelâ bütün bu soruların cevaplanması gerekiyor. Görünen o ki Osmanlı’nın son dönemindeki “Hamidiye Alayları”nı andıran “koruculuk sistemi”nin kökten kaldırılması yerine ıslâhı icap ediyor. Aynen “Hamidiye Alayları”na benzer bir eğitim ve nizâmnâmeye tabi olmaları zarûreti ortaya çıkıyor. Korucuların, korucu başlarının aynen askerler ve uzman çavuşlar gibi ciddî bir eğitimden geçmesi ve mutlaka seçici olarak görevlendirilmesi lazım. Sistemin gözden geçirilmesi, iç denetime tabi tutulması, ârızalarının düzeltilmesi, mafyalaşan, rant peşinde koşan, husûmet dâvâsıyla eline verilen silâhı rakiplerine karşı istimal eden, kaçakçılık, gasp, haraç, talan ve benzeri suçlara karışan, tıpkı Bediüzzaman’ın “Hamidilik icrâ etmek” dediği, verilen yetkiyi ve vazifeyi istismar edenlerin ayıklanması şart. Bu hususta Bediüzzaman’ın, bundan bir asır önce “ittihadın temeli ve büyük râbıtası” ve “Osmanlının hudud-u mühimini (ehemmiyetli sınırını) muhâfaza ve düşman-ı vatanın tepesine bir ‘asây-ı tehdid’ (tehdid sopası) olarak tarif ettiği “Hamidiye Alaylarına Dair Beyân-ı Hakikat” başlıklı makalesinde “Hamidiye denilen asâkir-i milliye-i Kürdî intizâm ister, lağvı değil” beyânı, “koruculuk sistemi” hakkındaki doğru teşhisi belirliyor. (Şûra-yı Ümmet Gazetesi, 19.Kasım.1908) Çözüm, Bediüzzaman’ın gerçeği tesbitinde… 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Gültekin AVCI |
|
KDGM, istihbaratı koordine edebilir mi? |
Terörle Mücadele Müsteşarlığı, İç Güvenlik Müsteşarlığı ve şimdi de Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı (KDGM). Hükümetin ilk iki tasavvuru, planlama itibariyle daha etkili görünmesine rağmen hayata geçemedi. Genelkurmayın ve özellikle Jandarma Genel Komutanlığının bu konularda yıllardır devam eden kaprisleri ve ‘hiçbir zaman sivile tam olarak tüm kapıları açmama’ ‘sivile ram olmama’ gibi histerik yaklaşımlarıyla ne istihbarat yelpazesinin tümü bir sivil komuta altında toplanabildi, ne Emniyet Genel Müdürlüğü, müsteşarlık haline gelebildi, ne de terörle mücadelede sivil komuta söz konusu oldu. ABD ve AB sistematiğinde tuhaf karşılansa da bizdeki askerî saplantıda, komuta eden hep komutandır, bir sivil olamaz. 25 yıldır terörle mücadele konseptinde asker komutasını görmedik mi? Peki yitip giden asker evlâtlarımıza ve tüm bu başarısızlığa rağmen TSK’nın terörle mücadelede sivil komutaya tabi olmak istememesini nasıl açıklamak gerek? Çünkü ilk iki müsteşarlık planlamasının akim kalmasının en büyük sebebi, Genelkurmayın muhalefetiydi. Operasyonel bir faaliyet icra etmeyecek yeni müsteşarlık, İçişleri Bakanının açıkladığına göre; resmî bir thin-tank gibi terörle mücadelede stratejiler ve politikalar üretecek. Hayatî bir görev olarak istihbaratı koordine edecek. Yani tüm istihbarat tek el olarak bu kurumda toplanacak. İşte müsteşarlık için en iddialı hedef de burası zaten. Ülke çapında farklı istihbarat kurumlarının topladığı ve kıymetlendirdiği istihbarî materyallerin tek merkezde toplanıp analiz ve değerlendirmeye tabi tutulması, elbette ki—geç kalmış olsa da—fevkalâde isabetli ve rantabl neticeler verecektir. Zaten gerek askerî istihbarat birimleri, gerek MİT ve gerekse Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığının istihbarat faaliyetlerinin isabetli bir merkezde içtima ettirilemediği ve bu birimler arasında koordinasyonun sivil otoritenin inisiyatifi istikametinde sağlanamadığı bir gerçektir. Yeni müsteşarlığın istihbaratın nihaî adresi olma görevine; EGM’nin süratle, MİT’in zamanla ve sivil inisiyatifle yeni dizayna intibakının sağlanacağını düşünüyorum. Zira EGM istihbaratı, her zaman T.C Başbakanlarının tam ve fiilî olarak hâkim olabildikleri tek istihbarat yelpazesi olmuştur. MİT’in ise hâlâ sivilleşme sancıları çektiğini ve Genelkurmay gölgesinden tam olarak kurtulamadığını söylemek doğru olacaktır. Daha son üç-dört müsteşarının öncesine baktığınızda korgeneral rütbeli MİT müsteşarları ile karşılaşıyoruz. Dolayısıyla hukuken başbakanlığa bağlı gözükse de fiilen Genelkurmaya yakın ve Genelkurmayı önde tutan bir MİT imajı hâlâ meydandadır. Mazisinde hiçbir askerî müdahaleyi başbakanlara bildirmeyen bir MİT profili ise MİT’in demokrasi sicili cihetiyle iç açıcı değildir. Esaslı sorun sahası ise askerî istihbarat yelpazesidir ki, dev bir istihbarat yelpazesi olan bu sahada Genelkurmay İstihbarat Başkanlığından (J-2) tutun Kara, Hava, Deniz, Jandarma istihbarat başkanlıklarına kadar çok şümullü istihbarat birimleri hiçbir sivil kişi ve kurumun denetim, gözetim, emir ve kontrolüne tabi olmadan faaliyet göstermektedir. Bugüne kadar hiçbir başbakan hiçbir askerî istihbarat biriminin faaliyet ve istihbaratından Genelkurmay ‘tenezzül buyurup bildirmediği sürece’ haberdar olamamıştır. Durumun hâlâ bu şekilde devam ettiğini hemen belirtmeliyim. Bu da Türkiye’ye özgü bir garabet ve hukuk devletiyle asla tevil edilemeyecek bir otoriteryen tablodur. Dev askerî istihbarat birimlerinin nelerle iştigal ettiğini, sivil Cumhurbaşkanları ve başbakanlar ve hiçbir sivil makam bugüne kadar hiç bilemedikleri içindir ki; Deniz Kuvvetlerinde BÇG, Kara Kuvvetlerinde DÇG, Jandarma Genel’de JİTEM ve CÇG’leri gördünüz. Askerî istihbaratı sivil kontrol altına almadıkça da görmeye devam edeceksiniz, kuşkunuz olmasın! Acaba bu derece sofistike, depresif ve sivillere kapalı bir istihbarat yapısından KDGM, bilgi alabilecek mi? Bugüne kadar hiçbir sivil alamamış, merak ettim. 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Papa Ortadoğu’ya umut getiriyor (mu)? |
Papa 16. Benedikt’in Ortadoğu gezisi her kesimden farklı tepkilere yol açıyor. Müslümanlar İslâm dünyasından 2006’da yaptığı hakaret için özür dilemesini bekliyor. Amman’daki El-Hüseyin Camiine ayakkabılarını çıkarmadan girmesini eleştiriyor. Papa, Sultanahmet ziyaretinin aksine, Amman’daki camide dua etmeyip yalnızca “tefekkür” etmiş. Yahudiler Almanya doğumlu olması nedeniyle Nazilerle özdeşleştirdikleri—gençliğinde Hitler Gençlik Teşkilatına katılmış, II. Dünya Savaşında Alman ordusunda savaşmıştı—Papa’nın Yahudi soykırımını açıkça kınayan açıklamalar yapmasını bekliyor. Yad Vaşem soykırımı anıtını ziyaret edip hayatta kalanlarla buluşacak. Ancak soykırımı müzesini ziyaret etmeyecek. Bu da Yahudileri memnun etmiyor. Ayrıca İsrail, Papa’nın Batı Şeria’yı ziyaret edecek olmasından hoşnut değil. Yad Vaşem’deki bir plakada Papa XII. Pius’un soykırımı esnasında Yahudileri kurtarmak için yeterince gayret göstermediğinin yazılması, son aylarda İsraille Vatikan arasındaki ilişkileri kötüleştirdi. Bethlehem’i ziyareti esnasında Filistinlilerin dertlerini dinlemesi, onlara hitap etmesi beklenen Papa’nın burada İsrail’in zulmünü kınayacak hiçbir şey söylemesi beklenmiyor. Zaten Müslümanların bu geziden önemli bir beklentileri de yok. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın yardımcısı Refik Hüseyni, Papa Filistin’de yalnızca taştan ve tarihî binaları görmeye değil, Filistin halkının çektiği acıları da görmeye gelmeli” diyor. Papa Amman’da 25.000 kişiye yaptığı konuşmasında, “Yanlış anlamaların öne çıktığı ortak tarih yükümüz yüzünden, Müslüman ve Hristiyanlar Hakka tapan, duaya önem veren, Tanrının emirlerine uymayı ve yüceltmeyi amaçlayanlar olarak tanınmak için çaba göstermelidir” diyor. Bu gezinin odak noktasında; İslâm dünyasından çok İsrail’in bulunduğu aşikâr. Amaç Hristiyanlarla Yahudilerin arasındaki ilişkileri geliştirmek, problemleri azaltacak zemini hazırlamak. Bu yüzden Filistinlilere barış umudu getirmesini beklemek hayalcilik olacaktır. Hatta bu ziyaretin Filistin’e kadar gidip, İsrail’in binlerce masumu öldürdüğü zalimane saldırılarını eleştirmemesi sebebiyle, İsrail’in eylemlerini bir bakıma onaylamak anlamında yorumlanması bile muhtemel. İslâm dünyasının ise; Filistin’in meselelerini çözmek için destek vermek, el-Fetih ile Hamas’ın bir an önce uzlaşarak tek ses haline gelmesini sağlamak, Filistin’deki masumların korunması için çaba göstermek yerine, İslâm aleyhine konuşup da açıkça özür dilemeyen Papa’nın karşılanmasının caiz olup olmadığını tartışması acınacak bir durum. Halbuki bu tür ziyaretlerin İbrahimî dinler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine vesile olması, beklenebilecek en iyi netice. Savaşların, hastalıkların, yoksullukların vurduğu dünyanın geleceği, İbrahimî dinler arasındaki sorunların giderilip, yoksulluğa, dinsizliğe, ahlâksızlığa yolsuzluğa karşı el birliği yapmalarına bağlı. Papa’nın ziyaretini bu açıdan değerlendirmek gerek. 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
DP kongresi |
29 Mart seçimlerinin olağanüstü kongre kararı aldırdığı üç parti var. DP ile DSP kongreleri seçim sonuçlarının getirdiği kararlarla; BBP kongresi ise Yazıcıoğlu’nun seçime üç gün kala yaşanan trajik helikopter kazasında rahmetli olması üzerine yapılıyor. Bu kongrelerden ilkini, bu hafta sonu DP gerçekleştiriyor. Cindoruk adaylığını geçen hafta deklare etti; Soylu kararını bugün açıklayacak. Bilindiği gibi, partiyi olağanüstü kongreye götüren süreci Soylu başlattı; seçim öncesindeki beyanlarında verdiği “Yüzde 5.4’ün altında oy alırsak başkanlığı bırakırım” taahhüdünün gereğini yerine getirip GİK’ten kongre kararı çıkarttı. 22 Temmuz’dan aylar sonra yapılan olağanüstü kongrede başkanlığı devralan Soylu, canhıraş bir gayretle teşkilâtları derleyip toparlamaya çalıştı ve 15 Kasım 2008’deki olağan kongrede yine başkan seçilerek partideki konumunu pekiştirdi. Sonra da yerel seçimler için seferber oldu. 90’ların ortalarından itibaren başlayıp 2000’li yıllar boyunca devam eden gerileme ve kan kaybını durdurup, partiyi yeniden yükselişe geçirmek için, herşeyden önce yorgun ve bezgin teşkilât kadrolarını canlandırıp motive etmek şarttı. Soylu bunu büyük ölçüde başardı. Gecesini gündüzüne katarak defalarca Anadolu’yu turladı. 12 Eylül ürünü anayasanın, Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarının hâlâ devam eden kısıtlamalarına rağmen, Türkiye’nin “en demokratik” tüzüğünü hazırlayarak kongre onayından geçirdi. 29 Mart yerel seçimine de çok iyi asıldı. Ama bilhassa medya handikapının aşılamaması ve gündem oluşturacak çıkışlar yapılamaması, sonuç elde etme açısından, bütün bu emekleri yetersiz kılan bir durum ortaya çıkardı. Ve DP, ancak 3.7 oranında oy alabildi. 5.4 ölçü alınırsa, bu rakam yeni bir dip noktayı ifade ediyor. Ama gerek 22 Temmuz’dan hemen sonra yapılan, gerekse 29 Mart öncesi yayınlanan anketlerin, yüzde 1-2 civarında bir oy oranını gösterdiğine bakılırsa, 3.7 yine de başarı! Gerçi vaktiyle yüzde 50’leri aşan oy oranlarıyla Türkiye’yi çok partili demokrasiye kavuşturmuş ve yıllarca yönetmiş bir çizginin, başarı ölçüsünü yüzde 3’lerle, 5’lerle tartacak noktaya gelmesi dramatik ve düşündürücü bir durum. DP bu vahim durumdan çıkabilecek mi? Soylu, partinin bu noktaya geliş seyrine ve dibe vuruş serencamına dair beyanlarında, sıkı ve derin bir özeleştiri yaptıklarının ipuçlarını verdi. Demokrat misyonu yok edip silmeyi hedefleyen haricî faktörlerin yanında, partinin giderek devletçi bir çizgiye kaydığı imajının, gerilemedeki en etkili sebeplerden biri olduğunu söyledi. 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinde yaşananların, Cumhurbaşkanı seçiminde Meclise girilmemesinin, partiye çok şey kaybettirdiğini ifade etti. Bu eleştirilerin başlıca muhataplarından biri olan Cindoruk’un 28 Şubat’ta DYP’den ihraç edildikten sonra, partiden ayrılanlarla birlikte kurup başına geçtiği DTP, Yılmaz’a kurdurulan ilk 28 Şubat hükümetinin üçüncü ortağı olmuştu. Ve girdiği ilk seçimde tarihe karışmıştı. Cindoruk 27 Nisan sürecinde ve son dönemde laikçi cenaha yakın görüntü vermekle birlikte, bazı kritik tartışmalarda demokrat tavır sergileyebilen ilginç bir kişilik. Nitekim Meclisteki mareşal üniformalı M. Kemal resmi polemiğinde Hüsrev Kutlu’yu tek savunan ve Erbakan ev hapsine alındığında ilk ziyaretine giden, o oldu. DYP Demirel’in yasaklı olduğu geçiş dönemini de Cindoruk’un emanetçiliği ile atlatmıştı. Doğru çizgide çok yararlı ve verimli olabilen keskin, vurucu ve renkli bir üslûbu var Cindoruk’un. Ama handikapları 28 Şubat ve 27 Nisan. Yine de adaylığı dikkatleri partiye çevirdi. Temennîmiz, esaslı bir demokrasi hesaplaşmasına da sahne olacağı görülen DP kongresinin, eski ve yeni kuşakları kaynaştırıp, partiyi yeniden yükselişe geçirerek, ülkenin aradığı alternatif adresi ortaya çıkaracak süreci başlatması. 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |