Ahmet DURSUN |
|
Bilge Köyü katliâmı |
Risale-i Nurların en orijinal taraflarından biri, kulluk bilincini sürekli canlı tutmasıdır. Hayatın her anında ve her alanında bu bilincin canlı tutulması, bu şuurun kalplere ve akıllara nakşedilmesi insanın ala-yı illiyyin tarafına olan yolculuğuna hız kazandırıyor. Zira, Risale-i Nur’un rahle-i tedrisinden şöyle veya böyle nasiplenen bir insan, kâinattaki tüm varlıklarla olan ilişkisini bu bilinç çerçevesinde şekillendiriyor ve yaratıcısıyla ilişkisini zedelemeden hayatını devam ettiriyor. Bu bilincin yaygınlaşmasıyla da huzurlu bir toplumun temelleri de atılmış oluyor. Bediüzzaman’ın Cumhuriyet’in ilk yıllarında dinî değerlerden azade bir modernlik anlayışıyla yola çıkanların kendisine teklif ettikleri dünyevî makamları ve önemli sayılacak miktardaki maaşı reddetmesinin altında yatan gerçeklerden biridir bu. Bediüzzaman’ın, “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip Kürdistana ve vilâyat-ı şarkiyeye Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” şeklindeki sorulara verdiği cevaplara muhtaç, kanlı bir coğrafyanın parçasıyız. Kan ve gözyaşının hakim olduğu bu coğrafyanın kötü talihini tamamen değiştirecek projeleri elinde bulunduran Bediüzzaman’ın unutturulmak istenmesini acı faturalarla ödüyoruz. Bir kişiyi öldürenin bütün insanlığı öldürmüş gibi kabul edildiği, bir karıncanın bile hakkının yenmesine razı olunmadığı bir anlayışın terk edilmesinin faturaları bunlar. Mardin’de bir köyü yok eden, husumet tohumlarını hiç sona ermeyecek şekilde eken katliamın neresinden bakarsanız bakın makul bir tarafı yoktur. Töre, kız meselesi, rant, arazi anlaşmazlığı… ne derseniz deyin, hangi sebebe bağlarsanız bağlayın; vahşetin, hayvanlaşmanın, canavarlığın, insanlık dışılığın resmi ortadan kalkmıyor. Kan, bu coğrafyanın toprak rengi olmuş sanki. O kadar olağan, o kadar basit. Peki ne uğruna? Modernleşmek uğruna dini rüşvet verip dünyayı da kazanamayanların bu vahşete dair yorumlarının bu durumda ne önemi olabilir? Gerçekler gün gibi ortadadır. Onların din dışılık üzerine kurdukları hayat tarzı, modernizm dedikleri olgu, dışladıkları dinin yerini tutamamış, insanların ruhuna nüfuz edememiştir. Onların “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyerek dağlara taşlara yazdıkları etiket yapıştırıcı olamamış, birleşmeyi sağlayamamış; aksine iftirakı arttırmış, parçalanmayı çoğaltmış. Onların muasır medeniyetin bir gereği olarak gördükleri dinsizlik, medeniyet adına empoze ettikleri sefahet, kadim geleneklerin bile yerine geçememiş, dinin güzelliklerini silip süpürmüş, vicdanı çürütmüş. Onların bilim diye sundukları akılcılık, cehaleti çoğaltmaktan başka işe yaramamış. İnsanı insanlık mertebesinden alıp esfel-i safiline sürükleyen bir canavarlaşmanın başlangıç noktasıdır bu. Üstelik bu yalnızca Mardin’in de sorunu değildir. Beri tarafta kız arkadaşının kafasını keserek kayıplara karışan zengin bir aile çocuğu. Maddî anlamda doyurulmuş, hiçbir sıkıntısı olmayan bir delikanlı. Ötede yoksulluğun farklı facialara davetiye çıkardığı bir coğrafya. Her ikisi vahşet noktasında buluşuyor. Problemin kaynağı yalnızca fakirlik olsaydı ne kolay hallederdik meseleleri. Oysa; yüreklerinden merhamet, şefkat ve Allah korkusu silinenler vicdansızlığa kürek çekiyor, bu gidiş insanlıktan sukut ettiriyor. Ey köhnemiş zihniyet! Sen “cehalet, zaruret, iftirak” hastalığının doktorunu görmezden gele dur. Katledilen bu masumların hangisinin hesabını verebileceksin? Sen “Şark’ı ayağa kaldıracak din ve kalptir” diyenleri küçümseyedur! Hangi kutsalın yetimlerin derdine derman olabilecektir. Merak ediyorum. Sen düşünedur. 12.05.2009 E-Posta: [email protected] |