İnsanlık tarihi boyunca Allah tarafından seçilen bütün peygamberler, iman ve hidayet yoluna dâvet için gönderildiği kavim ve ümmetlere tebliğ hizmetine hayatlarını adayan büyük şahsiyetlerdir. Bu uğurda çeşitli eziyet ve sıkıntılara mâruz kaldıkları halde bir adım bile geriye çekilmemişlerdir.
Âhirzaman peygamberi olan Hazret-i Muhammed (asm), altmış üç senelik hayatı dehşetli eziyet ve işkenceler, zahmet ve muharebeler ile geçmesine rağmen, tebliğ hizmetinden bir an bile vazgeçmemiştir. Onun bütün sahabeleri de öyleydi. “Anam babam sana fedâ olsun ya Resûlallah!” diyerek canlarını, mallarını ve aile efradlarını bu yolda fedâ ettiler. Hele, Ashab-ı Suffa denilen bir kadro vardı ki, onların kimisi Kur’ân’ı ezberliyor, kimisi hadis-i şeriflerin muhafazasına çalışıyor, kimisi fıkıh üzerine ilim tahsil ediyor ve istek üzerine gönderildiği mekânlarda İslâm’ı öğretiyorlardı. Bekâr olarak Resûlullah’ın himayesinde hizmet gören bu kahraman insanların sayısı yetmiş civarında bulunuyor, bazen de yüzü aştığı oluyordu. İslâm dininin sağlam olarak bize ulaşmasında bütün sahabiler gibi, Ashab-ı Suffa’nın da büyük payı vardır. Allah onlardan ebediyen râzı olsun ve bizleri şefaatlarına nâil etsin.
Asırlar boyunca İslâm’a hizmet geleneği çeşitli usûllerle icrâ edildi. Âhirzamanın son müceddidi olan Bediüzzaman Hazretlerinin zamanına gelindiğinde, fen ve felsefeden gelen dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyanı ile bütün semâvî dinlere savaş açılmış, Osmanlı Devletinden kalan son vatan toprakları üzerinde ise, nifak perdesi altında İslâm dini tahrip edilmeye çalışılmıştı. İnsanlık tarihinin kaydetmediği dehşetli tahrip ve tahviller yapılıyor, devlet gücüyle bir millet mâzisinden ve dininden koparılarak dünya ve âhiret saadetleri mahvediliyordu. Ümitler sönmüş, ufuklar kararmıştı. Din adamları “Her şey gittikçe fenâlaşacak, her gelen gün geçen günleri arattıracak” diyorlardı.
Böylesine dehşetli ve karanlık bir atmosferde “Ümirvâr olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır” diye haykıran Bediüzzaman Hazretleri meydan-ı mücahedeye atıldı. Kuvvet kullanmak yerine, ilim ve fikir üzerine bina ettiği Nur Mesleğiyle, nifak ve dinsizlik akımlarına karşı Çin Seddi gibi Kur’ân’a dayalı bir sed oluşturdu. Yazdığı altı bin sayfalık Kur’ân tefsirleriyle dinsizliği durdurdu ve belini kırdı. Hayatını vakfettiği dâvâsı uğrunda, akıl ve hayale gelmedik bin türlü ezâ ve cefâlara mâruz kaldı. Ama o, bunlara hep sabırla karşılık verdi. İnandığı dâvâsından asla tâviz vermedi. “Bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-ı imaniye ve Kur’âniyeye hasr ve vakfetmişim” (Mektubat, s. 73) diyerek zalimlere boyun eğmedi. Kendisini çeşitli bahanelerle mahkûm etmek isteyen adalet makamlarına karşı “Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim.. Bütün kuvvetimle Risâle-i Nurla çalıştım. Bütün zâlimâne tâziplere karşı tevfik-i İlâhî ile dayandım. Geri çekilmedim” (Şuâlar, s. 385) ifâdeleriyle samimî maksadını ilân etti. Kendisiyle birlikte aynı zulümlere muhatap olan talebelerine teselli verirken de “Hakkalyakîn derecesinde yakînî bir kanaatımız var ki, biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir” (Şuâlar, s. 277) demekle onların metanet ve dirençlerini kamçıladı.
Saff-ı evvel olan o kahraman Nur Talebeleri, tıpkı Üstadları gibi direndiler ve iman hakikatlerine her türlü sıkıntıya rağmen hizmet ettiler. Hattâ, bir kısmı Bediüzzaman Hazretleri gibi hayatlarını iman hizmetine vakfettiler. Dünyanın meşrû zevklerine bile sırtlarını dönerek, sırf iman hizmetindeki mânevî zevk ve lezzetlere kanaat ettiler. Evlendikleri zaman bile kudsî hizmeti omuzlamaya devam ettiler. Vakıflık müessesesi Bediüzzaman’ın başlattığı bir gelenekti. Kendilerine vakıf denilen bu yüzlerce hizmet eri, bulundukları il, ilçe ve sâir hizmet mahallerinde, ehl-i imana ve hususan genç nesillere gizli bir kutup gibi nokta-i istinad oldu. Asr-ı Saadet’teki Ashab-ı Suffa’nın misyonunu, âhirzamanda yine temsil ve icrâ ettiler. Onlara ne mutlu!..
Risâle-i Nurların telif edildiği ilk mekân olan nurlu belde Barla’da, Mayıs ayının ilk Cumartesi ve Pazar günü, Anadolu’nun dört bir tarafından gelip katılan altmış kadar yeni nesil vakıf kardeşle bir araya geldiğimiz zaman ben bunları düşündüm. Eski kuşak olan bizlerden daha ihlâslı ve kabiliyetli olan bu genç jenerasyonla iftihar ettim. Keşke mâzeretleri sebebiyle katılamayan diğer vakıf kardeşler de gelebilseydi dedim. Bulundukları hizmet mahallerinde şevk-i mutlak içinde hizmetle meşgûl olan bu dâvâ adamları, maddî ve mânevî açıdan incitilmeye değil, eller ve başlar üstünde tutulmaya lâyıktır. Cenâb-ı Hak onların emsâllerini çoğaltsın. Zira, nerede bir vakıf elemanı istihdam edilmişse, hizmetin bütününde, bilhassa öğrenci hizmetlerinde ciddî inkişaflar görülmektedir.
Her yıl Mayıs ayının ilk Cumartesi ve Pazar günleri Barla’da toplanmayı bir gelenek olarak kabul eden ve “Zaman, İslâmiyet fedâisi olmak zamanıdır” diyerek hayatını ortaya koyan bu kahraman dâvâ adamları ordusunun bahtı ve yolu açık olsun. Allah, hepimizi bu kudsî iman ve Kur’ân hizmetinde muvaffak kılsın. Ve her türlü fitne ve şerlerden de muhafaza etsin. Âmin, âmin, binler âmin...
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|