|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Cehalet Ağa’nın katliâmı |
|
Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge Köyünde yaşananları anlamak mümkün değil. Tabiî ki cinnet geçiren insanlardan her türlü kötülük beklenir, ama cinnetin bu dereceye varanına pek rastlanmaz.
Bilge Köyündeki düğün evi basılmış ve aralarında gelin, damat ve köy imamının da olduğu 44 kişi öldürülmüş. Çılgınlığın, insafsızlığın, katliâmın daha büyüğü olabilir mi? Üstelik ölenlerle öldürenler de ilk belirlemeye göre aynı soyadı taşıyor, yani akraba... Köyde görev yapan öğretmenin hanımı, “Yaşadıklarımıza inanamıyoruz” demiş. Bu kine, bu vahşete, bu cehâlete, bu husûmete kim inanabilir ki?
Hadisenin duyulması herkesi telâşlandırdı. Birbirinden farklı ihtimaller ileri sürülse de bu katliâmın temelinde ‘cehalet ağa’nın, cahilliğin, İslâmı doğru anlamama ve hayata tatbik etmemenin tesiri vardır. Elbette başka sosyal sebepler de vardır, ama bu ve benzeri çılgınlıkların temelinde başka sebepler aramayı sürdürürsek, doğru neticelere ulaşamayız. Bu katliâmın ‘terör’ kaynaklı olduğu iddiâ edilse bile yine de temelinde cehalet olduğunu bilmek ve görmek lâzım. “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” misâli, o bölgede yaşananlar yeterince medyanın, dolayısı ile de Türkiye’nin gündemine gelmiyor. Her defasında cinayetlerle gündeme gelen bölge, ister istemez tecrit edilmiş oluyor. Bu durum, çözülmesi gereken problemlerin üzerinin örtülmesine ve ötelenmesine de sebep oluyor. Hadiseye sadece ‘töre’ penceresinden bakmak da meseleyi çözmez. Katliâmın sebebi ‘töre’ bile olsa, onun da temelinde yine cehâlet vardır.
Cinayetin işlendiği köydeki bütün erkeklerin ‘korucu’ olduğu da bu vesile ile öğrenilmiş oldu. Bugün değilse bile ilk fırsatta bu konu da gündeme taşınmalı ve bu uygulamanın mahzurları artık görülmeli. Ehil olmayanlara teslim edilen silâhların bu ve benzeri katliâmlarda, asıl değilse bile tali sebepler olduğu ortada. O halde bu sistem de sorgulanmalı....
Gerek Türkiye’yi idare edenler ve gerekse medya, bu katliâma sadece ‘töre’ penceresinden bakarsa çare bulmakta zorlanır. Bu çirkin katliâmın sebebi ne olursa olsun, en temelinde cehâlet yatıyor. Bölgede tesirli olan ‘ağa’ların en güçlüsü ‘Cehalet Ağa’dır. Ne yazık ki devletin uygulamaları da ‘cehalet ağa’nın ekmeğine yağ sürüyor. İnsanlara doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu öğretmez, onlara yanlış ve eksik bilgi öğretenleri desteklerseniz olacağı budur. Bir sineğin bile hayat hakkına saygı duymayı, ona şefkatle yaklaşmayı emreden bir dinin mensuplarının, böyle katliâmlara imza atması beklenebilir mi? Bu çirkinlikler ancak ve ancak kopkoyu cehaletin, kaskatı husûmetin neticesidir.
Bu katliâma doğru teşhis koyabilirsek, doğru çâreler de sunabiliriz. En büyük düşmanın; cehâlet, zaruret ve ihtilâf olduğunu, bu düşmanlara karşı da san’at, marifet ve ittihad silâhlarıyla karşı konulabileceği bilinmelidir. Başka ‘çare’ler çare olmaktan ziyade, problemin büyümesine ve içinden çıkılmaz hâl almasına sebep olur ve olmaktadır.
En başta ‘cehalet’in ağalığına son vermeliyiz, vesselâm.
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Küresel komplo… |
|
İç ve dış gündemde “Zâlimlerin satranç oyunu”yla uluslar arası politik arenada emperyalizmin hegemonyası hesâbına sergilediği çarpıcı garip olaylar oluyor.
Geçtiğimiz ay Cenevre’de düzenlenen BM Dünya Irkçılıkla Mücadele Konferansında, İsrail’in Filistin’deki işgal ve zulmünün kınanmasına karşı sergilenen tavır bunun son örneği.
İşgalcilerin işgal ve zulümlerin âdeta “adalet” olarak “kabullenmesi”ni dayatmaları, İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında Bediüzzaman’ın işgalcilere karşı neşrettiği “Hutuvât-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması)” adlı eserinde dikkat çektiği işgal güçlerinin fiilî propaganda ile “... Öyle ise size karşı muameleme râzı olunuz!” demesi ve dedirmesi küstahlığına benziyor.
Konferansın maksadı, ırkçılık ve ayırımcılığa dayalı şiddet, düşmanlık ve nefretin beynelmilel yükümlülüklerle “suç” olarak belirlenip cezalandırılmasını sağlamak. Bu sebeple “ırkçılık-ayırımcılık” denince yarım asrı aşkındır Filistin’deki işgal ve zulümle en evvel İsrail’in yasa tanımazlığı akla geliyor.
İsrail bunu bildiği için, daha baştan “anti-semitizm” kaygısıyla toplantıyı terk ediyor. Tıpkı 2001’de Güney Afrika’da yapılan “Dünya anti-ırkçılık konferansı”na büyük hâmisi Bush’un Amerika’sıyla birlikte boykotu gibi…
“IRKÇILIKLA MÜCADELE
KONFERANSI”NDA IRKÇILIK…
Ancak Avrupa Yahudi Kongresi’nin “boykot çağrısı” üzerine Selânikli Sarkozy’in Fransa’sı, George W. Bush’un dostu Berlusconi’nin İtalya’sı ve Merkel’in Almanya’sının yanı sıra Hollanda, Kanada, Yeni Zelanda ve Polonya delegelerinin terk ettiği “ırkçılık karşıtı” konferansın protestosunun başını İsrail’le birlikte “siyahî Obama”nın Amerika’sının çekmesi, oldukça ilginç.
Bu durum, parlak ve tumturaklı “insan hakları” ve “özgürlük” nutuklarının maskesindeki çifte standartlı çehrenin sırıtması olarak karşımıza çıkıyor. Oysa toplantıda bozguncu odakların kumpasına gelmeyen her vicdan sahibinin söyleyeceği şeyleri söylenmiş; İsrail’in Filistin’de yaptığı sistemli soykırımı ve Gazze’yi işgal ve bombardımanında çoğu çocuk ve kadın binlerce sivilin öldürülmesi ve yaralamasıyla sonuçlanan mâsumlara yönelik katliâmı nazara verilmişti. Bu arada İsrail’de Olmert’le görüştüğü sırada, İsrail ordusunun birkaç kilometre ötesindeki Gazze’de BM’ye ait ilâç ve gıda deposuna ve okuluna saldırıp kırktan fazla çoğu çocuk ve kadın sivili katledip yüzlercesini yaralamasına hiçbir tepki vermeyen BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun’un İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’ın ve diğer ülke temsilcilerin İsrail’i kınamasına tepkisi, bu beynelmilel kurumun çürümüşlüğünü açığa çıkarıyor.
Ban Ki-Mun’a göre mülteci kamplarını bombalayan, binlerce çocuğu öldüren ve işgal ettiği Filistin topraklarında bütün Filistinlileri toptan imha plânını önerip barışa yanaşmayan Telaviv yönetimini kınamak “konferansı kötüye kullanmak”mış… Doğrusu sâdece konferansın amacına uygun ırkçılık ve zulme dikkat çekilmesine rağmen, İsrail ve ABD’nin konferanstan gocunması, sekiz yıllık Bush devrinde tükenen “ABD prestiji”ni onarmakla “görevli” Obama döneminde de Amerikan politikalarının Yahudi lobisinin etkisiyle hâlâ İsrail endeksli ve esiri olduğunu ele veriyor.
Ve Washington’daki yeni yönetimin de konferansta “İsrail ırkçılığı” ayıbına katılması, Amerika’nın ve kontrolündeki BM’nin küresel gücün ifsad şebekeleri güdümünde olduğunu yeniden tescil ettiriyor. ABD ile BM’nin “saygınlığını” bir defa daha yerlerde süründü- rüyor…
İSRAİL “KINANAMAZ” MI?
Konferansta oy birliğiyle kabul edilen “nihaî bildiri”de özellikle ABD ve İsrail’in karşı çıktığı ve bazı Batılı ülkelerin “kırmızı hat” olarak direttiği “din ayrımcılığı” ve “İsrail’e atf”ın çıkarılmasına rağmen, İsrail-Filistin anlaşmazlığına dair iki paragrafın “yabancı işgali altında yaşayan Filistin halkının akıbeti” ve “Irkçılık kurbanları” başlığı altında yer alması, aslında saklanamaz gerçeğin itirafı…
Zira Cenevre’deki bu “gözden geçirme konferansı”nın “sonuç bidirisi”ndeki tesbitler, sekiz yıl önce Durban’daki ilk konferansın “İsrail’in Filistinlilerin üzerinde zâlim ve baskıcı ırkçı rejim kurması” ikazlarıyla aynı anlama geliyor.
Ne var ki büyük ümitlerle ve vaadlerle işe başlayan ve her fırsatta Amerika’nın “karanlık tarihi”ne, ülkesinin geçmişindeki Kızılderili soykırımına, zencilere revâ görülen ırkçı ayırımcılığa ve zulme dikkat çeken Afrika kökenli Obama’nın “ırkçılıkla mücadele konferansı”nı boykotu, “imajı”nı yaralıyor. Tıpkı Bush gibi ne yazık ki Sarkozy, Merkel ve Berlusconi gibi İsrail’in uluslar arası komplosuna gelindiğini gösteriyor.
Keza Ban Ki-Mun’un BM’nin aldığı kararlara aykırı olarak İsrail ve Yahudi lobisi lehindeki çifte standartlı tutumu, öncelikle başında bulunduğu BM’nin itibarını zedeliyor. Aynen Annan gibi İsrail’in Filistin’deki zulmünü, Gazze’deki insanlık trajedisini gözardı edip gıdadan suya, ilâçtan elektriğe kadar her türlü insanî yardımı engelleyen amansız ambargoyu kaldırmaya çağırmaması, küresel ikiyüzlü entrikanın vâhim komplosunu ortaya koyuyor.
Bir diğer ilginç husus, “Davos çıkışı” yapan Başbakan’ın ve Ankara’nın tepkisizliği ve sessizliği. Tek kelimeyle olsun İsrail ve ABD’nin bu tutumunu kınamaması…
Peki İsrail “kınanmaz” ve “dokunulmaz” mı? Neden?..
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Müslüman olan Hıristiyan asker |
|
Arkadaşları arasında TJ olarak da bilinen askerî uzman Terry Holdbrooks son günlerde Newsweek dergisine konu oldu. Dergi, askerî uzman Holdbrook’un 463’üncü Askerî İnzibat Ekibi’nde Küba’daki Guantanamo Körfezi’nde illegal olarak tutulan Müslüman tutukluların durumunu gözlemlemek için görevlendirildikten sonra İslâmiyet’i seçtiğini yazdı.
Dergide yer alan habere göre, Holdbrook, Guantanamo’da tutulan ve “General” lâkaplı 590 numaralı tutukluyu izlemekle görevlendirilmişti. Holdbrook 6 ay boyunca gözlem ve incelemeler yapmış ve demir parmaklıklar ardından geceler boyunca bağdaş kurarak oturmak ve uzun sohbetler etmek suretiyle 590 numaralı tutuklu ve diğer tutuklular ile görüşmeler yapmıştı.
Bu sırada Holdbrook General lâkaplı ve gerçek adı Ahmet Erraşidi olan tutuklu ile yakın bir ilişki kurdu. Zaman içinde Holdbrook, cezaevi hakkında çok ciddî şüphelere kapıldı ve daha önemlisi General ile yaptığı konuşmalar sonucunda kendi hayatını da sorgulamaya başladı. Daha sonra ise İslâm ile ilgili kitaplar okumaya başladı.
Bir gece ise Erraşidi ile saatler süren sohbet bu sefer bir şehadetle neticelendi. Holdbrooks demir parmaklıkların içinden bir kâğıt ve kalem uzatarak Erraşidi’den şehadetin İngilizcesini yazmasını rica etti. Daha sonra ise şehadetin Arapçasını da Guantanamo’daki Delta Kampı’nda yerde bağdaş kurmuş vaziyetteyken yüksek sesle tekrar etti ve Müslüman oldu.
Holdbrooks 2005 yılında Askerliği bıraktı. Tarih Guantanamo Körfezi’ni Müslümanlar için zor ve acı dolu ve zorla tutuldukları bir yer olarak kayıtlara geçti. Holdbrooks da oradaki adaletsizliğe katkıda bulunduğunu gördü. Guantanamo’da duvarların ve kapalı kapıların ardında Müslümanlara uygulanan işkenceler bir bir açığa çıkarken, bir de Müslümanlarla oradaki gardiyanlar ve askerler arasında gelişen etkileşimler, dinî ve siyasî sohbetler neticesinde bazı gardiyanların kalplerinin aydınlanması ve İslâmiyet’i seçmesi gibi büyük bir olayı görmezden gelmemek gerekir.
Guantanamo’da beş yıl kalan ve 2007 yılında salıverilen Erraşidi şu anda bulunduğu memleketi Fas’tan Newsweek dergisine yolladığı mektubunda, “Tutuklular kendilerini biraz olsun saygı gösteren bazı gardiyanlarla sohbet ederlerdi. Her şey hakkında konuşurduk, normal şeylerden bahsederdik ve ortak yanlarımızdan da bahsederdik” demektedir.
Faslı tutuklu Erraşidi yaklaşık 18 yıl boyunca İngiltere’de aşçı olarak çalışmış ve çok iyi İngilizce konuşabilmekteydi. Erraşidi Guantanamo’da hep isyan eden ve sorun çıkaran bir mahkûm olarak bilinirdi zira Newsweek’e yazdığı mektupta, “İngilizce bildiğim için, her zaman askerlerle münakaşa ederdim” diyor.
Erraşidi birgün kendisine “General” lâkabını takan Guantanamo’daki bir Amerikan albayına “Generaller işbirliği halinde değillerse zarar verirler” demişti. Erraşidi bu tip meydan okumalarının kendisine genelde buz gibi soğuklarda çıplak olarak tutulmak ve “stress position” denilen prangalı işkence uygulamalarıyla dolu uykusuz geceler olarak geri döndüğünü belirtiyor. Erraşidi, “Askerler bizlere akıl almaz işkenceler yapıyorlardı ve benim de bunun karşısında sessiz kalmam beklenemezdi” diyor ancak ABD hükümeti Guantanamo’da sözkonusu işkencelerin yapıldığını red ediyor.
Erraşidi gardiyanlarla bir çok dinî konuda tartıştıklarını ve sohbet ettiklerini belirtiyor ve “Onlara Noel Baba, İshak ve İbrahim peygamberler ve kurban meselesi ve tabiî ki Hz. İsa konularında bildiklerimi anlatırdım” diyor. Holdbrooks da Newsweek dergisine “Müslüman olacağımı Erraşidi’ye söylediğimde o beni bunun çok önemli bir sorumluluk altına girmek anlamına geldiği ve Guantanamo gibi pis bir yerde bulunmayı güçlendireceği konusunda uyardı. O benim neyin içine girmek ve neyi kabul etmek üzere olduğumu bildiğimden emin olmak istedi” şeklinde açıklama yaptı.
Holdbrooks şehadet getirdikten bir süre sonra Guantanamo’daki diğer gardiyanlar, mahkûmların Holdbrooks’a Mustafa diye seslendiklerini işitti. Bir kaç ay içinde de Holdbrooks askerlikten terhis oldu, hem de o gelmeden 2 yıl önce. Ordu ona hiçbir açıklama yapmadan ve normal görev süresi bitmeden tezkere verip gönderdi.
Şimdi Holdbrooks ve Erraşidi yeniden görüşüyorlar. Erraşidi Newsweek’e verdiği demeçte şimdi özgürlüğe alışmaya çalıştığını ve prangasız ve gece ışıklar sönük vaziyette uyumaya alışmakla uğraştığını söylüyor. Erraşidi Newsweek’e gönderdiği düzinelerce e-maili kendisini esir edenler tarafından kendisine takılan Ahmed 590 rumuzuyla imzalamıştı.
Şimdi 25 yaşında olan Holdbrooks, kayıt danışmanı olarak çalıştığı Phoenix Üniversitesi’nin yanıbaşındaki Tempe İslâm Merkezi’nde vakit namazlarını kılıyor. Tempe’deki imam Holdbrooks’u cemaate tanıştırıp onun Guantanamo’da hidayete erdiğini söylediğinde, düzinelerce Müslüman onu elini sıkarak tebrik etmiş. Amr Elsamny adlı Mısırlı Tempe İslâm Merkezi imamı, “Hep Guantanamo’dakilerin vahşi birer asker olduklarını düşünürdük. Oradan TJ gibi bir insanın çıkacağına asla ihtimal vermezdim” diyor.
Allah da Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Sana kitabı, ancak ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik (Nahl Sûresi, 64. âyet)
İnşallah, daha fazla Hıristiyan asker İslâmiyet’i seçecektir.
Tercüme: UMUT YAVUZ
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Prag’ta Dağlık Karabağ zirvesi |
|
Başımıza dert olmuş gibi görünen Ermenistan sınırının açılması meselesinden hayırlı bir sonuç doğacak gibi görünüyor. Önceki gün Azerbaycan Dışişleri Birinci Bakan Yardımcısı Araz Azimov’un Ankara’daki görüşmeleri sonunda Azerbaycan-Ermenistan sorunlarının çözümü yolunda bir adım atılması umudu doğdu. Hükümetin altı yıllık dış politikasını yönlendiren, şimdi de çiçeği burnunda Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu, bu göreve geldikten sonra ilk hamlesini bu konuda yaptı. Aynı gün içinde Başbakanın 13 Mayısta Bakü’ye, 16 Mayısta da Soçi’ye gideceği duyuldu. Bunlardan önce 7-8 Mayısta Cumhurbaşkanı Gül, Aliyev ve Sarkisyan’ı Prag’ta bir araya getirecek. Bu diplomasi çabalarının odak noktasını Dağlık Karabağ sorununun çözümü oluşturuyor.
Böylece Türkiye, bu sorunun zaten kökeninde var olan Rusya olmaksızın çözüme ulaşılamayacağını gördü ve adımını buna göre atmaya karar verdi. Aliyev’in son zamanlardaki Rusya’ya yakınlaşma politikasının da bunda etkisi olduğu kuşkusuz.
Avrupa Birliğinin altı eski Sovyet Cumhuriyetine (Belarus, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Azerbaycan, Ukrayna) yardımlarını ve ilişkilerini düzenlemeyi amaçlayan Doğu Ortaklık Konferansı 7-8 Mayısta Prag’ta yapılacak. 27 AB ülkesi ile doğu ortaklığı ülkelerinin devlet ya da hükümet başkanlarının katılacağı bu toplantı, üçlü zirveye de vesile olacak.
Doğu Ortaklığı 26 Mayıs 2008’de Polonya ve İsveç tarafından önerilen ve 20 Mart 2009 tarihinde resmen başlatılan bir proje. Amaç yukarıda sayılan “stratejik önem taşıyan” altı eski Sovyet bloğu ülkesine siyasal ve ekonomik ilişkiler yoluyla yardım ve destek sağlamak. Rusya bu projeye AB’nin kendi nüfuz alanını genişletme girişimi olarak bakıyor. Özellikle Belarus konusunda Rusya ile AB arasında bir çekişme var. Ortaklığın temel amaçları olan demokrasi ve hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesine tamamen zıt olan dikta rejimiyle yönetilen bu ülke, sırf Rusya’nın egemenlik alanına girmemesi için bu ortaklığa dahil edilmiş.
İşte bu konferans dolayısıyla Prag, Dağlık Karabağ sorununun çözümü yolunda önemli bir zirveye de ev sahipliği yapmış olacak.
Bu toplantı iki açıdan da önem arz ediyor. Birincisi; Türk dış politikasında NATO Genel Sekreterliği meselesinde yaşanan Cumhurbaşkanı mı Başbakan mı öne çıkacak meselesi, burada Cumhurbaşkanı Gül’ün öne çıkarılmasıyla çözülmüş görünüyor. Sızan bilgilere göre bu da Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun tavsiyesi. Böylelikle zirve Devlet Başkanları düzeyine taşınmış oluyor. Bundan sonra da dış politika konusunda bu ikileme sık sık şahit olacağız gibi görünüyor. Aslında Devletin başındaki iki liderin farklı bölgelerde öne çıkması, gerektiğinde birbirini tamamlayıp desteklemesi bizim gücümüzü arttıracaktır.
İkincisi; bu üçlü toplantının yapılmasında vesile olacak faaliyet, toplantıdan verimli sonuçlar alınmasını biraz güçleştirecek gibi görünüyor. Rusya’nın şiddetle karşı çıktığı AB-Doğu Ortaklığı Konferansı dolayısıyla orada bulunulması, Rusya’yı da—nüfuz bölgesi olarak gördüğü için— ilgilendiren böyle bir konunun Prag’ta görüşülmesi, Rusya’yı rahatsız edebilir.
Sonuçta bölgedeki huzur açısından öncelikle çözümü gereken Azerbaycan-Ermenistan çatışmasının—ve temel konu olan Dağlık Karabağ işgalinin—çözümü yolunda böylesine önemli bir adım atılması umut verici bir gelişmedir. Hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Revizyon sonrası |
|
Kabine revizyonu, hükümete taze bir soluk getirerek, 22 Temmuz seçiminden sonraki süreçte yaşanan patinajı sona erdirerek yeni bir dinamizme start verdirebilecek mi?
Hep birlikte takip edip göreceğiz.
Yenilenmiş hükümetin önünde. aşmak zorunda olduğu ekstra handikaplar var. Bunlardan biri, AKP hakkındaki kapatma dâvâsından çıkan sonucun koyulaştırdığı yargı vesayeti. Bu sonucun ardından, yine Anayasa Mahkemesi, önüne getirilen birçok başka konuda verdiği kararlarla, Meclisin hükümete verdiği yetkileri tırpanladı.
AYM’ye paralel olarak, Danıştay da her fırsatı değerlendirerek aynı yönde kararlar verdi. Son günlerde, ilkokullardaki ders programlarına el atıp müfredat iptali gibi görülmemiş kararlara imza atıp özel okullarda da Atatürk köşesi ısrarını tekrarlaması, bunun düşündürücü örnekleri.
Hüseyin Çelik yerine Nimet Çubukçu’nun Eğitim Bakanı olması bu durumu değiştirir mi?
Temeldeki problem, öteden beri yüksek yargıya hakim olan ve 28 Şubat sürecinde daha da pekiştirilip tahkim edilen “laikçilik eksenli” müdahaleci anlayışın bir türlü aşılamıyor olması.
Taha Akyol’un zaman zaman hatırlattığı gibi, Ecevit bu durumu yarım asır önce “Yargı devrimcilerin elinde” diyerek ifade ve ikrar etmişti.
Görevi, hiçbir tesir ve baskı altında kalmaksızın sadece ve sadece adaleti tecellî ettirmek olan yargı kurumunun, bunun yerine resmî ideoloji muhafızlığını öncelemesi, büyük bir talihsizlik.
Derin ve köklü bir zihniyet değişimi başarılmadan bu durumun aşılabilmesi mümkün değil.
Uzun ve zorlu bir süreci gerektiren bu değişimi hızlandırmak içinse yapılması gereken pek çok şey var. İlkokuldan başlayıp hukuk fakültelerine kadar, eğitim program, müfredat ve yöntemlerinin çağdaş demokrasi ve hukuk kriterlerine göre tekrar şekillendirilmesinden, bu noktada duyarlı bir kamuoyu oluşturulmasına kadar.
Bunun için ise, farklı düşünce ve görüşlere sahip olsalar da, demokrasi ve hukuk ortak paydasında buluşabilen bütün toplum kesimlerinin, bir seferberlik mantığıyla elbirliği yapması şart.
Atılması gereken bir başka önemli adım, vesayetçi anlayışın temel dayanağını oluşturan darbe anayasasının bir an önce tedavülden kaldırılıp, yerine hürriyetçi bir anayasanın ikame edilmesi.
Yeni AKP hükümetinin bir numaralı gündemi bu olmalıydı. Ancak görünen o ki, topyekûn bir anayasa değişikliği şansı büyük ölçüde kayboldu.
22 Temmuz’dan sonra yapılabilirdi, ama mâlûm sebeplerle olmadı. Kapatma dâvâsıyla herşey alt üst oldu. Ürkütülüp sindirilen AKP, şimdi böyle bir psikoloji içinde, çekingen bir tavırla, beş-on maddeyi geçmesi beklenmeyen bir mini anayasa paketini gündeme taşımaya çalışıyor.
Gerçi YAŞ ve HSYK’ya yargı yolu gibi hassas ve “dikenli” konuların dahil edildiği, yirmi maddeye kadar çıkan bir paketten söz edilirken, bu tür tartışma doğuracak maddelere yer vermeme eğiliminin ağır bastığına dair haberler de geliyor.
Ve Meclisteki sayı dengesi, AKP’nin tek başına anayasa değişikliği yapmasına imkân vermiyor.
Muhalefetin tavrı ise, özellikle 29 Mart sonrasında uzlaşmaya daha uzak ve kapalı görünüyor.
AKP’nin tercihi, değişiklikleri bilhassa CHP ile birlikte yapmak. Önceden de böyleydi, ama kapatma dâvâsının ardından bu tavır daha çok öne çıktı. Çünkü CHP’nin, rızası haricinde yapılacak bir değişikliği AYM’ye taşımasından çekiniliyor.
Nitekim AKP sadece bir defa MHP ile birlikte anayasa değiştirmeye kalktı, başına neler geldi...
Aynı tecrübeyi bir daha tekrarlamak ister mi?
Peki, AKP’ye açılan kapatma dâvâsı ile kendisi de ecel terleri döken MHP yeni bir beraberliğe yanaşır mı? Nitekim bu partiden sâdır olan sinyaller, “AKP anayasa değişikliği yapacaksa bu defa biz yokuz; CHP ve DTP ile yapsın” şeklinde.
CHP ise AKP imzalı bir anayasa değişikliğine kapıları kapatan tavrını ısrarla devam ettiriyor.
Ve bu kilitlenme çözülecek gibi görünmüyor.
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dünya Risâle-i Nur’u okuyor |
|
24 Nisan Cuma saat 11.00’de başlayan Özbekistan’daki Risâle-i Nur mahkemesinin ikinci celsesindeki savunmalarda başlıktaki cümle de yer aldı.
Önce 10 avukat 10 cihetten Nur Talebelerinin suçsuz olduklarını, kanunda olan suçların bu kişilerde bulunmadığını bir bir ispat ettiler. Hepsinin güzel ahlâklı insanlar olduklarını söylediler ve sanıkların serbest bırakılmalarını talep ettiler.
Sonra hâkim sözü Nur Talebelerinin anne-babalarına verdi. Önce Şuhrat Kerimov’un babası Buhara’da çok meşhur bir dâhiliye doktoru olan Şerif Kerimov söze başladı.
Şerif Kerimov: “Ben Buhara’da 40 sene sizleri tedavi ettim, sizlere hizmet ettim. Benim bir oğlum var, o da sizlere hizmet ediyor” dedi.
Heyecanından kendini tutamadı, ağladı. Bunun üzerine orada hazır bulunanlar da etkilenerek gözyaşlarına boğuldular.
Hâkim bir kâğıdı göstererek Şerif Kerimov’a: “Siz buna ne diyorsunuz? Bu kâğıttaki şema bunların sistemini gösteriyor. Bunlara kim liderlik ediyor, onun yardımcıları kim, hangi şehirlerde bunların adamları var, v.s.” gibisinden sorular sordu.
O sırada İkram Mirajov’un babası Zavkidin Hoca el kaldırdı ve “Sayın Hâkim müsaade ederseniz ben sizin sualinize cevap verebilirim” dedi.
Hâkim: “Evet, buyurun. Siz kimin akrabasısınız?”
İkram Mirajov: “Bu benim babamdır.”
Zavkidin Hoca: “Bu sizin elinizde olan kâğıt esassız bir kâğıttır. Sizi ve Özbekistan halkını evhamlandırmak için düzenlenmiş bir kâğıttır. Yalan yanlış uydurma ve iftiraya dayalı bir kâğıttır.”
Hâkim: “Siz misiniz şikâyetnameleri Başbakana ve diğer devlet dairelerine yazan?”
Zavkidin Hoca: “Evet, ben yazdım. Nasıl yazmam? 4 aydır ben oğlumu görmüyorum. Ben 43 senedir Buhara Üniversitesinde hocalık yapıyorum. Sizlere ve sizin çocuklarınıza ders verdim. Oğlum İkram da 10 senedir hizmet ediyor. Bunların hepsini ben biliyorum. Bunların hiçbir suçu yok. Ben bunların çocukluklarını biliyorum. Bunlar güzel ahlâklı, vatanımıza, ailesine çok faydalı gençlerdir. Ben bunlara kefilim.”
Hâkim: “Siz bu kâğıda ne diyorsunuz? Bu 8 kişinin imzası olan araştırma bilirkişi raporudur.”
Zavkidin Hoca: “Ben buna dünyaca meşhur 152 profesörün imzaları ile cevap veriyorum. Risâle-i Nur üzerine dünyada uluslar arası sempozyumlar, paneller ve konferanslar düzenleniyor. Risâle-i Nur’u dünya okuyor” deyip ve oğluna yönelip, “Oğlum İkram sabırlı ol, korkma, her şey Allahdandır!” diye teselli verdi.
Savcı, İkram Mirajov’a 11 sene, diğer Nur Talebelerine 7-8 seneden başlayan hapis cezası talebinde bulundu. Sonunda hâkim cemaat reisi diye itham edilen İkram Mirajov’a 9 yıl, 7 kişiye de 6’şar yıl mahkûmiyet verdi. Avukatlar temyize müracaat edeceklerini belirtirlerken, ceza verilen Nur Talebeleri de kararı ahiret beratı olarak kabul ettiler. Bediüzzaman ve talebeleri de haksız yere mahkûm edilmemişler miydi? Ama bugün herbiri dünya çapında gönüllerde taht kurdular.
Hafız Ali Denizli’de mahkemeye giderken dâvâ arkadaşlarına şöyle demişti: “Merak etmeyin! Birgün bu Nurlar parlayacak, karşımızda küfrü mutlak var.”
Evet, Nurlar parlamaya devam ediyor, hiçbir baskı ve zulüm, inkâr yayılmalarına engel olamadı, İnşaallah olamayacak.
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Husûmet ateşi yakıyor |
|
Mardin'in Bilge Köyünde yaşanan kanlı vahşetin terörle bir bağlantısının bulunmadığı hususu, yetkililer tarafından açıklandı. O halde geriye cehalet belâsıyla husûmet ateşi kalıyor ki, bu iki mendebur hastalık uzun zamandan beri bölge halkının birinci ve en büyük başbelâsıdır.
5 Aralık 1908 tarihli Kürt Teavün Gazetesinin ilk sayısında Kürtlere hitaben bir makale neşreden Üstad Bediüzzaman, onlara musallat olmuş üç büyük düşmandan bahsederek, bunları şu şekilde sıralıyor: "Fakirlik, cehalet ve dahilî ihtilâf."
Kürtleri mahv û perişan eden bu dehşetli marazdan kurtarmanın çaresi olarak da, özetle şunları zikrediyor Hazret–i Bediüzzaman: "Maarif, ittifak ve muhabbet."
Kürtlerin kendi aralarındaki müzmin dertlerden daha başka eserlerinde de bahseden Bediüzzaman Said Nursî, hükümetin yanlış politikalarına da dikkat çekerek, husûmet illetiyle iltihap toplamış bir bünyenin Hamidilik (bugünkü koruculuğu andıran silâhlı birlik) ilâcıyla tedâvi edilemeyeceğini şu sözlerle nazara verir: "...Şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, gönderdiğim reçetesiz, mîzansız bir ilâcı istimâl eden, acaba şifâ mı bulur veyahut ölür? İşte, ...husûmet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihabı tezyid eden Hamidilik icrâ etmek, acaba tedâvi mi, yoksa tesmim (zehirlemek) midir, melekülmevte (Azrail'e) yardım etmek midir?" (Münâzarât, s. 25)
Evet, cehaletten kaynaklanan kin, husûmet, intikam ve tarafgirlik duyguları zaman zaman öylesine kabarır ki, kişiye vahşi bir canavar hayvanın dahi yapamadığını yaptırır.
Kin ve husûmet ateşiyle yanıp tutuşan bir kimse, son derece adi ve basit bir mesele yüzünden, gider bir hanede katliâm yapar, yahut gider gözünü kırpmadan bir köyü ateşe verir, sayısız mâsumun kanına girer. Aynen, Mardin'in Bilge Köyünde olduğu gibi...
Hakikaten, insanın vahşisi hayvanın vahşisinden çok daha tehlikelidir. Vahşileşen bir insan, ölçü, sınır, kaide, kural tanımaz; elinden gelse karşı taraftan bir tek insan, bir tek canlı bırakmaksızın katliâm yapar. Hatta, beşikteki bebekleri de, ahırdaki hayvanları da hiç çekinmeden vurur, öldürür.
Bazılarının havsalası almaz böyle şeyleri. Ancak, bu tür hadiselere çok kere bizzat kendimiz şahit olmuşuzdur.
Hatta diyebilirim ki, 1970'li yılların ortalarında kendimiz dahi böylesi bir tehlikenin eşiğinden döndük. Şayet, köydeki evimizi barkımızı terk edip başka yere hicret etmeseydik, basit bir arazi ihtilâfı sebebiyle köylülerimizle kanlı bir çatışmaya girmekten büyük ihtimalle kurtulamayacaktık.
Şimdi, bazıları çıkıp Mardin'deki kanlı vahşeti başka taraflara çekmeye de çalışabilir. Meselâ, "töre cinayeti" falan diyerek, işi mecraından saptırabilir.
Oysa, bu tür hastalığın temelinde cehaletten kaynaklanan kin ve husûmet ateşi var. Bu ateşin alevleri, zaman zaman işte böyle yükselebiliyor ve koca bir köyü yakıp yıkarak bütünüyle harap edebiliyor.
Köklü çare ilimdir, irfandır, ittifaktır, muhabbettir. Başka türlü çareler aramak veya sunmak, abesle iştigaldir, zaman kaybıdır, dahası küllenmiş kor ateşleri körüklemekten ibarettir.
Gürsel'in "izne ayrılma" muamması
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel, askeriyede alınan şaşırtıcı bir kararla izne ayrıldı. Ankara'dan İzmir'e giden Gürsel'in izne ayrıldığı yönündeki bilgi, 6 Mayıs (1960) günü telsizlerle ordunun en küçük birimlerine kadar iletildi. Bu son derece garip ve tuhaf bir durumdu. Ankara'da gizliden gizliye bazı dolaplar çevrildiği belliydi; ama, acaba işin iç yüzünde ne vardı?
Gariptir ki, bir gün önce de "555K" şifresiyle, Kızılay Meydanı'nda da büyük bir gösteri düzenlenmiş ve sonlara doğru hükümet aleyhtarı sloganlarla iş çığırından çıkartılmıştı.
Esasında, bütün bunlar gizli bir plân dahilinde yürütülen faaliyetlerdi. Asıl hedef, darbe yapmak ve meşrû hükümeti iktidardan uzaklaştırmaktı.
Nitekim, Gürsel'in izne ayrılmasından tam 21 gün sonra, ordunun alt kademesindeki subayların tazyiki ile, bir askerî darbe yapıldı. Menderes'in başında bulunduğu Demokrat hükümet, silâh zoruyla devrildi.
Darbecilerin başında, Korgeneral Cemal Madanoğlu bulunuyordu. Genelkurmay Başkanı Org. Erdelhun, devre dışı edilmiş durumdaydı. İşte, çarpık olduğu kadar hiyerarşik sisteme de aykırı olan bu darbeden haberdar olan 3. Ordu Komutanı Org. Ragıp Gümüşpala, olup bitenlere adeta isyan etti. Darbenin başındaki komutanın Or. değil de Kor. olması halinde, Erzurum'dan ordusuyla birlikte Ankara'ya doğru harekete geçeceği tehdidinde bulundu.
İşte, bu korku sebebiyledir ki, İzmir'de bulunan Org. Gürsel, darbeye taraftar olmamasına rağmen, 27 Mayıs gecesi apar topar bir şekilde Ankara'ya getirtilerek, askerî cuntanın başına adeta monte edilmiş oldu.
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Mutluluk ne evlilikte, ne bekârlıkta… |
|
Eğer, “Eh, artık okulu bitirdim, askerliğimi yaptım, aile geçindirecek bir iş kurdum veya buldum!” diyebiliyorsanız, daha fazla ertelemeyin, evliliğe merhaba diyebilirsiniz…
Aday hakkında bir düşünün, bin araştırın. Çünkü, evlilik sonsuza kadar devam edecek bir hayat arkadaşlığıdır. Doğru, sağlıklı evlilik yaparsanız, hem dünyanızı, hem ahiretinizi kurtarırsınız. Yanlış evlilik, her iki hayatınızı da tehlikeye atabilir.
Siz nasıl zaaflarınızı, eksiklerinizi, kusurlarınızı örtüyorsanız, karşınızdaki de öyle yapıyor.
Eskiden evlilik ve aile hakkında sıkça şu hoş cümleleri işitirdik:
-“Evlilik hayatı kolaylaştırır, rızkı bollaştırır.
-Mutluluğu bulmak için değil, paylaşmak için evlenilir...
-Her şey güzel, aile hayatı en güzel.
-Aile, kralların bile giremediği bir kaledir.
-Toplumun özü aile; ailenin gözü baba, kulağı anne, gözbebeği çocuklardır.
-Aileyi ihya eden, toplumu ihya eder.
-Bir memleketi, para-pul değil, aile yükseltir.
-Kız anne, erkek baba olunca kemale erer.
-Erken çık yol al, erken evlen döl al!
-Bütün trajediler ölümle biter; bütün komediler evlilikle. (Byron)
-Sizin hayırlı olanınız, aile efradına hayırlı olanınızdır. (Hadis-i Şerif)
-Aile, Hz. Adem (as) ile Hz. Havva’nın nikâhları Cennette oluşan mukaddes bir yuvadır.
-Aile, mü’minin cennet hayatıdır.
-Nikâhta keramet, keramette bereket vardır.
-Evlilik mutluluktur!
-Evleniyoruz, mutluyuz!
Kültürümüzde evliliğin ana sebepleri şöyle sıralanır:
*Kendini (Nefsini),
*Neslini,
*Sağlığını
*Dinini yaşamak ve korumak için evlenilir…
Şöyle de özetlenebilir: Huzur ve mutluluk için. Zaten hepimiz bu sihirli mefhumların peşindeyiz. Ne var ki, pek azımız bunun sağlıklı ve metin bir aile yuvasından geçtiğini bilir.
Mutluluk evlilikte değildir. Mutluluk bekârlıkta da değildir.
Mutluluk zenginlikte değildir. Fakirlikte de değildir.
Mutluluk güzellikte değildir, yakışıklılıkta da değildir.
Mutluluk ayrı yaşamakta değildir, boşanmakta da değildir.
Huzur ve mutluluğun sebeplerinden birisi dengeli ve sağlıklı bir evlilik yapmak;
*Sorumluluklarını bilmek,
*Vazifelerini yerine getirmek,
*Biribirinin haklarına saygılı olmaktır.
Düşünceleriniz kültürümüzün bu hakikatleriyle yoğrulmuş, aile müessesesine bu zaviyeden yaklaşıyorsanız, şartlarını oluşturmuşsanız; evlilik hazırlıklarına başlayabilirsiniz!
Ancak, “İlla eşim şu olmalı!” diye diretmemelisiniz. Hakkınızda hayırlısı kim ise, onun olmasını talep ediniz…
06.05.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Kudsî bir dâvâya vakfedilmiş hayatlar |
|
İnsanlık tarihi boyunca Allah tarafından seçilen bütün peygamberler, iman ve hidayet yoluna dâvet için gönderildiği kavim ve ümmetlere tebliğ hizmetine hayatlarını adayan büyük şahsiyetlerdir. Bu uğurda çeşitli eziyet ve sıkıntılara mâruz kaldıkları halde bir adım bile geriye çekilmemişlerdir.
Âhirzaman peygamberi olan Hazret-i Muhammed (asm), altmış üç senelik hayatı dehşetli eziyet ve işkenceler, zahmet ve muharebeler ile geçmesine rağmen, tebliğ hizmetinden bir an bile vazgeçmemiştir. Onun bütün sahabeleri de öyleydi. “Anam babam sana fedâ olsun ya Resûlallah!” diyerek canlarını, mallarını ve aile efradlarını bu yolda fedâ ettiler. Hele, Ashab-ı Suffa denilen bir kadro vardı ki, onların kimisi Kur’ân’ı ezberliyor, kimisi hadis-i şeriflerin muhafazasına çalışıyor, kimisi fıkıh üzerine ilim tahsil ediyor ve istek üzerine gönderildiği mekânlarda İslâm’ı öğretiyorlardı. Bekâr olarak Resûlullah’ın himayesinde hizmet gören bu kahraman insanların sayısı yetmiş civarında bulunuyor, bazen de yüzü aştığı oluyordu. İslâm dininin sağlam olarak bize ulaşmasında bütün sahabiler gibi, Ashab-ı Suffa’nın da büyük payı vardır. Allah onlardan ebediyen râzı olsun ve bizleri şefaatlarına nâil etsin.
Asırlar boyunca İslâm’a hizmet geleneği çeşitli usûllerle icrâ edildi. Âhirzamanın son müceddidi olan Bediüzzaman Hazretlerinin zamanına gelindiğinde, fen ve felsefeden gelen dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyanı ile bütün semâvî dinlere savaş açılmış, Osmanlı Devletinden kalan son vatan toprakları üzerinde ise, nifak perdesi altında İslâm dini tahrip edilmeye çalışılmıştı. İnsanlık tarihinin kaydetmediği dehşetli tahrip ve tahviller yapılıyor, devlet gücüyle bir millet mâzisinden ve dininden koparılarak dünya ve âhiret saadetleri mahvediliyordu. Ümitler sönmüş, ufuklar kararmıştı. Din adamları “Her şey gittikçe fenâlaşacak, her gelen gün geçen günleri arattıracak” diyorlardı.
Böylesine dehşetli ve karanlık bir atmosferde “Ümirvâr olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır” diye haykıran Bediüzzaman Hazretleri meydan-ı mücahedeye atıldı. Kuvvet kullanmak yerine, ilim ve fikir üzerine bina ettiği Nur Mesleğiyle, nifak ve dinsizlik akımlarına karşı Çin Seddi gibi Kur’ân’a dayalı bir sed oluşturdu. Yazdığı altı bin sayfalık Kur’ân tefsirleriyle dinsizliği durdurdu ve belini kırdı. Hayatını vakfettiği dâvâsı uğrunda, akıl ve hayale gelmedik bin türlü ezâ ve cefâlara mâruz kaldı. Ama o, bunlara hep sabırla karşılık verdi. İnandığı dâvâsından asla tâviz vermedi. “Bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-ı imaniye ve Kur’âniyeye hasr ve vakfetmişim” (Mektubat, s. 73) diyerek zalimlere boyun eğmedi. Kendisini çeşitli bahanelerle mahkûm etmek isteyen adalet makamlarına karşı “Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim.. Bütün kuvvetimle Risâle-i Nurla çalıştım. Bütün zâlimâne tâziplere karşı tevfik-i İlâhî ile dayandım. Geri çekilmedim” (Şuâlar, s. 385) ifâdeleriyle samimî maksadını ilân etti. Kendisiyle birlikte aynı zulümlere muhatap olan talebelerine teselli verirken de “Hakkalyakîn derecesinde yakînî bir kanaatımız var ki, biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir” (Şuâlar, s. 277) demekle onların metanet ve dirençlerini kamçıladı.
Saff-ı evvel olan o kahraman Nur Talebeleri, tıpkı Üstadları gibi direndiler ve iman hakikatlerine her türlü sıkıntıya rağmen hizmet ettiler. Hattâ, bir kısmı Bediüzzaman Hazretleri gibi hayatlarını iman hizmetine vakfettiler. Dünyanın meşrû zevklerine bile sırtlarını dönerek, sırf iman hizmetindeki mânevî zevk ve lezzetlere kanaat ettiler. Evlendikleri zaman bile kudsî hizmeti omuzlamaya devam ettiler. Vakıflık müessesesi Bediüzzaman’ın başlattığı bir gelenekti. Kendilerine vakıf denilen bu yüzlerce hizmet eri, bulundukları il, ilçe ve sâir hizmet mahallerinde, ehl-i imana ve hususan genç nesillere gizli bir kutup gibi nokta-i istinad oldu. Asr-ı Saadet’teki Ashab-ı Suffa’nın misyonunu, âhirzamanda yine temsil ve icrâ ettiler. Onlara ne mutlu!..
Risâle-i Nurların telif edildiği ilk mekân olan nurlu belde Barla’da, Mayıs ayının ilk Cumartesi ve Pazar günü, Anadolu’nun dört bir tarafından gelip katılan altmış kadar yeni nesil vakıf kardeşle bir araya geldiğimiz zaman ben bunları düşündüm. Eski kuşak olan bizlerden daha ihlâslı ve kabiliyetli olan bu genç jenerasyonla iftihar ettim. Keşke mâzeretleri sebebiyle katılamayan diğer vakıf kardeşler de gelebilseydi dedim. Bulundukları hizmet mahallerinde şevk-i mutlak içinde hizmetle meşgûl olan bu dâvâ adamları, maddî ve mânevî açıdan incitilmeye değil, eller ve başlar üstünde tutulmaya lâyıktır. Cenâb-ı Hak onların emsâllerini çoğaltsın. Zira, nerede bir vakıf elemanı istihdam edilmişse, hizmetin bütününde, bilhassa öğrenci hizmetlerinde ciddî inkişaflar görülmektedir.
Her yıl Mayıs ayının ilk Cumartesi ve Pazar günleri Barla’da toplanmayı bir gelenek olarak kabul eden ve “Zaman, İslâmiyet fedâisi olmak zamanıdır” diyerek hayatını ortaya koyan bu kahraman dâvâ adamları ordusunun bahtı ve yolu açık olsun. Allah, hepimizi bu kudsî iman ve Kur’ân hizmetinde muvaffak kılsın. Ve her türlü fitne ve şerlerden de muhafaza etsin. Âmin, âmin, binler âmin...
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehtap YILDIRIM |
Zengin olmanın yolu |
|
Günümüz insanının yaşadığı en büyük problemlerin sebeplerinden biri de şükür ve kanaatin yerine hırs ve açgözlülüğün ön plana çıkmasıdır. En güçlü ekonomiye sahip olan ülkelerin bile bugün dünyanın gözü önünde endişe ve panikle titrediğini görüyoruz. Ekonomik krizle sarsılan ülkelerin insanlarıyla yapılan röportajlara baktığımızda da hep telâş ve korku dolu asık suratlar, üzgün tavırlar görüyoruz. Bu korku parasız kalma, fakir düşme gibi korkular. Sahip oldukları lüks hayatı ve konforu kaybetme korkusu. Velhâsıl geleceklerinden endişe ediyorlar. Nasıl olur, daha elde etmek istedikleri, satın almak istedikleri o kadar çok şey vardı ki! Nerden çıktı bu kriz?!
Bu durum bize “Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer” hadis-i şerifini hatırlatıyor. Ve asrımızın (asırların) kanaat önderi Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi “Hırs sebeb-i hasarettir”, yani zarardır, ziyandır, hüsrandır gerçeğini...
Bugün dünyevîleşme rüzgârına kapılan insanlara baktığımızda da adeta “dünyayı yutsa tok olmayacak” halde para, makam, mal, mülk peşinde koştuklarını görüyoruz. Yine bununla ilgili bir hadis-i şerifi hatırlıyoruz. Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: ‘Âdemoğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenleri affeder.’”1
Kanaatsizliğin daimî bir açlık, daimî bir doyumsuzluk ve daimî bir fakirlik hâli olduğunu görüyoruz. Öyleyse asıl zenginlik gönül tokluğundadır, şükür ve kanaattedir. Tarih de şahittir ki, zenginliği dillere destan nice insanlar hasârete ve hüsrana uğramışlardır.
Meselâ Musa (as) zamanında yaşamış olan Kârun, Hz. Musa’dan (as) kimya dersi almış, bu bilgisi ile yeraltından ve nehirlerden maden çıkarmaya başlamış. Kısa zamanda öyle zengin olmuş ki, hazinelerinin anahtarlarını kırk deve yükü ancak taşıyabiliyormuş. Karun’un zenginliği arttıkça doyumsuzluğu ve dünya malına düşkünlüğü de artar olmuş. Bu da onu inkâr ve isyanın eşiğine getirmiş. Cenâb-ı Allah da Musa’nın (as) duâsı üzerine onu hazineleriyle birlikte yerin dibine gark etmiş. Yani dünyanın en büyük hazineleri, Karun için hazin bir sonun sebebi olmuş.
Günümüzde de Kârun zihniyetli sistemlerin ve Kârun gibi paragöz zenginlerin çöküşünü görmekteyiz. İnsan kendisine verilen ömür sermayesini ahiretini tedarik edecek manevî ihtiyaçlarını düşünmeden, sadece dünyaya sarf ederse bu durum insanı mutsuz, huzursuz etmeye ve sefalete atmaya sebep olmaktadır.
Mevlânâ Hazretleri dünya malını bir denize benzetir. “Dünya malı deniz, insan da üzerinde yüzen bir sandaldır” der. Dünya malına ehemmiyet vermediğimiz takdirde emniyetle denizin üzerinde seyahat etmeye devam ederiz. O deniz bize hizmet eder. Ama onun içine dalmaya, sahip olmaya çalışırsak Karun gibi gark olup gideriz. O deniz kısa süren saltanatımızın sonu olur.
Biz de batanlardan olmamak için geçmişte ve bugün yaşanan gerçeklerden ders almak durumundayız. Madde, para ve dünya ile ilişkimizi tekrar gözden geçirmeliyiz. Bu dünyada mutlu ve rahat yaşamanın yolu mümkün olduğunca az eşyaya ihtiyaç duyarak, sade bir hayat tarzını tercih etmektir. Sahip olduklarımıza ne kadar şükredersek, nimetlerin de o ölçüde artacağı unutulmamalıdır. İşte kısa yoldan zengin olmanın yolu. İsraf etmemek, iktisat etmek, kanaat etmek, şükretmek, helâl yoldan kazanmak, “komşusu açken tok yatmamayı” vazife edinmek, başkalarını da düşünmek. Bütün bunlarda zerre kadar bir zarar ve ziyan, korku ve endişe olmadığı gibi; büyük bir lezzet, huzur ve mutluluk, rahat ve bereket vardır.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Rikâk 10; Müslim, Rikak 116, (1048); Tirmizî, Zühd 27, (2338).
06.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|