Bizim de sorularımız var; “Madem sordunuz söyleyeyim”e de, “Siz sormadınız ama ben söyleyeyim”e de girmeyen.
Bizim de sorularımız var; sizi biraz dişlerinizi sıkarak gülümsetebilecek, ama daha ziyade kızdıracak.
Nereden akredite yaptık, diye içinizden geçireceğiniz ve hatta üstünüzdeki “ye kürküm ye”ye sığınarak düpedüz diyebileceğiniz sorularımız var.
Kimisi cevaptan çok “hesab”ı hak eden sorular.
Kimisi cevabı içinde sorular.
Kimisi “çoktan seçmeli” sorular.
Kimisi “Ya ‘evet’tir, ya ‘hayır’” türü sorular.
Ama hepsi soru soranı, cevap verenin üstüne çıkaran sorular. Hepsi bir şekilde hesap soran sorular.
Elbette geçiştirilebilecek sorular. Elbette hiç ilgisi olmayan cevaplar da verilebilir. Duymazlıktan gelmek de mümkün, azarlayıp susturmak da.
Pek çoğunun daha önceden ezberlenmiş, yeri geldiğinde kelimesi kelimesine tekrar edilen kalıp cevapları vardır.
Pek çoğu, “kendini bilmez”ler tarafından defalarca sorulmuş ve cevabı bir ceza mahkemesi ilâmı olarak alınmıştır.
Pek çoğu, sorulduğu için, soranın başına dert açmıştır.
Ama hiçbiri bir “iletişim” toplantısında sorulmamıştır. Çünkü “iletişim”den önce, “yerini bilmek”le ilgili bir problemimiz var ve böyle bir problemimiz olduğundan haberimizin bile olmaması gibi bir başka problemimiz var.
Siz “yerinizi” bilmediğinizden, o sorular hep bizim aramızda kalmaya, belki bir gazete sayfasında temkinli kelimelerle yer bulmaya mahkûmdur. Ya da o soruları soranlar mahkûmdur.
Siz “adam” ve “soru” ayırt etmemek cesaretini kazanana kadar, biz soru sormayı unutmazsak, siz ait olduğunuz yerde, biz ait olduğumuz yerde sorularımızı sorarız.
04.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|