"Gerçekten" haber verir 04 Mayıs 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet ÖZDEMİR

Küresel ekonomik krize çareler



—Dünden devam—

Said Nursî, en son dersinde dikkat çektiği ve “çok ehemmiyetlidir” dediği bir mesele daha vardır ki, o da günümüzün ifadesiyle “küresel ekonomik kriz”dir.

Dünya, merkez üssü ABD olan bir ekonomik kriz depremiyle sarsılıyor. Ülkemiz de bu krizden nasibini alıyor. Bu sarsıntının etkisi ne kadar süreceği de henüz belli değil. Devletler bu ekonomik krize çareler arıyor. Toplantı üstüne toplantılar yapılıyor. Halbuki ABD, dünyanın süper devletiydi. Herkese akıl veriyordu. Şimdi kendisine akıl verecek kimseleri arıyor.

Temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını boyamak bir fayda verir mi?

Kökleri çürütülmüş bir ağacın dallarını ilâçlamak ne kadar fayda verir?

Materyalist Batı medeniyetinin ortaya çıkardığı, faiz ve sömürüye dayalı kapitalist sistemin çöküş sinyali olarak yorumlanan bu kriz de bir başka “İlâhî ikaz” olsa gerek.

Bediüzzaman dünyayı sarsan bu krize yarım asır önce çareler gösteriyordu. Onun şu sözlerine kulak verelim: “Hükm-ü Kur’ân’a göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin icâbâtından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zarurîye, hâcât-ı zarurîye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, ‘Zaruret var’ diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.”1

Bediüzzaman bozuk, sefih medeniyeti “mimsiz medeniyet” olarak vasıflandırıyor. Medeniyet kelimesinin başındaki “mim”i kaldırırsanız “deniyet” kalır ki, bu da alçaklık, ahlâksızlık, pislik, kötülük gibi anlamlara gelmektedir.

Bediüzzaman ekonomik krize iki açıdan bakmaktadır: Mimsiz medeniyet ve Müslümanlar. Günümüzde ne yazık ki, Müslümanlar daha çok mimsiz Batı medeniyetinin etkisi altında kalmışlardır.

Eskiden zarurî ihtiyaçlar dört iken şimdi yirmiye çıkmıştır. Zarurî ihtiyaçları dörtten yirmiye çıkaran mimsiz medeniyettir. Günlük hayatımıza ve etrafımıza bakacak olursak ihtiyaçlarımızın ne kadarı zarurî, ne kadarı zarurî olmadığına karar verebiliriz. Burada Said Nursî, etken sebepleri sayarken “tiryakilik”, “görenek” ve “itiyat”lara (alışkanlıklara) dikkat çekmektedir.

Müslümanlar açısından bir tehlikeyi de göz ardı edemeyiz. Bu tehlike dünya hayatını değil, ahiret hayatını tehdit etmektedir. Ahirete iman eden kimseler bile “zaruret var” diye bir bahane arkasına sığınmaktadırlar. Halbuki zaruret yok, zaruret zannı vardır. Hareketler de bu zanlara göre şekillenmektedir. Dünya menfaatleri ve lüks geçim derdi için dünya âhirete tercih edilmektedir.

Günümüzde iktisat ekonomisine değil, sanki daha çok israf ekonomisine yer verilmektedir. Medyada tüketim çılgınlıkları adeta birbirleriyle yarışır oldu. Her ne kadar dünyada ve ülkemizde ekonomi üniversiteleri, iktisat fakülteleri olsa da, daha çok iktisat etmeyi değil, israf etmeyi öğreniyoruz adeta.

Bediüzzaman’a göre Batı medeniyeti, semâvî kanunlara muhalif olarak hareket ettiği için günahları sevaplarına, hatâları, zararları, faydalarına üstün gelmiştir. Medeniyetten beklenen hakikî maksut olan herkesin istirahati ve dünyevî hayatın mutluluğu bozulmuştur. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; çalışmak ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, çaresiz insanlığı hem gayet fakir, hem gayet tembel eylemiştir.2

Semâvî Kur’ân kanununda, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”3 ve “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz”4 fermanı yer almaktadır. İnsanlığın hayat mutluluğu, iktisat ve çalışmaktadır ve onunla insanlığın zengin, fakir tabakası birbiriyle barışabilir. Bu mesele Risâle-i Nur’da geniş biçimde açıklanmıştır.

Bediüzzaman, medeniyetin üzerinde durduğu ve insanları yanlışlara sürükleyen iki probleme vurgu yapmaktadır:

1- “Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak iki- siydi.”

Eskiden yeni evlenenlerin çeyizleri belli başlı eşyalardı. Bunlar bir hayvana yüklenip gönderilirdi. Bununla yeni bir yuva kurulurdu. Eşyalar eskiyinceye kadar yenisi alınmazdı. Sonradan çeyizler bir traktör veya kamyonetle gönderilir oldu. Şimdi ise bir kamyon taşıyamaz hâle geldi. İlk örneğimizde olanlar daha mutlu idiler. Eşyalar arttıkça mutluluklar azalmaya başladı. Görenek belâsıyla eşyalar hızla değiştirilmeye başlandı. Lâkin eldeki para alınan eşyayı karşılayamaz oldu. Böylece evlilikler borçla başladı. Bu borçları nasıl ödeyeceklerini düşünmekten de çiftlerin geceleri gündüz oldu. Bir kişinin çalışması masrafları karşılamaya yetmeyince iki kişi (karı-koca) çalışmaya başladı. İkisinin geliri de yetmeyince ileriye dönük borçlanmalar başladı. Hayat, bu borçları ödemek için ipotek altına alındı. Sonunda mahkemeler ve hapishanelerde biten aile faciaları yaşanmaya başladı. İstisnalar kaideyi bozmaz.

Said Nursî, şimdiki Batının zâlim medeniyetinin insanlığa verdiği zararları şöyle özetliyor:

“Su-i istimâlât ve isrâfât ve hevesâtı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zarurîyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır.”

Su-i istimaller, israflar, hevesleri kamçılamakla, zarurî olmayan ihtiyaçları, zarurî ihtiyaçlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik yönüyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört ihtiyaç yerine, yirmi şeye şu zamanda muhtaç oluyor. Yukarıda anlattığımız gibi yirmi ihtiyacını helâl yoldan karşılayacak şu zamanda ancak yirmi kişiden ancak iki kişi bulunabilir. On sekizi bunları karşılayamayacak durumdadır.

Demek, bu hazır Batı medeniyeti insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç yönünde insanlığı zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiştir. Çaresiz avâm (fakir) ve havas (zengin) tabakasını daima kavgaya ve çatışmaya teşvik etmiştir.

Said Nursî, Kur’ân’ın temel kanunu olan zekât ve faize dikkat çekerek: “Vücub-u zekât (zekâtın farziyeti), hurmet-i riba (faizin yasaklanması) vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti” der. Günümüzde fakirlerin zenginlere karşı düşmanlığını önlemek için zekâtın yaygınlaştırılması en önemli bir düsturdur.

2- Teknolojik gelişmelerin sonucunda insanlık tembelliğe, sefahete, istirahate ve nefsânî heveslerin peşine düşmüştür. Bunların sonucunda insanlık kanaatsizlik, iktisatsızlık yoluyla sefahet, israf, zulüm ve harama kaymıştır. Halbuki teknolojik gelişmeler insanlığa birer nimettir. Nimetler şükür gerektirmektedir. Bu meseleye Said Nursî şu sözleriyle işaret etmektedir: “Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimâli iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesâtı dinlemek meylini verdiği için, sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.”

Meselâ, radyo, televizyon, internet vb. büyük bir nimet iken, insanlığın faydasına sarf edilmekle bir mânevî şükür gerektiği halde, beşte dördü nefsânî heveslere, lüzumsuz, boş şeylere sarf edildiğinden, tembelliğe sevk edip çalışma şevkini kırıyor. Hakikî vazifesini bırakıyor.

Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vasıtaları, çalışmak için ve hakikî insanlığın faydalarına kullanılmak lâzım gelirken, ondan bir ikisi zarurî ihtiyâçlara sarf edilmeye karşılık, ondan sekizi keyif, nefsânî arzular, seyre, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki küçük örneğe binler başka örnekleri bulmak mümkündür.

Özetle söylemek gerekirse, mevcut Batı medeniyeti, Bediüzzaman’ın dediği gibi;

“Semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmıştır.

“Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

“Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal ve israfatla yüz nev'î hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş”tur.

İnsanlık Kur’ân-ı Hakîm’in iktisat derslerini iyi dinlemeli. İsrafta hayır olmadığını bildiği gibi, hayırda da israf olmadığını bilmelidir. Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 872. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 649. 3- Necm Sûresi, 39. 4- A’râf Sûresi, 31.

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Fitne üzerine



Eyüp Bey: “Fitne nedir? Biraz açar mısınız? Bakara Sûresi 191. âyetinde ‘Fitne katilden şiddetlidir’ cümlesi sadece kâfirler için mi geçerlidir, yoksa bizler için de geçerli midir?”

Fitne, Kur’ân’da imtihan, deneme, şaşırtma, şaşırtıcı, günaha sebep olan, kargaşa veren, anarşi ve terör, karışıklık, bozgunculuk, harbe sebep olan, eziyet, kötülük, azap, ezâ, cefâ, belâ ve musîbet gibi değişik mânâlarda kullanılmıştır. Örneklere bakalım:

1- Fitneyi, imtihan ve deneme anlamında kullanan âyetlere misaller:

“Onlar Süleyman’ın mülkü hakkında şeytanların uydurdukları yalanlara uydular. Halbuki Süleyman hiçbir zaman kâfir olmadı. Asıl kâfir olanlar, insanlara sihir öğreten şeytanlardı. Onlar, Bâbil’deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe indirilen sihir ilmini elde edip öğretiyorlardı. O iki melek ise, “Biz bir fitneyiz (imtihan sebebiyiz). Sakın sihir yaparak inkâra sapmayın” demeden kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar ise o iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki o sihir yapanlar, Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye bir zarar verebilecek değillerdi. Böylece kendilerine fayda değil, zarar verecek şeyleri öğrendiler.”1

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Hayır ve şer fitneleriyle (hayırdan ve şerden imtihan vesîleleriyle) sizi imtihan ederiz. Sonunda Bize döndürüleceksiniz.”2

“Olur ki, tehdit edildiğiniz şeyin gecikmesi, sizin için bir fitne (imtihan) ve belli bir vakte kadar elinize verilmiş bir fırsattır.”3

“Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınıza fitne (imtihan vesilesi) kıldık. Sabredecek misiniz? Rabb’in her şeyi hakkıyla görür.”4

“İnsana bir zarar dokunduğunda Bize duâ eder. Sonra ona tarafımızdan bir nimet verdiğimizde, “Bilgim sayesinde bu bana verildi.” der. Halbuki o nimet bir fitnedir (imtihan sebebidir). Lâkin çoğu bunu bilmez.”5

“Biz onlara fitne (imtihan) olarak bir dişi deve göndereceğiz. Sen onları gözetle ve sabret!”6

“Ey Rabb’imiz! Bizi kâfirler için bir fitne (imtihan sebebi) kılma! Bizi onlara mağlûp düşürme ki, bizim zayıflığımıza bakıp inkârlarını haklı bulmasınlar. Rabb’imiz! Bizi bağışla! Muhakkak Sen Aziz ve Hakîm’sin.”7

“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihan sebebidir). Mükâfatın büyüğü Allah katındadır.”8

Fitneyi imtihan mânâsında aldığımızda kadın erkek için, erkek kadın için, çocuklar anne ve baba için, dünya malı ve nimetler insanlar için birer fitne olur. Çünkü bunlar birer imtihan sebebi veya imtihan konusudur.

2- Fitne şu âyette belâ ve musibet mânâsında kullanılmıştır: “Öyle bir fitneden (belâ ve musibetten) sakının ki, geldiği zaman içinizde sadece zalimlere isabet etmez. Şunu da bilin ki, Allah’ın azabı pek şiddetlidir.”9

3- Fitne şu âyetlerde kargaşa, anarşi, terör, kötülük ve bozgunculuk mânâlarında kullanılmıştır. Ki fitnenin en yaygın kullanılışı bu mânâlarda olmuştur.

“Firavun ve kavmin ileri gelenlerinden başlarına bir fitne (kötülük, düşmanlık, belâ) gelir diye korktukları için, Musa’ya, kavminin bir kısım gençlerinden başka iman eden olmadı. Firavun ise, o memlekette büyük bir zorba idi ve ilâhlık iddiasında bulunarak haddi aşmıştı.”10

“Onları nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi Mekke’den nasıl çıkardılarsa, siz de onları oradan çıkarın. Fitne, katilden (öldürmeden) daha şiddetlidir. Onlar sizinle çarpışmadıkça, siz de Mescid-i Haram yanında onlarla çarpışmayın. Eğer çarpışacak olursanız, siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir.”11

Bu âyette Müslümanları hicrete zorlayan Mekkeli müşriklerin, çıkardıkları bozgunculukla, estirdikleri terör ve zorbalıkla ve ortaya koydukları fitne ile hukuken ölümü hak ettikleri anlatılmıştır. Ardından gelen âyet ise, şirki ve savaşı bırakan müşriklerin bırakılmasını ve affedilmesini tavsiye ediyor.12 Demek müşriklerin azgınlıkları devam ettiği sürece Müslümanların karşı koyma hakları vardır. Müşriklerin azgınlık ve bozgunculukları, Müslümanların hukuk çerçevesinde karşı koyuşlarından daha yıpratıcı ve daha dehşetlidir.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 102, 2- Enbiyâ Sûresi: 35.

3- Enbiyâ Sûresi: 111, 4- Furkan Sûresi: 20.

5- Zümer Sûresi: 49, 6- Kamer Sûresi: 27.

7- Mümtehine Sûresi: 5, 8- Enfâl Sûresi: 28.

9- Enfâl Sûresi: 25, 10- Yûnus Sûresi: 83.

11- Bakara Sûresi: 191, 12- Bakara Sûresi: 192.

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kazancı azdı, ama rahat yaşadı



“Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz O da size yardım eder ve size sebat verir.”

Muhammed Sûresinin 7. âyetinde böyle buyuruluyor. Görüldüğü gibi Cenâb-ı Hak dinine yardım edenlere yardım edeceğini bildiriyor.

Peki, Allah dinine yardım edenlere nasıl yardım eder?

Gönül huzuru, kolaylık, rahatlık, bereket vererek…

Kur’ân’ın tefsirlerini okumak, onu anlamaya çalışmak ve ona hizmet etmek de Kur’ân’a hizmettir. Kur’ân’ın bu asra bakan seçkin bir tefsiri olan Risâle-i Nur’u okumak nice tecrübeyle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket ve vücuda sıhhat verdiği bilinmektedir.1 Bu hakikate dikkat çeken büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri bizzat kendinden örnek vererek şöyle der: “Ben kat’î bir surette ve bine yakın tecrübelerim neticesinde kat’î kanaatim gelmiş ve ekser günlerde hissediyorum ki, o hizmetin derecesine göre kalbimde, bedenimde, dimağımda, maişetimde bir inkişaf, inbisat, ferahlık, bereket görüyorum.”2

1962’de Nurlarla tanışan 1926 doğumlu, yıllarca berberlik yapan, halim ve selim fıtratıyla, kendisinin de ifade ettiği gibi “sessiz Nurcu”luğuyla dikkat çeken, birçok Nur Talebesi gibi Risâle-i Nur’un bereketine nail olan, “Kazancımız az bile olsa rahat yaşadık” diyen Çorum Kargılı Adnan Küçükyazıcı Ağabeyimiz de birkaç gün önce Hakka yürüdü.

İçinde çocukluktan beri dine karşı bir muhabbet duyan, namazını kılan, ama arayış içerisinde olan Adnan Ağabey arkadaşı Muharrem Genç vasıtasıyla Nurları tanımış, vefatına kadar sebat ve sadakatiyle hizmetlerin içinde yer almıştı. Herkesin sevgisini kazanan bu muhterem insanın hayatındaki gibi vefatında da yüzünden tebessüm eksik olmamış. Allah engin rahmetiyle muamele etsin, makamını Cennet eylesin, yakınlarına da sabr-ı cemiller versin.

Ender hizmet erlerinden biri olan Rıdvan Akçil de merhumun damadı idi. Kızını vermeden önce babası istihare yapmış, onu iyi hal üzerinde görmüşler ve kızlarını vermişler. Hukukta okuyan Rıdvan için “Konuşmasını iyi bilirdi. Hatipti. Etkileyiciydi. Kur’ân’ın birçok yerini de ezbere bilirdi” diyordu Adnan Ağabey. Üstadı birçok defalar ziyaret eden Rıdvan Ağabeyden dinlemiştim. “Üstadla birlikte bir sabah dersine katılmıştık. Ders yapılıyordu. Bir yere geldik, bize, “Kardeşlerim, burayı ben yeni anladım’ dedi” demişti. Bu da Nurların bir ilham, bir sünûhat ve tulûat eseri olduğunun örneklerinden olsa gerek.

Kısacası en kazançlı insan Allah’ın dinine hizmeti gaye edinen, dünyada olduğu gibi ahirette de rahata eren insan.

1. Şuâlar, s. 410.

2. Kastamonu Lâhikası, s. 148.

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yüz binleri kurtarmak



Amerika'dan mesaj gönderen Said kardeşimiz şunu soruyor: "Üstad Bediüzzaman, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatını kurtarmaya sebep olabilir miydi?"

Bu sorunun dayandığı nokta, Emirdağ Lâhikası isimli eserin başlarında (s. 12) yer alan "Hakikatli bir suâle cevaptır" başlıklı mektubun telif sebebi olan şu ifadelerdir: "Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki: 'Mustafa Kemal, sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan'a ve Vilayât–ı Şarkiye'ye Şeyh Sünûsî yerine vaiz–i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun."

Hemen ifade edelim ki, M. Kemal'in 1923 yılı başlarında Üstad Bediüzzaman'ı yanına çekmek için yapmış olduğu teklif bundan ibaret değildi. Muhtelif kaynaklarda, ayrıca Çankaya'da bir köşk ile mebusluk teklifinin yapıldığı da açıkça beyan ediliyor. (Tarihçe–i Hayat, vd.)

Bilindiği gibi, 1 Nisan 1923'te mebus seçimlerinin yapılması ve Meclis'in yenilenmesine karar verilmişti. Şayet teklifi kabul etseydi, Said Nursî, yüz bin adamın hayatına mal olan özellikle 1924–27 döneminde Şark'ta umumî vaizlik yaptığı gibi, Millet Meclisinde de mebus sıfatıyla bulunmuş olacaktı.

Böyle davransaydı, yani M. Kemal ile bir nev'î iktidar ortağı olma cihetine gitseydi, şapka inkılâbı ve Şeyh Said hadisesi gibi yaklaşık yüz bin adamın başını götüren gelişmelerin önüne geçebilirdi.

Esasında, Şeyh Said hadisesi esnasında Elazığ, Bingöl ve Diyarbakır cihetinde çok kan dökülmesine mukabil, Van, Bitlis, Muş, Hakkâri, Ağrı gibi Üstad Bediüzzaman'ı az buçuk dinleyen geniş coğrafyada kanlı herhangi bir vukuatın yaşanmaması, yukarıdaki tezi güçlendirecek bir mahiyet arz etmektedir.

Ne var ki, Said Nursî, M. Kemal'i yakından tanıdıktan sonra, o şahısla dünyalarının çok farklı olduğunu, onunla hiçbir şekilde uyum sağlayamayacağını anlar. Ayrıca, bazı rivâyetlerin ihbarına istinaden "onunla fiilen hem çalışmama, hem de çatışmama" kararı alarak, 1923 ortalarına doğru Ankara'dan ayrılır.

Bediüzzaman Said Nursî, Cumhuriyetin ilk yıllarında şayet hükümetin yanında (yahut içinde) yer alarak, meselâ vaizlik veya mebusluk yapsaydı, yaşanan o fecî hadiselerin seyri muhtemelen çok farklı olurdu.

Ancak, bu durumda meselenin uhrevî ve mânevî yönünde ciddî bir gelişmenin sağlanamayacağı da kuvvetle muhtemeldi. Zira, dinin şeairleri ile temel iman hakikatleri sinsice dinamitlenmiş olduğundan, mânevî tahribat pek büyüktü. Asıl, bunların tamir edilmesi gerekiyordu ki, Said Nursî de bunu yapmış ve bütün mesaisini bu imân hareketine tahsis etmiştir.

Nitekim, kendisi de aynı mektuptaki cevabında şunları ifade ediyor: "Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat–ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risâle–i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tabi olmayan ve sırr–ı ihlâsı taşıyan Risâle–i Nur meydana gelmezdi."

Tarihin yorumu 4 Mayıs 672

İstanbul'un mânevî sultanı

İstanbul'un mânevî sultanı olan Ebâ Eyyüb El–Ensarî Hazretleri, bir kuşatma esnasında şehit düştü. (4 Mayıs 672)

Türkiye'de "Eyüp Sultan" ismiyle yâd edilen bu büyük sahabî, Hz. Peygamber'in (asm) şu müjdesine hissedar olmak için Arabistan'dan çıkıp tâ İstanbul önlerine kadar gelmişti: "Kostantiniye (İstanbul) elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan; onu fetheden asker ne güzel askerdır." (Ahmed b. Hanbel,

Müsned–IV/335)

Vefat ettiğinde 83 yaşında olan Eyüp Sultan Hazretleri, Medineli Müslümanlardan olup İkinci Akabe biatında Hz. Muhammed'e iman eden sahabilerdendir.

Peygamber Efendimizin (asm) Medine'ye hicretinde yedi ay müddetle evine misafir olduğu Ebâ Eyyüb El–Ensarî, Müslümanların mâruz kaldığı hemen bütün savaşlara bilfiil katılmış bir kahraman gazidir.

Onun bu kahramanlığı, Resûlullah'ın vefatından sonra da aynen devam etmiş olup, neticede yine aynı uğurda hayatını feda edip şehit düşmüştür.

Mezar yerinin bulunması

Sultan Eyüb'ün vefatından tam 781 sene sonra İstanbul fethedildi. Böylelikle, Resûlullah'ın müjdesi de tam mânâsıyla tahakkuk etti.

Aradan birkaç asır geçmesi sebebiyle, Eyüp Sultan'ın mezar yeri kaybolmuştu.

İstanbul'un fethinden hemen sonra mezar yerinin bulunmasını isteyen Sultan Fatih, mânevî fatih olan hocası Akşemseddin Hazretlerinden yardım istedi.

Hem büyük bir âlim, hem de velî bir şahsiyet olan Akşemseddin gördüğü hakikatli rüyâ ve mânevî muhavere ile mezar yerini tesbit etti. Kazılan yerde mezarın kitabesi bulundu.

Tereddütlerin izâle olması üzerine, Eyüp Sultan'a muhteşem bir türbe, etrafına da cami, imaret, medrese gibi üniteleri bulunan büyük bir külliye inşa edildi.

Bugün, Türkiye'nin ve dünyanın hemen her yerinden Eyüp Sultan'ın ziyaretine gelen Müslümanlara rastlamak mümkün.

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Din, dinsizlik ve Risâle-i Nur tefsiri



Modern toplumlar da çok pahalı bu tecrübeden sonra şu noktaya ulaştı: Dinsiz fen, mâneviyatsız teknoloji; insanın bin bir muamma yüklü manevî cephesini, sayısız ihtiyaç ve arzularını tatmin edemez, edememiş... Beşer, bilimde ve fende ne kadar ilerlerse ilerlesin, hiçbir zaman dinsiz yaşayamaz.1

Baş döndürücü bir hızla ilerleyen teknoloji ve maddî imkânlara rağmen; kâinatın hücûmlarına karşı dayanacak ve sınırsız kabiliyetlerine neşv ü nemâ verecek hak dini elde etmezse hayatını sürdüremeyeceği anlaşıldı.2 Çirkin, kötü, menfi haslet ve duyguların yegâne törpüsü din/imândır. Çünkü, fıtrî olan dinin sözü daha yüksek, etkisi daha büyük, hükmü daha yücedir.3

Ahlâkı güzelleştirmenin iksiri; hattâ hukuk, san'at, mimarî, ilim, felsefe, teknik gelişmelerin kaynağı da dindir.

Bin yıl önceki toplum gerçeklerinin hepsi mazide kaldı. Zenginler, hükümdarlar, ideolojiler, toplumlar, sınıflar, hattâ birçok millet tarih sahnesinden silindi. Hepsi, ama hepsi ya değişti, ya kayboldu. Fakat, din ayakta.4

Bütün bu gerçekler şunu göstermektedir: Beşer dinsiz yaşayamaz!

***

Acaba, bu ehl-i bid’a (dinden olmayanları uydurup ona mal edenler) ve doğrusu ehl-i ilhad (din düşmanları, dine karşı olanlar), bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve âsâyişi düşünüyorlarsa, Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşküldür. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa, öyle dinsizler idare-i hükümete (yöneticilere) muzır oldukları gibi, terakkiye dahi mânidirler; terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve âsâ-yişi (güveni) kırıyorlar. Doğrusu, onlar meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve hayat mutluluğunu beklesin.5

Bediüzzaman, 350 bini aşkın tefsirin yapıldığını söyler.

Zamanla Kur’ân’ı anlama metotları gelişip değişmesi, gayet tabiî ki, fıtrî bir psiko-sosyal bir sonuçtur.

Risâle-i Nur, çağımızın en muhteşem bir tefsiridir. O, bildiğimiz anlamda klâsik bir tefsir değildir. İlk bakışta dirayet, işarî tefsir olmakla beraber, Kur’ân’ı baştan ayağa tefsir etmiştir. Risâle-i Nur, aynı zamanda, kelâm kitabıdır. Aynı zamanda bir fıkıh, aynı zamanda bir tasavvuf (ruh, duygu, nefis terbiyesi) aynı zamanda bir psikoloji (ruhiyat), aynı zamanda bir ahlâk ve pedagoji kitabıdır.

Zira, kelâm, hadis, fıkıh, tasavvuf, ahlâk, vs gibi ilim türleri literatüründe geçen bütün mefhumları kullanır ve hakikatlerini açıklar.

Risâle-i Nur’un göze çarpan en önemli yönlerinden birisi, tefsir dersleri yediden yetmişe herkesi ders halkasına katmasıdır. Yani, bir ilkokul talebesinden, manevî, sosyal ve fen ilimlerinde uzman olanlara kadar aynı anda hepsine hitap etmesidir.

Vurgulanması gereken bir diğer özellik de şudur: Bu dersleri din eğitimi veren müesseselerde, yani, medreselerde değil, her yerde okunabilmesidir. Yeryüzünü bir medreseye çevirmesidir.

Ayrıca, tefsir dersini belli bir merhaleden geçtikten sonra, tefsir uzmanlarının gözetiminde değil; kendi kendisine ders vererek gerçekleştirmesidir.

Bunun temel sebeplerinden birisi şudur: 1750’lerden sonra palazlanan seküler/ateist, maneviyatsız hayat ve dünyevîleşme; dini dışlamıştır. Seküler felsefeler ve izmler dinlere ve manevî hayata savaş açmıştır. Dolayısıyla dinî eğitimi veren mektep ve medreseler, tekye ve zaviyeler kapatılmıştır.

Diğer taraftan ilim ve teknolojideki gelişmeler, hayatı hızlandırmıştır. Geçmiş devrelerin ilmî birikim ve metotlarıyla çağdaş insanın ihtiyaçlarına cevap verilemezdi.

İşte bu ihtiyaçlara binaen eski zamanda medrese usûlü ile on beş senede elde edilebilen imanî ve İslâmî netice bu zamanda, Risâle-i Nur’la on beş haftada elde edilebiliyor. Bu bir mübalâğa değildir:

“Bir sene Risâle-i Nur derslerini anlayarak ve kabul ederek okuyan kimse, bu zamanın mühim ve hakîkatli bir âlimi olabilir. “6 Ve bu zamanın en büyük hastalığı maddeperestliğe ve dinsizliğe karşı metin bir şekilde mücadele verir.

Diprotlar:

1- İnal Savi, Ailede Din Eğitimi, T. DES, Ank., 1981, s. 252.; 2- Münâzarât, s. 86.; 3- Münâzarât, s. 45.; 4- Der Spigel, 1998.; 5- Mektûbât, s. 424.; 6-Tarihçe-i Hayat, s. 603.

04.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Murat ÇETİN

Akredite olmayan sorular



Bizim de sorularımız var; “Madem sordunuz söyleyeyim”e de, “Siz sormadınız ama ben söyleyeyim”e de girmeyen.

Bizim de sorularımız var; sizi biraz dişlerinizi sıkarak gülümsetebilecek, ama daha ziyade kızdıracak.

Nereden akredite yaptık, diye içinizden geçireceğiniz ve hatta üstünüzdeki “ye kürküm ye”ye sığınarak düpedüz diyebileceğiniz sorularımız var.

Kimisi cevaptan çok “hesab”ı hak eden sorular.

Kimisi cevabı içinde sorular.

Kimisi “çoktan seçmeli” sorular.

Kimisi “Ya ‘evet’tir, ya ‘hayır’” türü sorular.

Ama hepsi soru soranı, cevap verenin üstüne çıkaran sorular. Hepsi bir şekilde hesap soran sorular.

Elbette geçiştirilebilecek sorular. Elbette hiç ilgisi olmayan cevaplar da verilebilir. Duymazlıktan gelmek de mümkün, azarlayıp susturmak da.

Pek çoğunun daha önceden ezberlenmiş, yeri geldiğinde kelimesi kelimesine tekrar edilen kalıp cevapları vardır.

Pek çoğu, “kendini bilmez”ler tarafından defalarca sorulmuş ve cevabı bir ceza mahkemesi ilâmı olarak alınmıştır.

Pek çoğu, sorulduğu için, soranın başına dert açmıştır.

Ama hiçbiri bir “iletişim” toplantısında sorulmamıştır. Çünkü “iletişim”den önce, “yerini bilmek”le ilgili bir problemimiz var ve böyle bir problemimiz olduğundan haberimizin bile olmaması gibi bir başka problemimiz var.

Siz “yerinizi” bilmediğinizden, o sorular hep bizim aramızda kalmaya, belki bir gazete sayfasında temkinli kelimelerle yer bulmaya mahkûmdur. Ya da o soruları soranlar mahkûmdur.

Siz “adam” ve “soru” ayırt etmemek cesaretini kazanana kadar, biz soru sormayı unutmazsak, siz ait olduğunuz yerde, biz ait olduğumuz yerde sorularımızı sorarız.

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Ergenekon soruları



Ergenekon sürecinde son aşamalarda yazılanlar, tedirginliğimizdeki haklılığı ortaya koydu. Ergenekon’un tarifi yapılmadan, mahiyeti deşifre edilmeden ve boyutları belirtilmeden yapılan açıklamalar, kamuoyundaki endişeleri arttırmaya başladı.

İşin başından beri dikkatleri çekmeye çalıştığımız noktaya sair meslektaşlarımız da katılıyorlar: Bu hadiselerdeki irade kime ait? Ergenekon sürecindeki operasyonlarda emir ve irade nereden geliyor? Suçlulukları tesbit edildiği halde neden tahliye ediliyorlar? 2003 yılından itibaren hazırlıklarına başlanan darbe girişimleri, 28 Şubat ve 12 Eylül’ün devamları oldukları halde, yargı neden oralardan uzak durmaya çalışıyor?

İşte buna benzer birçok soruya, yetkililer bugüne kadar tatmin edici bir cevap veremediler. Her geçen gün siyasî iradenin içerde ve dışarda içine düştüğü vaziyetler, tedirginliğimize tedirginlik katıyor.

İşte bütün bunlar; emekli bir genelkurmay başkanının yargıya ifade vermesi gibi güzel bir hadiseye sevinmeye bile mani oluyor. Meçhuliyetin, boyutlardaki belirsizliğin ve sürecin ne zamana dek devam edeceğinin bilinmemesi efkâr-ı ammeyi fevkalâde rahatsız ediyor.

Ergenekon’u, darbecilerin darbecilerle mücadelesi tarzında takdim edenler haksız değiller. Zira Türkiye’nin yaşadığı bugünleri, ancak bir darbe mentalitesiyle izah edebilirsiniz. Meclis iradesinin gizli güçlerce ipotek edildiği, YÖK’e iyi saatlerde olsunların müdahale ettiği, zehirli bir korku ve istibdat gazıyla halkın hep uyutulmaya çalışıldığı bir Türkiye’yi en güzel ifadesiyle “darbe” kelimesi tarif edebilir. Bilinmeyen husus, içinde yaşadığımız darbenin 28 Şubat’ın devamı mı, yoksa ek yeni bir darbe mi meselesinin vuzuha kavuşturulması.

Hükümeti, millet iradesini idare ve icraata ortak kılmada engellemeye devam eden husus da bilinmiyor. Azerbaycan-Türkiye münasebetlerini bozanlar Ergenekoncular olunca, bu Ergenekon’u artık yurtdışına aramamız daha akıllı bir iş olacak. Milletin avunduğu sun’î “ekonomik rahatlık” da krizle berhava olduktan sonra, hürriyetten mahrum zavallı milleti, tek partili istibdat günlerine geri döndürme çabaları daha artacak gibi görünüyor.

Bu Ergenekon sürecini ülkenin aleyhine çevirenlerin başında gelen muallel bir zihniyetten bahsetmek istiyorum.

İlim, hikmet ve derinlikten mahrum, takiyyeci, demokrasiyi ne anlamış ve ne de hazmedebilmiş hastalıklı bir düşünce belki sizin de dikkatinizi çekiyordur. Dolaylı bir şekilde “İttihatçıların” emrindeki bu zümrenin en büyük kavgası “demokrat misyonla” görünüyor. Selaniklileri, Kemalistleri, masonları, modern bolşevikleri ve genel ahlâk karşıtlarını rahatsız etmeyen AKP eksenli bu zihniyetin demokratları karalama çabaları manidar. Türkiye’yi dış müdahalelere açık ve hazır hale getirmek isteyenlerin direktifiyle hareket eden muhakeme-i akliyesi nâkıs çevreler, evvelâ demokratlara hücum ediyorlar. Belki de neoliberal ve neoconlarla olan sıkı-fıkılıkları onları bu noktaya sevk ediyor.

Ömrü Ergenekoncularla mücadele ile geçmiş demokratları milletin gözünden düşürme ve dağılacak olan şu AKP’nin yerine o asıl mücadele ekiplerinin gelmesi endişesiyle yapılan karalamaların faturasını millet çok ağırca ödetir.

AB sürecine yönelmiş Türkiye’deki yargı, suçu tesbit edilenleri cezalandırma iradesi göstermelidir. Türkiye’yi yöneten siyasî irade bizi kaygı ve endişelerimizden kurtarmak istiyorsa, elinde bulunan Meclis çoğunluğuyla demokratik düzenlemeleri yapmalı ve milletin önünü açmalı. İşte o zaman ne eski Marksist-Leninistler, ne Kürtçülük fitnesi peşindekiler, ne Türkçülükte yuvalanmış derin devlet, ne Hudson Enstitüsünün ajanları, ne Türk ailesini parçalamaya yemin etmiş dernekler ve ne de Kemalistler, siyasî iradenin ve milletin yolunu kesemeyeceklerdir.

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




Recep TAŞCI

Ayrı dünyalar



Şaşırmamak elde değil.

Sanki dünyalarımız ayrı.

Niye mi?

Sanayi üretimi dibe vurmuş.

Ocakta işsizlik oranı yüzde 15,5 ile rekor kırarken işsizler ordusu 3 milyon 650 bine ulaşmış.

İş aramaktan umudunu kesenlerle tarımdaki gizli işsizlerin ilâvesiyle bu rakam 7 milyonu geçmiş.

Bu yıl ekonomide yüzde 3,6 küçülme bekleniyor.

Bütçe açığı tahmin edilenin en az 5 katı olacak.

İhracatta büyük düşüş yaşanacak.

Olumsuzluklar listesi böyle uzar giderken...

Ekonomiden sorumlu bir bakan çıkıp,

“Hane halkının durumu iyi.” diyebiliyorsa,

Hemen peşinden Başbakan,

“Biz bu krizi en az zararla atlatan ülke olacağız. Küresel kriz bizi teğet geçecektir. Felâket tellâllarının beklentileri boşa çıkacaktır” şeklinde demeç verebiliyorsa,

İster istemez ayrı dünyalarda yaşadığımızı düşünüyoruz.

Krizin başlangıcında bu tür beyanları mazur görebilirdik.

Ama şimdi...

Krizin teğet değil, yıkıp geçtiği, haneleri darmadağın ettiği şu ortamda...

Niye aynı söylem sürdürülüyor?

Hem de TÜİK’ün işsizlikle ilgili açıkladığı son rakamlardan bir kaç gün sonra.

Bu rakamlarla dünya sıralamasında iki basamak daha yukarı çıktık.

Ekim 2008’de işsizlikte dünyada 6’ıncı sırada iken Kasım’da 4’üncü sıraya, 2009 Ocak’ta ise 2’inci sıraya yükseldik.

Avrupa’da şampiyonuz, derken “bir son dakika bilgisi” ulaştı, maalesef birinciliği İspanya’ya kaptırmışız!

Fazla söze gerek var mı?

Bu utanç tablosu karşısında “Krizin teğet geçeceği” iddiasında neden ısrar ediliyor?

Sorunu yok farz etmek veya küçültmekle bir yere varılamaz.

Moral vermekse, yararı olmaz.

Nasıl ölümcül hastalığa yakalanmış acılar içinde kıvranan birine, doktorun vakit geçirmeden teşhis koyarak tedaviye başlaması gerekirken;

“Hasta falan değilsin, hafif üşütmüşsün, bir aspirin al, biraz terle, sabaha bir şeyin kalmaz” diyerek yetinmesi, moral vermek değil, hastayı ölüme terk etmekse,

Krizi küçümseyip gerekli tedbirleri zamanında almamakta ekonomiyi çökertir, kalıcı hasarlara yol açar. Sorunu doğru teşhis edip bunu halkla paylaşmak, çözüm için ilk adımdır.

Peki hükümet hiç mi adım atmıyor?

Haksızlık etmeyelim. Krizi küçümser görünmekle birlikte kamuoyunun baskısıyla özellikle işsizlikle ilgili geç de olsa iyi niyetli çabaları izliyoruz.

Meselâ, ağaç dikme, çevre düzenleme ve temizleme, bakım ve onarım gibi ihtisas istemeyen işlerde çalıştırmak üzere 500 bin kişi işe alınacak.

Bütçeye 6 aylık maliyetinin 2,2 milyar lira olacağı hesaplanan bu proje önemlidir.

Ayrıca meslek eğitiminde 100 bin kişilik kapasitenin 400 bine çıkarılması ve katılımcılara 350 lira verilmesinin planlanması olumludur.

İşini kaybeden 324 bin kişiye işsizlik parası ödeniyor.

Bu rakam TÜİK’ün ilân ettiği 3 milyon 650 bin işsizin yüzde 10’unu bulmuyor.

Şartları esnekleştirilerek işsizlik ödeneğinden yararlananların sayısı arttırılmalıdır.

Bir eleştirimiz de İşsizlik Sigorta Fonu ile ilgili olacaktır.

İşçi ve işverenler tarafından yapılan ödemelerle bu fonda biriken 40 milyar lira, işsizlere dağıtılacağına üç yıl için nema gelirlerinin yüzde 25’inin bütçeye aktarılma kararı yanlıştır, fon amacı doğrultusunda kullanılmalıdır.

Yazımızı noktalarken şu hususu vurgulayalım:

En acil sorun işsizliktir.

Toplumsal barışın bozulmaması bu sorunun çözümüne bağlıdır.

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara neden tutuk ve suskun?



Türkiye’nin bir dizi komployla karşı karşıya kaldığı süreçte yeniden tırmanan terör olayları, ibret verici. Ne yazık ki siyasî iktidar hâlâ günübirlik tartışmalarla meşgul.

Kamuoyunun “Ergenekon soruşturması”ndan “Ermenistan meselesi”ne, Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasından kabine değişikliğine kadar yoğun gündeme odaklandığı sırada birçok oldu-bitti gözden kaçırılıyor.

Bunlardan biri de Ankara’nın Fransa’nın NATO’nun askerî kanadına dönmesine peşinen “izin” vermesine mukabil Selânikli Sarkozy’in Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkıp “imtiyazlı ortaklık” önermesi.

Tıpkı 12 Eylül darbesi lideri Evren Paşa’nın meslektaşı General Rogers’in “asker sözü”yle hiçbir hak elde etmeden Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönmesini kabul etmesi basiretsizliği sergilendi.

Ne var ki Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri, Sarkozy’in bu “pervâsızlığı”na âdeta seyirci kaldı. Aynı Sarkozy, peşinden de tıpkı Obama gibi Osmanlının 1915 tehcirinde “Ermeni soykırımı” yapıldığı iftirasını seslendirdi. Ankara, buna da gereken cevabı vermedi.

Oysa daha İçişleri Bakanı iken Cezayir’i ziyaretinde, “Fransızların bir milyon Cezayirlinin katledilmesinden dolayı özür dilmesi” talebine, “Babalarımızın vebâllerinin bedelini bize ödetmeyiniz!” diye işin içinden sıyrılan Sarkozy’e çifte standardından ve açık çelişkisinden dolayı en azından bir “nota” verilebilir; Fransa’nın ikiyüzlülüğü yüzüne vurulabilirdi.

“RASMUSSEN

ALDATMASI”NA TEPKİSİZ

Bu arada Türkiye’nin “vize” vermesiyle NATO Genel Sekreteri edilen Danimarka eski Başbakanı “Amerikalı Kovboy” Rasmussen, karikatür rezâletinden dolayı Türkiye’den “özür” dilemediği ve terör örgütünün yayın organı Roj tv’yi tamamen kapatmadığı gibi, “Obama’nın güvencesi”yle taahhüd ettiği NATO Genel Sekreterliği yardımcılığına bir Türkü getirmedi.

Âdeta nazire edercesine daha uyumlu çalışmak gerekçesiyle bu makama ülkesinin Ankara’daki bir diplomatı atadı. Böylece “Fransız oyunu”na gelinmesine benzer bu bâriz dış politika başarısızlığı da “yandaş” ve “karşıt” mâlûm medyada gündemin gürültüsüne getirildi.

Yine “Davos çıkışı” sonrası, Başbakan’dan, hükûmet sözcüsünden, Savunma Sanayii Müsteşarına kadar Türkiye’nin İsrail’le her türlü siyasî ve ekonomik antlaşmaların devam edeceği, silâh ihâlelerinin ve askerî savunma işbirliklerinin daha da derinleştirilerek sürdürüleceği defalarca deklâre edilmesine rağmen İsrail, Türkiye’nin Müslüman komşusu Suriye ile takım seviyesinde hudut birlikleriyle küçük çaplı bir tatbikat yapmasından “rahatsızlığı”nı iletti.

Ankara’nın Telaviv’e verdiği onca desteğe ve geliştirdiği “stratejik ilişki”ye karşılık,

İsrail Savunma Bakanı Barak, “Türkiye ile Suriye’nin ortak askerî tatbikat yapması, kesinlikle rahatsız edici” dedi. Daha da ileri giderek “Türkiye-İsrail stratejik ilişkilerinin, Türkiye’nin Suriye ile böyle bir manevra ihtiyacını ortadan kaldıracağı” fütûrsuzluğunu sergiledi.

Anlaşılan o ki İsrail, Türkiye’nin bölgede bir tek İsrail’le siyasî ve ekonomik mutâbakat zabtı imzalamasını, silâh ihâlesi, savunma ve askerî işbirliğiyle kalmasını, stratejik ilişkiler geliştirmesini istiyor. Müslüman komşularıyla işbirliği yapmasını; siyasî, iktisadî ve savunma antlaşmalarını istemiyor.

ANKARA, İSRAİL’İN

SAYGISIZLIĞINA SUSKUN…

Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “zail olması” gereken “İslâmın inkişafını boğan Şark husûmeti”nin sürmesini, Türkiye’nin Müslüman komşularıyla hep kavgalı olmasını arzuluyor.

Ne var ki siyasî iktidar buna da suskun kalıyor. Ne Başbakan’dan, ne Dışişleri’nden buna bir “cevap” verilmiyor. Türkiye’nin bağımsız ve hükümran bir ülke olarak aynı inancı, tarihi, kültürü paylaştığı Müslüman komşusu ile işbirliği ve tatbikat yapabileceği belirtilmiyor. Daha Gazze’de çoğu çocuk ve kadın binbeşyüz mâsumu katleden, beşbini aşkın sivili yaralayan katliâmın kanı kurumayan zulmü yapan İsrail’in “onayı”nı almak mecburiyetinde olmadığını bildirmiyor.

Bir tek Genelkurmay Başkanı, “Tatbikatın ilk olması açısından önemli, İsrail’in tepkisi bizi ilgilendirmez” cevabını veriyor; lâkin iktidardan en ufak bir “tepki” iletilmiyor…

Aynen AKP hükûmetinin, başşehir Şam yakınlarındaki Suriye tesislerini bombalayan İsrail savaş uçaklarının boş yakıt tanklarını Türkiye topraklarına atma saygısızlığına susması gibi. Dışişleri’nin aylarca “îzâhât” beklemesine karşı İsrail’in hiçbir “izâhat”ta bulunmayışına sessiz kalması gibi…

Ya da Süleymaniye’de işgalci conilerin Mehmetçiğin başına çuval geçirmesine, hükûmetin en azından bir “nota” ile kınamasını isteyenlere, Başbakan’ın “Ne notası; müzik notası mı!” tepkisiyle yan çizmesi gibi…

Siyasî iktidar tutuk ve suskun; ne Sarkozy “aldatması”na, ne ”Obama’nın teminatı”yla yüzyüze kaldığı “Ermenistan emr-i vakisi”ne ve “büyük felâket” tâbiriyle “soykırım” suçlanmasına, ne “Rasmussen komplosu”na ve ne de İsrail küstahlığına doğru dürüst diplomatik bir cevap vermiyor, veremiyor…

Peki neden?

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yeni kabinenin gündemi ne olacak?



Aylar değil, yıllardır devam eden ‘kabine değişikliği’ beklentisi nihayet gerçekleşti. Değişiklik öncesi bakan isimleri konusunda tahminlerde bulunanlar pek de isabet kaydedemedi. Yeni kabinede sürpriz sayılacak isimler var.

Hükümetlerde bakan değişikliği yapılması tabiidir. Yeni bakanlarla yeni sayfalar açılması prensip olarak mümkündür, ama bunun yapılıp yapılmayacağını zaman gösterecek.

Yenilenen kabine, Türkiye’nin ihtiyaçları konusunda bir ‘öncelik listesi’ yapmalıdır. Elbette ekonomik kriz, gündemin öncelikli maddelerinden biri olabilir; ama başka ihtiyaçlar da unutulmamalı. Bilindiği gibi son yıllarda ihmal edilen konuların başında Avrupa Birliği çalışmaları geliyor. AB’ye uyum konusunda atılacak her adım, şu şartlarda Türkiye’nin menfaatine olduğu anlaşılıyor. Gerek siyasete yapılan dış müdahaleler ve gerekse milletin taleplerinin yerine getirilmesi noktasındaki gecikme, hep bu ihmallerin neticesidir. Bu nokta bilinmediği sürece, Türkiye’nin menfaatlerine olacak adımları atmak kolay görünmüyor.

Dış politikayla ilgili bu konuların dışında, iç politikayla ilgili konularda da atılması gereken acil adımlar vardır. Hak ve hürriyetler konusundaki ihmal, telâfisi mümkün olmayacak birikimlere sebep oluyor. Bu yöndeki haklı taleplerin sürekli ertelenmesi acaba nasıl izah edilebilir?

Bakınız, önümüzdeki ay okullar yaz tatiline girecek. Şu an gündemde olmayan bir yasakla o gün karşı karşıya kalacağız. Kur’ân öğrenmek isteyen çocuklarımız ‘yaş engeli’yle karşılaşacak. 28 Şubat süreci günlerinde alınan bir kararla ilköğretim 5. sınıfı bitirmeyen çocuklarımızın Kur’ân öğrenmesi yasak! Bu haksız karardan sonra bunca yıl geçtiği halde bu yanlış niçin düzeltilmez?

Şöyle bir düşünce akla gelebilir: “Kâğıt üstünde böyle bir yasak var, ama bu yasak uygulanmıyor ki!”

Bu bakış açısı sadece insanın kendisini aldatmasına sebep olur. ‘Fiilen böyle bir yasak yok’ denilse de kâğıt üstünde böyle bir yasağın olması bile itirazı hak ediyor. Niçin böyle bir yasak olsun ki? Post modern bir darbe olan 28 Şubat’ın aldığı bu haksız karar, bunca yıl sonra niçin değiştirilmesin?

Benzer yanlışlıklar başka konularda da oluyor. Meselâ bir okulda iki öğrenci namaz kılsa, hemen manşet oluyor ve Türkiye’yi ‘idare edenler’ de hemen bu konuda soruşturma açıyor. Açılan soruşturmalar neticesinde, ‘takipsizlik kararı’ verilmiş olsa bile, soruşturma açılmış olması yanlıştır. Böyle talepler karşısında, en başta “Burası Türkiye’dir. İki ya da ikiyüz öğrenci olsun fark etmez, namaz kılınmasını ‘suç’ olarak görmek mümkün değildir” denilebilmelidir.

Bu konular yeni kabine ile birlikte gündeme gelirse ne âlâ. Yok, “Bu konular bizim gündemimizde yok” denilirse Türkiye’ye yazık olur.

“Dünya ekonomik krizi”ne çare ararken, “iç dünya”da yaşadığımız krizleri görmezden gelerek bir yere varamayacağımızı görmeliyiz...

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Kudüs’ü Yahudileştirme çabaları



İsrail’in ruhsatsız olduğu gerekçesiyle Doğu Kudüs’teki Müslüman mahallelerinde başlattığı yıkımlar sonunda Birleşmiş Milletleri de harekete geçirdi. BM İşgal Altındaki Filistin Toprakları İnsanî Faaliyetler Koordinasyon Ofisi yeni yayınladığı raporda Uluslar arası İnsanî Hukuka aykırı olan bu yıkımların hemen durdurulmasını istiyor.

Kudüs’ün surlar içinde kalan ve “Eski Şehir” olarak adlandırılan kısmı ile Tapınak Dağı ve Batı Duvarı ile El Aksa Camiini içine alan Doğu Kudüs’te 210 bin Müslüman yaşıyor. Bu bölge 1967 yılındaki Altı Gün Savaşında İsrail’in eline geçti.

İsrail 1967 yılından bu yana işgali altındaki topraklarda Filistinlilerin sahip olduğu binlerce binayı yıktı. Resmî istatistiklere göre yalnızca Doğu Kudüs’te yıkılan Filistinlilere ait bina sayısı 2000. Gerekçe imar mevzuatına aykırılık. Yalnızca 2009 yılında Filistinlilere ait 19 bina yıkıldı. 109 kişi bu yüzden evsiz kaldı. Fakat ilginç olan tarafı yıkılan bu binaların yerine Yahudilerin yeni bina inşasına ve bu bölgeye taşınmasına izin veriliyor. Doğu Kudüs’ün yüzde 35’i Yahudi yerleşimine tahsisli. Şimdi bu bölgede 195 bin İsrailli yerleşimci yaşıyor. Yüzde 35’i ise 1967 yılından bu yana plansız. En son Doğu Kudüs’teki El-Suahara bölgesinde 60 daireden oluşan bir site inşa edilmeye başlanıldı. Kudüs Belediyesi bu sayıda daire inşasının yeni yerleşim yeri anlamına gelmeyeceğini savunuyor. Halbuki Uluslar arası İnsanî Hukuka göre işgal edilen topraklara sivil nakledilmesi kesinlikle yasak.

Buna karşın Filistinlilerin bina inşa edebileceği alan Doğu Kudüs’ün yalnızca yüzde 13’ü ile sınırlı. Bu alan da 9,2 km2 ediyor. Bu dar alanın büyük bir kısmı zaten yapılaşmış. Bu alanda verilen yapılaşma yoğunluğu ise çok düşük. Üstelik yapı ruhsatı başvurusu hem zaman alıcı, hem de çok pahalı. Çünkü önce mevzi imar planı yapılacak. Sonra bu planda kamuya ayrılacak yol vs belirlenecek. Mevcut arsalar zaten küçük. Türkiye’deki 18. madde uygulaması gibi önce bu arsaların birleştirilip yeniden bölünmesi gerekiyor. Bu da imkânsıza yakın bir iş. Bu olumsuz şartlara rağmen kabul edilen başvuru sayısı Filistinlilerin ihtiyaçlarına yetmiyor. Çünkü İsrail’in güvenlik duvarı yüzünden insanlar Kudüs’teki ikamet izinlerini kaybetmemek için, bu bölgeye akın ediyor. Çünkü bölge dışına taşındıklarında ikamet belgelerini kaybedecekler. Bu da işsizlik ve yoksulluk anlamına gelecek. Halen bu bölgede yıkım kararı verilmiş evlerin yıkılması halinde 3600 kişi daha evsiz kalacak. Buna Silvan Mahallesi ve Şeyh Cerrah Mahallesinde yıkımı bekleyen evler de ilâve edildiğinde 5 binin üzerinde Filistinli bu bölgeden sürülmüş olacak. Şeyh Cerrah Mahallesindeki bir başka sorun da mülkiyet konusunda Filistinlilerle Seferad Yahudileri arasında yaşanan ve yıllardır bir türlü sonuçlanmayan dâvâlar.

En son Osmanlı arşivlerinden çıkan bir belge, Şeyh Cerrah Mahallesine Filistinlilerin Kurtuluş Savaşı sonrasında yerleştiklerini gösteriyor. Halbuki Yahudiler bu bölgeyi savaştan önce satın aldıklarını iddia ediyorlardı.

Aslında yıkımlar yalnızca Doğu Kudüs’e has değil. Batı Şeria’da da ciddî yıkımlar yapılıyor. İsrail Yönetimi, işgali altındaki topraklarda Filistinlilere imar izni verilen bölgeleri çok sınırladı. Filistinliler evlerinin yıkılmasıyla kalmıyor, aynı zamanda para cezası ve bazen hapis cezasına da çarptırılıyorlar. 2001-2006 yılları arasında Belediyenin imar cezalarından topladığı yıllık para cezası tutarı 6,07 milyon dolar.

İsrail’in Filistinlileri Doğu Kudüs’ten çıkarma planına uluslar arası kamuoyunun dur demesi gerek. İşgal ettikleri topraklarda yaşayan Filistinlilere karşı uluslar arası yükümlülüklerini yerine getirmesi, öncelikle de çıkarılmış yıkım kararlarını dondurması sağlanmalı. Aksi halde birkaç yıl içinde Filistinlilerin Doğu Kudüs’ten büyük ölçüde çıkarılacağı aşikâr. Hükümetimize yıkımları durdurmak için girişimde bulunma görevinin yanı sıra, bizlere de uluslar arası kuruluşları e-posta ve diğer yollarla baskı altına alma görevi düşüyor. Kudüs bizim için vazgeçilmez bir mukaddes mekân.

04.05.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Elif mesajları



Uzun bir aradan sonra, geçen Cuma günü ilk sayısını verdiğimiz Elif ekimizle ilgili olarak tebrik ve takdir mesajları aldık. Bu arada, ekin muhtevasında sanat-edebiyata daha fazla ağırlık verilmesini isteyen okuyucularımız oldu. Elif sizlerden gelecek görüş, talep ve tavsiyeler istikametinde şekillenip olgunlaşarak devam edecek. Bu vesileyle, emeği geçen bütün arkadaşlarımıza teşekkür ve tebriklerimizi sunuyor; gelen bazı mesajları sizlerle paylaşırken, katkılarınızın devamını bekliyoruz.

***

İsmetullah Güler: Elif’in geri dönüşüne sevindik. Ciddî bir ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Bu sayede edebiyat ve san'atta yeni kalemleri görmüş olacağız.

Elif, yeni kalemlerin yetişmesine de vesile olacaktır. Genç kabiliyetler için bir zemin teşkil edecektir. Bir boşluğu dolduracaktır.

Esasında “Elif”in bir edebî mektep hüviyetine bürünüp, bilhassa lise ve üniversite çağlarındaki gençlere yönelik toplantı, sohbet, seminer ve derslerle zenginleştirilerek, bu şekilde bir altyapı teşkiline gidilirse çok daha faydalı olacağı kanaatindeyim.

Yazarlarının kimler olacağını henüz bilmiyorum. Ancak, kırk yıllık bir Yeni Asya okuyucusu olarak, Selâhaddin Yaşar gibi yazarların katılımıyla kurulacak bir heyetin nezaretinde çıkar ve düşünülen bu mektebin öncülüğü yapılırsa verimli olacağına inanıyorum.

Düşünce ve emek olarak hizmeti geçen zevatı tebrik ediyor, “Elif”in okuyucularımıza, camiamıza ve bilhassa gençlerimize hayırlı olmasını diliyor, selâm ve saygılarımı sunuyorum.

***

Duysal Tan: Yeni Asya gazetemizin çıkarmış olduğu haftalık “Elif” eki ilk olarak 1 Mayıs’ta verildi. Gazeteyi elime alır almaz orta sayfasını açıp, eke baktım. Gerek sayfa sayısı olsun, gerek muhteviyatı olsun, gerek bulmacası olsun, bu şekilde bir ek beklemiyordum. Bizi şaşırttınız açıkçası! Öyle tahmin ediyorum ki, ilerleyen sayılarda yapacağınız yayın hizmetiyle bizi daha çok şaşırtacaksınız. Artık Cuma günlerini hasretle bekleyeceğiz. Böyle bir ekin çıkarılmasında emeği geçen herkese şükran ve minnetlerimi sunarken, Üstadın yolunda saff-ı evvellerle çizilen ilk günkü misyondan hiç taviz vermediğiniz için de siz tüm Yeni Asya emektarlarına teşekkürlerimi arz ederim.

***

Mehtap Yıldırım: Öncelikle “Elif” ilâvesi hayırlı olsun. Bizim için merakla takip edeceğimiz bir ek olacak. Zira büyüklerimizden “Elif”’in medhini o kadar çok duyuyorduk ki, anlatırken o günlerdeki heyecanı yüreklerinde taşıyorlardı. Onları dinledikçe o günkü “Elif”i okumayı biz de çok istiyorduk. Buna istinaden âcizane bir önerim olacak. Yeni kuşağın merakını gidermek ve büyüklerimiz için de bir nostalji mahiyetinde Elif’in ilk sayısını (ya da sayılarını) yeniden çıkarmamız mümkün mü? Hem gençler, hem de büyüklerimiz için çok heyecan verici olacağını düşünüyorum.

***

Şahin Tokmak: Elif eki İnşaallah bir eksikliği doldurdu. Emeği geçenleri tebrik ederiz. İsmail Tezer kardeşimin 1111 kuvvetindeki 4 eliflere vesile olması dileğine amin diyoruz. Elif’te okuyucuya bir çağrı yapılabilir, eli kalem tutanların yazılarını göndermeleri istenebilir. Osman Zengin Ağabeyimizin listesini görünce insan Elif’in çok yüksek dereceli bir fakülte olduğunu anlıyor ve görüyor. Bu eksikliği tamamladığınız için sizlere binlerce teşekkür.

***

Bahar toplantısı 23 Mayıs’ta

2009 İlkbahar dönemi Temsilciler Toplantımız 23 Mayıs Cumartesi günü yine İstanbul’daki hizmet binamızda yapılacak.

Geçen yıl 8 Kasım’da yapılan güz toplantısından bu yana hizmetlerimizde meydana gelen gelişmelerin değerlendirilip, önümüzdeki dönemle ilgili müzakerelerin gerçekleşeceği toplantı için mahallerdeki istişare ve hazırlıkların şimdiden ikmal edilmesi hususunu dikkatlerinize sunuyoruz.

04.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis