Büyük âlim Üstad Bedizzaman Said Nursî’nin vefatının üzerinden 49 yıl geçti.
Bu münasebeti fırsat bilip onu yazıp anlatabilmeyi çok isterdim ama, kalemimin onu anlatmaktan âciz kalacağını yakînen bildiğim için cür’et edip yazamadım doğrusu.
Bu yüzden, sadece onun hakkındaki bir hatıramı anlatacak ve yine onun hakkında Arapça yazılmış olan bir makaleyi tercüme edip sizlere aktaracağım.
Bundan birkaç ay önce, Amerikan Din ve Kültür Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Salah Sultan, bir dizi konferans vermek için Kuveyt’e gelmişti. Mısırlı bir dostumuzun davetine icâbet ederek Kuveyt Üniversitesi Lojmanlarında ikamet eden ailelerle dinî ve içtimâî meseleler ve İslâmî hizmet metodları konusunda sohbet etmişti. Sohbet esnasında, Türkiye’de meydana gelen siyasî ve ekonomik değişimlerden övgüyle bahsetmiş; bu değişimin Arap âlemine de örnek teşkil etmesini temennî etmişti. Salah Sultan’ın Türkiye’deki değişimin sadece siyasî sürecini dile getirip, iman hareketlerine değinmemesi dikkatimi çekmişti.
Bu yüzden, sohbet biter bitmez önce kendimi tanıtmış; sonra da, Türkiye’de görünen değişimi sadece siyasî hareketlere bağlamanın yanlış bir tesbit olduğunu, ihlâsla yapılan iman hizmetlerinin insanlara “Kimsin? Yaratılış maksadın nedir? Bu dünyaya gönderilmenin arkasında yatan gaye nedir?” sorularının cevabını öğrettiğini, dolayısıylaTürkiye’de görünen değişimin maddî olmaktan ziyâde manevî olduğunu söyledim. Ve ihlâslı iman hizmetleri içinde Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur’ların yapmış olduğu hizmetin ayrı bir önem arz ettiğini sözlerime ilâve ederek, yanımda getirmiş olduğum birkaç Arapça risâleyi kendilerine hediye ettim.
Bu sözlerim üzerine Salah Sultan’ın gözlerinin içi parladı ve “Bediüzzaman racûlün azîm. Na’rifühu ve nücellilihu” (Bediüzzaman büyük bir insandır. Onu tanıyor ve ihtiram ediyoruz) dedi.
Yazılarımızı takip eden okuyucular hatırlarlarsa, üç hafta önce Ürdünlü yazar Hüseyin el-Hiyârî’nin Bediüzzaman’ın medeniyet tarifini ele alan “Hadâratuna ve hadâratuhum” başlıklı makalesini tercüme edip sizlerle paylaşmıştık. Hüseyin el- Hiyârî, bu sefer de Üstadın vefat yıldönümü münasebetiyle 23.3.2009 tarihli Ürdün el-Düstûr gazetesinde “Bediüzzaman Said Nursî: Racûl el-Hikmeti ve’l-İman” (Hikmet ve İman adamı Bediüzzaman) başlıklı bir makale kaleme almış. Bu makaleyi de özetleyerek sizlere sunmak istiyorum.
Bediüzzaman: Racûl
el-Hikmeti ve’l-İman
Talebeleri ve sevenleri tarafından “Üstad” diye tanınan, Nur hareketinin kurucusu ve meşhur Risâle-i Nur’ların müellifi olan Allâme Bediüzzaman Said Nursî vefatının 49. yıldönümünde anılıyor. Peki, Bediüzzaman kimdir? Ve Nur hareketi nasıl bir harekettir?
Hakikatte, Arap âleminde çok az insan Üstad Bediüzzaman’ı tanıyor. Bunun sebebi, 1. Dünya harbinden sonra Türk-Arap ilişkilerinde meydana gelen soğukluk yüzünden kardeşlerin birbirlerinden ayrılmasıdır. Batının kendisini laik ve Batılı bir devlet olarak kabul edeceğini zanneden Türkiye Cumhuriyeti, Araplarla olan ilişkisini tamamen keserek Batıya doğru yönelmiştir. Araplar ise, millî ve kavmî hissiyatlara kapılıp Türk kardeşlerinden ayrılmışlardır. Bu olaylarda İslâm düşmanların rolü büyük olmuştur.
Üstad Nursî, 1876 tarihinde Güneydoğu Anadolu’da bulunan Bitlis vilâyetine bağlı Hizan ilçesi Nurs köyünde doğdu. Çok dindar olan anne ve babası halk arasında takva sahibi insanlar olarak bilinirlerdi. Babası Mirza Efendi, kız ve erkek çocuklarının tümünü çok küçük yaştan itibaren İslâm terbiyesi üzerine büyütmüştür. Ziraat ve hayvancılıkla geçimini sağlayan Mirza Efendi, çift sürmekten dönerken başkalarının tarlalarından otlamasınlar diye hayvanlarının ağzını kumaş parçasıyla bağlardı.
Annesi Nuriye Hanımefendi de çok takvalı bir hanımdı. Üstad annesinden bahsettiğinde, onun abdestsiz olarak hiçbir çocuğunu emzirmediğini söylemiştir.
İşte Üstad bu derece dindar olan bir ailenin çocuğu olarak büyümüştür. Çok küçük yaşta köyündeki medreseye gitmiş; yetinmeyince de çevre köy ve kasabalarda bulunan medreselerde talimini devam ettirmiştir. Öğrenimi sırasında göstermiş olduğu hârikulâde zekâ, kendisine ders veren üstadlarını şaşkına çevirmiştir. Bu yüzden, Üstada “Bediüzzaman” lâkabını vermişlerdir. Ve hayatı boyunca da bu lâkapla meşhur olmuştur.
“Vicdanın ziyası din ilimleridir; aklın nuru ise fen ilimleridir” diyen Üstad, Kur’ân ilimlerinden başka, Hadis, Sîret, Fıkıh, Kelâm, Kimya, Felek ve Coğrafya gibi ilimleri de okumuştur.
Daha 15 yaşındayken, büyük âlimlerin ilim meclislerindeki münâzaralara katılan Üstadın şöhreti bütün Doğu Anadolu’ya yayılır. Doğuda görülen geri kalmışlığın sebebinin cehâlet olduğuna inanan Üstad, 20 yaşında iken Osmanlı hilâfet başkenti olan İstanbul’a gelir. İnsanları cehâletten ve geri kalmışlıktan kurtarıp aydınlığa ulaştırmak için Mısır Ezher Üniversitesine eş olabilecek bir projeyi, Zehrâ Üniversitesi (Medresetüzzehra) projesini yetkililere sunar. Ancak bu projeye kulak asan olmaz. O da Doğu Anadolu’ya geri dönüp, Van şehrine yerleşir. Burada, dinî ilimlerin yanı sıra fen ilimlerinin de öğretildiği “Horhor” diye bilinen kendi medresesini kurar.
İlim taliminden başka, düşmana karşı savaşa hazır olsunlar diye talebelerine silâh talimi de yaptıran Üstad, 1914 yılında başlayan 1. Dünya savaşında Doğu Anadolu’yu işgal eden Rus ordusuna karşı gönüllü milis kuvvetleri oluşturarak talebeleriyle beraber birkaç ay kahramanca savaşır. Ne var ki, büyük düşman karşısında yeterli silâha sahip olmadıklarından, birçok talebesi şehit olur; kendisi de Rusların eline esir düşer. Rusya’daki Bolşevik devrimine (1917) kadar Sibirya’da esir olarak kalan Üstad, bir fırsatını bulup esaretten firar ederek İstanbul’a gelir.İstanbul’da hem resmî zevat, hem de halk tarafından büyük bir coşkuyla karşılanır. Fedakârlıkları ve yüksek ilmi sebebiyle “Darü’l Hikmeti’l İslâmiye”ye tayin olunur. Bu sırada, çok kıymetli eserler olan “İşâratü’l İ’câz fi Mezân el-Îcâz” ve “Mesnevî el-Arabî el-Nûrî” adlı eserlerini neşreder.
1. Dünya Savaşından Osmanlı Devletinin mağlûp çıkması üzerine, itilâf devletlerinin İstanbul’u işgal etmesini İslâm aleminin yüzüne vurulmuş bir tokat olarak gören Üstad Nursî, “Hutuvâtüsitte” adlı eserini neşrederek halkı işgal kuvvetlerine karşı mukaâvemete çağırır.
Üstad, Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan bir dizi devrime karşılık Doğu Anadolu’da başgösteren isyanlara (1925) katılmadığı, hatta hükümet kuvvetlerine karşı silâha sarılmanın câiz olmadığı yönünde fetva verdiği halde Batı Anadolu’ya sürgün edilmiş; burada uzun yıllar zorunlu ikamete tâbi tutulmuştur.
Üstad, dinsizlik cereyanı karşısında ümmetin imanını kurtaracak etkili bir silâh olan Risâle-i Nur’ların telifine 1926 yılında başlamıştır. Telif esnasında hapis ve sürgün gibi türlü türlü zorluklarla karşılaşsa da, nefsini feda ettiği iman kurtarma dâvâsından asla vazgeçmemiştir.
Gizli zındıka komitelerinin İslâm ümmeti aleyhine kurdukları tehlikeli oyunun farkına varan Üstad, bunlara karşı koymanın menfî değil, müsbet hareketle olacağını idrak eder. Ve ihlâsla söylenmiş olan “güzel söz” silâhına sarılır; sonra bu güzel sözü halkın vicdanına eker. Meyvesini toplamak için ise acele etmez.
Karşılaşılan bütün zorluklara rağmen, Risâle-i Nurlar inanılmaz bir sür’atle halk arasında rağbet görüp yayılır; emin eller tarafından evlerde elle teksir edilerek dağıtılır. Bu durumdan rahatsızlık duyan zamanın hükümet yetkilileri, Üstadı kâh hapsederler, kâh sürgüne tabi tutarlar. Bu durum 28 yıl boyunca devam eder. Üstad ise bu sürgün ve hapislere aldırış etmez. Sürgüne gönderildikçe ve “Medresetü’l Yusufiyye” diye adlandırdığı hapise atıldıkça, Risâle-i Nur’lar intişâr eder.
Risale-i Nur’lar için “Bu risâleler Kur’ân’ın nurundan kaynaklanmıştır. İlâhî bir ilham olarak kalbime feyz olunan bu risâlelerin bana ait fikirler olmadığına, Kur’ân’ın nuru ve onun malı olduğuna kanaatim tamdır.”
“Şüphesiz ki, Risâle-i Nur’lar sûfilik değil; hakikattir. Onlar Rabbânî âyetlerden dökülen Nurlardır. Kur’ân-ı Kerimin bu asırdaki manevî mucizesidir” diyen Üstad, eserlerinin yapmış olduğu hizmetin neticesini görme bahtiyarlığını yaşadıktan sonra, 1960 yılı Mart ayında vefat etmiştir.
Bugün Türkiye halkının İslâm dinine sarılmasının ardında, Allah’ın fazl ve kereminden sonra Üstad Nursî’nin fedakârlıkları ve ihlâsı vardır. Dinsizlik ve küfür cerayanının karşısında, Risâle-i Nur erişilmez yüksek bir dağ gibi durmuştur.
130 adet risale Üstadın vefatından önce halis talebeleri tarafından toplanıp neşredilmiştir. Artık Türkiye’de her mahallede, her köyde, her şehirde gayesi bu zor zamanda imanı kurtarmak olan risâleler okunmaktadır.
Risâleler; mülhidlerin bâtıl fikirleriyle kirlenen kalplerde, akıllarda, nefislerde ve ruhlarda Kur’ân’ın mânâlarını diriltip dini muhafaza eden, kaynağı Kurân olan zengin bir pınardır.
Arapça, Farsça, İngilizce, Rusça, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Kürtçe, Malayca ve Boşnakçaya tercüme edildikten sonra âleme yayılıp okunan Risâle-i Nur hakkında bugün birçok ülkede konferanslar yapılmaktadır.
Hakikatte, Nur hareketi hilâfet düştükten sonra Türkiye’de iman hizmetini başlatan ilk harekettir. Bu bakımdan İslâmî hareketlerin anası sayılır. Bugün birçok Türk aydın ve düşünürü, Said Nursî’nin iman hizmeti uğrunda çektiklerini ve çok zor şartlarda yapmış olduğu fedakârlıkları ikrar etmektedirler.
Gelecekte, Risale-i Nur hakkında tafsilatlı bir şekilde yazmaya devam edeceğiz inşaallah.
03.05.2009
E-Posta:
[email protected]@hotmail.com
|