Anadolu topraklarından doğup Arap Körfezine dökülen Dicle ve Fırat nehirlerinin geçtiği yerler, Eski Yunancada “iki nehir arası” mânâsına gelen “Mezopotamya” olarak bilinir. Dicle ve Fırat’ın suladığı verimli Mezopotamya toprakları, eski çağlarda Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular, Persler gibi birçok medeniyete beşiklik yapmıştır. Hz. Ömer döneminde Sâsânilere karşılık yapılan Kadisiyye harbi (636) sonunda ise Müslümanların eline geçmiştir.
Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra Halife olan Hz. Ali’nin hilâfet başşehri olarak “Kûfe” şehrini seçmesinden sonra, Mezopotamya toprakları üzerinde İslâm medeniyeti dönemi başlar. Emevi devletine son vererek hilâfeti ele geçiren Abbasiler (656-1258); siyasî, askerî ve iktisadî sebepler dolayısıyla, devletin başşehrinin “Şam” yerine, o dönemde “Bilâdürrafideyn”* olarak bilinen Irak topraklarında olmasına karar verirler. Ve; coğrafî ve sosyo-ekonomik olarak en uygun vasıflara sahip olan yeri araştırmaya koyulurlar.
Sonunda Dicle ve Fırat nehirlerinin birbirlerine en yakın oldukları bir noktada (40 km) kurulu bulunan “Bağdat”**adlı eski bir Sâsâni köyü üzerinde karar verilir.
Devrin Abbasi halifesi Ca’fer bin Mansûr, Dicle nehrinin iki yakası üzerine kurdurduğu başşehrin ismini “Barış evi” anlamına gelen “Dârüsselâm” (762) olarak koyar. Daha sonra; “ Vâdi es-Selâm” olarak tanınan Dicle nehri kıyısında kurulduğu için, şehrin adını “Medinetüsselâm” (Barış şehri) olarak değiştirir. Ayrıca, resmî yazışmalara ve para birimi olan dinar üzerine aynı ismin damgalanmasını da emreder. Ancak eski ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunan bu mevki; Bâbilliler, Asurlular ve Farslılar zamanından beri “Bağdat” olarak tanındığı için, bölge halkı şehrin yeni isimlerine bir türlü alışamaz. Ve şehir “Bağdat” olarak tanınmaya devam eder.
Planını, zamanın meşhur mimarlarından Haccâc bin Artâh’ın çizdiği Bağdat şehri, daire şeklinde inşa edilir. Ve bu cihetle, daire şeklinde inşa edilen ilk İslâm şehri olur. Mâruz kalabileceği bir düşman saldırısına karşılık, şehir üç kuvvetli surla çevrilerek bu surların etrafına hendekler kazılır. Şehrin tam merkezine Halifenin ikameti için bir saray (Kasr ez-Zeheb/ Altın Saray), büyük bir cami ve devlet daireleri inşa edilir. Veliahd el-Mehdi için ise, Dicle’nin doğusuna bir saray yapılır. Başşehrin önemli bir ticaret merkezi olmasını arzulayan Halife Mansûr, çarşılar ve hanlar yaptırmayı da ihmal etmez.
Bağdat şehri altın dönemini Abbasi halifesi Hârun Reşit (786-809) döneminde yaşar. Halife Hârun Reşid Bağdat‘ta yeni yollar, camiler, medreseler, külliyeler, hanlar, hamamlar, dokuma fabrikaları, dökümhaneler ve envâi çiçeklerle süslü bahçeler yaptırır.
Bu dönemde çok önemli bir kültür merkezi haline gelen Bağdat, âlimlerin uğrak yeri olur. “İlim mü'min’in yitik malıdır; nerede bulursa alır” hadisinin ışığında hareket eden Müslümanlar, Arapçada “İlim evi” mânâsına gelen “Beytülhikme” yi kurup tıp, matematik, kimya, felsefe ve daha birçok sahada Yunanca, Farsça ve Hintçe yazılmış olan kitapları Arapçaya tercüme ederek bu ilimlerin muhafaza edilmesini sağlamışlar; böylece insanlığa büyük hizmette bulunmuşlardır.
Tercümenin yanında ilim araştırma merkezi haline de gelen “Beytülhikme,” cebir ilminin kurucusu olan Hâvârizmi, astronomide Fergâni, kimyada Râzi, İslâm felsefesinde Kindi ve İbn Sîna gibi büyük âlimlerin araştırmalarını yaptıkları önemli bir ilim müessesesi olmuştur. Pozitif ilimlerin yanı sıra, Bağdat din ilimlerinde de büyük âlimlerin yetişmesini sağlamıştır. İmam Ahmed bin Hanbel, “Hanbelî” mezhebini, Ebu Hanife olarak meşhur olan Nu’mân bin Sâbit ise “Hanefî” mezhebini burada sistemleştirirler.
Bağdat’ın ilim ve kültür merkezi haline gelmesi, ilim talep eden insanların buraya doğru göç etmesine sebep olur. Abbasiler döneminde Bağdat nüfusunun 500 bini bulduğu rivayet edilmektedir. Nüfus artışıyla beraber, şehir ekonomik olarak da kalkınır ve önemli bir ticarî merkez haline gelir.
Saydığımız bu güzelliklere sahip olan Bağdat, çok uzaklardaki bir düşmanın ağzını sulandırır. Asya bozkırlarının medeniyet görmemiş vahşi tabiatlı insanları olan Moğollar, Hülâgu komutasında 1258 tarihinde Irak topraklarını işgal ederler.
Halife Musta’sım kayıtsız şartsız şehri teslim ettiği halde; daha önce, Buhâra, Semerkand, Herat, Merv, Rey ve Horasan’da yapmış oldukları zulmün aynını veya daha fazlasını Bağdat’ta yaparlar. Beş yüzyıldır İslâm devletine başşehirlik yapmış olan dillere destan güzellikteki Bağdat’ı târumâr ederler. Şehirde bulunan dârüşşifaları, rasathâneleri, ilim irfan yuvası olan medreseleri ve kütüphaneleri yıkıp, yüz binlerce kitabı yakıp kül ederler. Halife Musta’sım dahil Bağdat ahâlisinden binlercesini öldürüp Dicle nehrine atarlar. Nehire atılan binlerce ceset ve binlerce kitaptan akan kan ve mürekkep yüzünden, Dicle suları kırmızı-mavi renge boyanır!
Bağdat’a revâ görülen bu zulüm, diğer İslâm diyarlarında bulunan Müslümanların, özellikle de Mısır'da hüküm süren Memlüklü Türklerin yüreklerini dağlar.
Çok geçmez, tam iki sene sonra (1260) Rükneddin Zahir Baybars komutasındaki Memlüklüler, Gazze yakınlarındaki “Ayn Câlut” denilen mevkide Moğolları ağır bir yenilgiye uğratırlar. Bağdat şehri Moğolların yapmış oldukları tahribatı tamir edemeden, bu sefer de Timurlenk fâciasıyla karşı karşıya kalır. Timurlenk Bağdat’ı, ilki 1393 yılında, ikincisi de 1402 yılında olmak üzere iki defa istilâ eder. Ahâliden binlercesini katledip, âdeta taş üzerinde taş bırakmayarak şehri harap eder....
Gelecek hafta atalarımızın "Ana gibi yâr olmaz; Bağdat gibi diyâr olmaz” diye övdükleri Bağdat üzerine yazmaya devam edip, 21. yüzyılda yapılan modern Moğol istilâsından bahsedeceğiz inşaallah.
Kaynak:
el-Mevsûa el-Arabiyye 4. Cilt (Bağdat maddesi.)- Hey’etü’l Mevsûa el-Arabiyye/ Suriye.
* Arapçada Fırat ve Dicle’nin geçtiği yerlere verilen ad.
** Bağdat isminin mânâsı üzerine birçok rivayet var. Bir kısmı kelimenin Bâbil dilinde “Tanrı’nın kışlası” veya Bâbil-Âmûri dilinde “Güneş Tanrısı” anlamında olduğunu söylüyorlar. Bir kısmı da: Bağdat kelimesinin Kildâni dilinde “Koyun evi” mânâsına gelebileceğini veya Farsçada “Tanrı hediyesi” anlamında da olabileceğini söylüyorlar.
Suna Durmaz’ın yazısı Ürdün gazetesinde
KÖRFEZ mektubu yazarımız Suna Durmaz’ın 2 Kasım 2008 tarihli Yeni Asya’da “Tarihî mektup” başlığıyla manşet olan yazısı, Hüseyin el-Hiyârî tarafından tercüme edilerek, Ürdün’ün önde gelen gazetelerinden el-Düstur’un 1 Nisan 2009 tarihli sayısında yayınlandı. Söz konusu yazıda, Sultan II. Abdülhamid’in Suriye’deki Şazelî Şeyhi Mahmud Ebuşşamat’a hükümdarlıktan azlediliş sebeplerini açıkladığı ve Filistin’i Yahudilere vermediği için uzaklaştırıldığını anlattığı 22 Eylül 1329 tarihli mektubuna yer verilmişti.
19.04.2009
E-Posta:
[email protected]@hotmail.com
|