Büyüklerin mânevî mertebelerini, feyiz ve faziletlerinin derecelerini, takva mertebesindeki amellerini, küçük günahlardan bile sakınmadaki hassasiyetlerini, haramlardan çekinmekteki duyarlılıklarını, hüve hüvesine sünnet-i seniyyedeki ısrarlarını anlamak kolay değil.
Onların böylesine akıllara durgunluk veren harika hâllerini, bu gıpta edilecek dinî yaşantıdaki akıl almaz hallerini elbette imanını taklitten tahkîke çıkaramamış olan bu asrın çoğu insanı kavrayamaz. Kendi akıl terazileriyle tartamaz. Bu sebeple de ya inkâra gider veya “Bunlar bize göre değil” diyerek, o büyükleri rehber edip arkalarından gitmekten imtinâ ederler.
İslâm tarihinde iz bırakan bütün din büyüklerinin kendilerine has, insanlığa örnek olacak, gıpta ile bakacağımız hallerini, hayatlarını okuyarak öğreniyoruz. O örnek dinî yaşantılarıyla, asırlarındaki insanlara rehber olup yol gösterdiklerini biliyoruz. Onların sayesinde bir çok insanın tahkikî imanı kazanıp, mükemmel bir dinî yaşantı içinde hayatlarını sürdürmüş olduklarını biliyoruz.
Bu büyük insanların eserlerini okumayanlar, efkâr ve ideallerine yabancı olanlar, onların şahsiyetlerini tam olarak idrak edemezler. Onlarla teşrik-i mesâide bulunanlar, onlara intisap edenler, onların dâvâ ve mesleklerine talip olanlar ve onların yolunda bir gayretin içinde olanlar ancak onları tanıyabilirler.
Şimdi isterseniz harika halleriyle, gıpta edilecek kabiliyet ve hasletleriyle, akıl terâzimizle tartamayacağımız serâpâ takva dolu dinî yaşantısıyla dikkatleri üzerine toplayan, fikir ve düşünceleriyle milyonların kalbine giren, asrımızın büyük din âlimi, eşsiz müfessir Bediüzzaman’ın akıllara durgunluk veren, bir çok insanın anlamakta zorlandığı harika hallerinden bir dilimine bakalım:
Üç aylık bir medrese tahsilinden başka tahsili olmayan, böyle yarım ümmî bir din âliminden, bugüne kadar hiçbir yanlışı ispatlanamayan altı bin sayfalık eşsiz bir Kur’ân tefsirinin vücuda gelmesi...
Hemen hemen bir çok insanın makam mevki, para pul için bir çok şeyini fedâ edercesine çırpınıp durduğu bir zamanda; onun kendisine teklif edilen köşkleri, makamları, maaşları elinin tersiyle reddetmesi... Hayatı boyunca da “Minnet altına girmektense, ölümü tercih ederim” diyerek en yakın dostlarının hediyelerini, zekâtlarını, her türlü maddî yardımlarını kabul etmeyen bir istiğna hâli...
Yorganını, çamaşırını, traş bıçağını satarak iâşesini temin etmesi, evinin kirasını karşılaması... Bir yılda otuz altı ekmek ile idare etmesi...
Bitlis valisinin ilme olan hürmetinin hatırı için evinde iki yıl kaldığı halde, valinin altı kızından hiçbirini tanımaması... Bir gün iki arkadaşıyla birlikte Haliç’te kayıkla giderken, Haliç’in iki tarafında dizilmiş binler açık saçık Rum, Ermeni ve İstanbullu kadınlardan haberi bile olmaması... Ve bu hallerini de “İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor” ve “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum” diyerek açıklayan iffet timsâli bir âlim...
Korkudan bir çok insanın sus pus olduğu bir devirde, mahkemelerde “Yüzer milyon başların fedâ oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniye’ye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler İnşaallah” diye haykırarak düşmana dehşet ve korku, dostlarına nok- ta-i istinat olan bir kahraman-ı İslâm...
Evet anlamak zor da olsa, ehl-i dinin böyle bir din kahramanını anlaması şart...
19.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|