Âleme O’nun (asm) nuruyla bakmak
Bir hadis-i şerifte buyurulur ki:
“Cenâb-ı Hak her şeyden evvel benim nurumu yarattı.” 1
Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’i (as) yarattıktan sonra, başını kaldırıp Arş-ı A’lâ’ya bakan Hz. Âdem, muazzam bir nur ile yazılı bir isim gördü: “Ahmed”
Merak edip: “Ya Rabbi bu nur nedir?” diye sordu.
Allah (cc): “Bu, senin soyundan bir peygamberin nûrudur ki, onun adı göklerde Ahmed, yerlerde Muhammed’dir”2 buyurdu. Bu nur, ilk olarak Hz. Âdem’in alnında parladı, peygamberden peygambere geçerek gelen bu nur, Hz. İbrahim’e (as) intikal etti, ondan da oğlu Hz. İsmail’e (as) intikal etmiş oldu. Ve kâinat onun nuruyla nurlandı ve anlam kazandı.
Şu kâinat sarayının San’atkârı bilinmek ister.
- Madem bilinmek istiyor, elbette bildirecek.
- Madem bildirecek, elbette konuşacak.
- Madem konuşacak, elbette akıl ve şuur sahibi olanlarla konuşacak.
- Madem insanla konuşacak, elbette insanlar içinde O’nun kelâmını anlamaya en müsait bir seçkin kuluyla konuşacak.
- Ve sonra da bütün bir insanlıkla o seçkin kulu vasıtasıyla konuşacak...
“O zât-ı nuranî olmasaydı, kâinat da, insan da, her şey de adem hükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı. Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. ‘Eğer bu zat (asm) olmasaydı kâinat da olmazdı’ meâlinde olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor (nurlandırıp ışıklandırıyor).”3
O, beklenen ve müjdelenen bir Peygamberdi.
Yerde ve gökte bulunan bütün varlıklar, dünyayı saran siyah bulutları dağıtacak, hakikat nurunu parıldatacak rahmet ve şefkat peygamberi Hz. Muhammed’i (asm) bekliyordu. Çünkü, onun geleceği kendisinden önce gönderilen Peygamberler tarafından müjdelenmişti.
Cenâb-ı Allah (cc), kâinatı muhteşem ve mükemmel bir saray şeklinde yaratmış, kehkeşanlar, yıldızlar ve cisimlerle birlikte gökleri ve esrarengiz güzelliğiyle yeryüzünü bu sarayın tefrişatı olarak halk etmiştir. Önceleri cinler âlemi, bu kâinat sarayının şerefli ve nazdar misafirleriydiler ve sarayın Sahibi’ni gerektiği gibi tanıyıp O’na tesbih ve ibadetlerini arz etmek, yaşadıkları sarayı da O'nun Sahibi’nin emir ve tâlimatları istikametinde kullanmak sorumluluğu altındaydılar. Ne var ki, bu sorumluluğu gerektiği ölçüde yerine getiremediler ve Cenâb-ı Allah (cc) tarafından bu sorumluluktan da âzâde kılınmadılar. Ancak onların yerine talimatlara uygun olarak sarayı kullanacak o sarayın asıl misafiri olarak insanı var kıldı; yani, insanı yeryüzünde cinlere halef/halife yaptı.
Bu vazifeyi yerine getirmede sarayı, sahibini ve sarayın kullanım tarzını çok iyi bilen ve tanıyan ve bildiklerini anlatacak bir rehbere, bir kılavuza ihtiyaç vardı. Aksi takdirde saray ve içindekiler boşuna yaratılmış olurlardı. Şimdiye kadar pek çok kılavuz gönderilmiş ise de, kılavuzluğu en kâmil mânâda yerine getiren, bu kılavuzluk misyonu için yaratılan Allah Resûlü Hz. Muhammed’dir (asm). O, en seçkin, en maharetli, en üstün bir kılavuz olarak görevlendirilmiştir. Onun risâleti kâinatın yaratılmasının; duâsı ve ibadeti, âhiret’in yaratılmasının sebebidir. O cihanın fahri buyururlar ki: “Ben, babam İbrâhim’in duâsıyım.”4
Hz. İbrahim’in duâsı, böyle bir nur’un zuhuruna vesile oldu. O nur ile kâinatın şekli değişti.
Çeşit çeşit değişiklikler, hareket ve gelişmeler anlam kazandı. O nur ile kâinat bir zikirhane, Rabbânî bir mektup, yaratılış delillerinin parlak bir sahifesi, İlâhî tecellilerin aynası hâline dönüştü. O nur olmasaydı, kâinat, insan ve her şey hiçe inecekti. Varlığın devamı için böyle ebedî ve ezelî bir nur lâzımdır. Cehalet ve zulmet bulutları nur-u Muhammedî ile dağıldı. O gece; dalâlet, cehâlet, sefâlet, vahşet ve atâlet girdabında kıvranan insanlığın hürriyet ve ebedî saâdete adım attığı gecedir.
Hoş geldin ey zamanın ve mekânın bütün zerrelerine inen Ezelî ve Ebedî Nur!
|