Biliyorum bu sorunun cevabının kolay olmadığını... Ama yine de soruyorum. “Hayat nedir?” diye, yakın dostlarıma ve arkadaşlarıma.
Kimi “koşturmak, koşuşturmaktır” diyor. Kimi de ilginç, esprili, bildik ve beylik cevaplar veriyor. Cevapların içinden birine takılıyorum.
“Koşturmak...” böyle diyenlerin sayısı az değil.
Ancak, “Koşturmak da, nereye peki, hangi yöne doğru ve nasıl bir kalple, ne gibi bir niyetle?” diye, diğer sorulara geçtiğimizde cevaplar biraz daha zorlaşıyor.
Anlıyorum ki, biz insanlar hazırlıklı değiliz. Ne hayata, ne ölüme, ne hastalığa, ne de musibetlere...
Oysa ki her zaman ve ansızın gelecek bir belâ, sıkıntı, hoşlanılmayan bir şeyler, hedefini bulmuş bir mermi gibi âdeta bize dokunuyor. Felâketler vakitli vakitsiz ard arda gelebiliyor.
Madem öyle, biz de soralım hemen bu koşturma içinde olanlara; “Musibetlere, ölüme ve hayatın gerçeklerine karşı hazırlıklı mıyız?”
Ah vah etmeden, sabırla, inançla karşılamaya var mıyız?
Kıssadan bir hisse hemen:
Yıllar önce, bir nehrin iki yakasına yolcu taşıyarak geçimini sağlayan yaşlı bir kayıkçı varmış. Kayığındaki küreklerden birisine “inanç,” diğerine “çalışmak” yazmış. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda güngörmüş kayıkçı:
“Nehri karşıdan karşıya geçmek için her iki küreğe de ihtiyaç var. Çalışmaksızın inanç ve inançsız çalışmak insanı kısır bir döngüye sokar, aynı dairede döndürür durur. Hayat yoluna tek kürekle çıkmak da nehri tek kürekle geçmeye çalışmaktan farksızdır. Hiçbir yere gidemezsiniz” demiş.
İshak b. Muhammed de: “Dünya deniz, ahiret bir sahil, takva gemi, insanlar ise yolcudur” diyor.
Ne mutlu yolcu olduğunu bilenlere. Her şeye değeri kadar kıymet verenlere. Boş işlerden, nâhoş şeylerden yüz çevirenlere...
***
Evet, “Hayatı nasıl yaşıyoruz?” sorusuna bir de Asr-ı Saadet’ten cevap arayalım dilerseniz:
Abdullah b. Ömer anlatıyor:
Resulûllah (asm) omuzumdan tuttu ve: “Sen dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol ve kendini kabir ehlinden bil” buyurdu.
İbni Ömer şöyle diyordu:
“Akşama erdin mi, sabahı bekleme. Sabaha erdin mi, akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sürede hastalık hâlin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” (Buharî, Rikak, 2; Tirmizî, Zühd, 25)
Şu dünyada insanca ve Müslümanca yaşamak da yoksa, ne kalır ki geriye.
Kim bilir hangi gemi bizi götürecek o diyara. Ansızın bir ses, “hadi” diyecek, “çek şimdi uzaklara.”
Nasıl istersek öyle ölemiyoruz. Onu biz seçemiyoruz. Yaşadığımız hayat belirliyor yolun şeklini. Nasıl bir hayat yaşıyorsak öyle ölüyoruz, öyle de dirileceğiz...
En eskisinden en yenisine kadar her insanın en baş meselesi bu. Hayatı nasıl yaşamamız lâzım, hepsi bunun üzerinde durmuş. Şairler, filozoflar hepsi...
Sokrates; “İnsanın nasıl yaşaması gerektiği sorusu üzerinde düşünmemesi, onun değersiz ve dolayısıyla mutsuz bir hayat sürmesiyle eş anlamlıdır” diyor. Ve ihtiyaçların çoğalmasından ürkerek, “En az şeye ihtiyacı olan kişi, Allah’a en yakın olandır” diyordu.
Bunalan ruhlara göz ve gönül penceresinden bir kapı aralayan şair Ziya Osman Saba; “Pencereden bakınca bir araya gelecek, / Karşıki ev, ağaçlar, yaprak çiçek, / Bulutlar, birbirinin peşinde, / Bir ılık sonbahar güneşinde, / Dağ, taş, ova, deniz... / - Ah, hatırlamadan edebilir miyiz? / Şu yerle, şu gökyüzü, / Arasında geçen ömrümüzü!..”
Gönül aynamıza güzellikler taşıyan şairimize rahmet duâsı olsun.
Yıllar geçti, hayat bitti tükendi. Artık ekin vakti de değil ya. Elimizde kalan şu bir avuç an ve gün tohumunu bari toprağa ekelim de, bu bir iki anlık müddetten uzun bir ömür devşirelim.
Yarın yaparım demeyelim. Yarın diye diye nice zamanlar geçti. Ekim zamanı geçmeden çekirdeğimizi toprağa ekelim.
Ne mutlu, yaşadığı ânı, genç olsun ihtiyar olsun ganimet bilip de kalan günlerdeki borcunu ödeyenlere. Hayatı, Allah’ın teklif ettiği gibi yaşayanlara.
Evet, Allah bize yardım ederse, eldeki tohum bire bin verebilir ötede. Derdimiz bu olmalı. Hayat koşuşturmak değildir. Yerinde, durmak ve düşünmektir hayat.
Sonunda madem ki bir gün ecel gelip çenemiz bağlanacak, az ve öz sözle ömür sürelim, çenemizi boş sözle oynatmayalım.
***
Sûretten mânâya geçmeyen, hakikatin yüzünü ve özünü göremiyor, bulamıyor.
Koşmaktan, koşuşturmaktan hayatın yönünü bazen şaşırıyoruz. Durup dinlenmek, düşünüp taşınmak gerekiyor. Ne için koştuğunu bilmeyen bir yarışçının bütün çalışması boşunadır.
Hayatı sanki bir yarıştaymışız gibi yaşıyoruz ve akşam olunca nefis hak etmediği hakkını istiyor. Şimdi de biraz dinlen, eğlen diyerek tembelliğe ve tenperverliğe atıyor insanı.
Hayatın hızına kim yetişmiş ki?..
Nereye yetişmeye çalışıyoruz böyle?..
Yaşadığımız o güzelim baharları, mis kokan sabahları, akasyaları, çiçekleri unutuyoruz. Hayatı yaşamayı erteliyoruz.
Bu çılgınca koşuyu durduran, her ânın, hayat yolundaki her basamağın hakkını veren kazanıyor.
Köksüz gövdesiz bir şey yetişmiyor. Düşüncelerimiz köksüz ve gövdesiz... Aklın inanç meyveleri buruk bir tat veriyor.
Bir şeyler, ama çok önemli şeyler ve o küçümsenmeyecek kadar önemli şeyler bunlar. Kimlikler, renkler, özler, değerler, idealler birbiri ardı sıra kayboluyor bu koşuda.
Rabbimize ve insanlara karşı sorumluluklarımızı bilen bir insan olarak, ne yaptığını bilen bir insan olarak, hayata yeniden dönmek, yeniden yaşamak gerekiyor. “Bilmek” ve “görmek” hayatın her ânında ve her basamağında yeteri kadar ihmal edildi sanırım.
Medyanın herkesi yeterince, hatta fazlasıyla bilgilendirdiği bir dünyada bu bilgiler bir işe yaramıyor, yaralarımızı saramıyor. Belki de bize bildirilenler, asıl bilmemiz gerekenleri bilmememiz içindir. Bu uykudan uyanmak gerekir. “Şeytan uyuyana ninni söylemez” diyordu Ali Suad.
Her şeyden önce Yüce Kitabımız Kur’ân, bize sorumluluklarımızı bildirmektedir. Rabbine ve bütün insanlara karşı sorumluluklarını bilen bir insan, elbette ne yaptığını ve ne yapacağını da bilecektir.
Bütün bu karmaşık işlerin içinde çıkmazların korkutucu belirsizliğinden, İlâhî ışığı izleyip sıyrılabiliyor insan. Formül yakınımızda aslında; Risâle-i Nur’da şöyle geçer:
“Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dar-ı bekada ve cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır.” (Onuncu Söz)
....
“İşte ey hayat-ı dünyevîyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbâl ile istikbâlini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyânâtta elbette anladınız. Eğer, mâzi, yani geçmiş zamanın hâdisâtını sinema ile hâl-i hazırda gösterdikleri gibi, istikbâldeki ahvâl dahi—meselâ elli sene sonraki halleri—bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefâhet, şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrîn ve nefret edip ağlayacaktılar. Dünya ve âhirette ebedî ve dâimî sürûru isteyen, imân dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kendine rehber etmek gerektir.” (On Üçüncü Söz)
....
“Ey nefsim! Deme, ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.’ Çünkü, ölüm değişmiyor; firâk bekâya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyâdeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.
“Hem deme, ‘Ben de herkes gibiyim.’ Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musîbette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.” (On Dördüncü Söz)
02.05.2009
E-Posta:
[email protected]
|